Depremde zarar görmemiş olan halk kendi araç ve imkanlarıyla şehrin içerisinde gezerek mahallelerdeki insanlarına ihtiyaçlarının olup olmadığını soruyor ve cevap çoğunlukla “Allah razı olsun, ihtiyacımız yok” oluyordu.

Deprem haberini 6 Şubat gecesi gönüldaşım Ali Şamil’in telefonuyla aldım. Halinden anladığım kadarıyla eşi benzeri görülmemiş bir şey yaşandığı çok açıktı. Sabahında buluştuk ve neler yapabileceğimizi görüşmeye başladık. Sosyal medyadan duruma baktığımda gördüm ki vaziyet gerçekten de çok vahim. Biraz konuştuktan sonra yola çıkmaya karar verdik, ancak deprem öyle büyük çaplı bir alanı etkilemişti ki, yolculuğun nereye olacağını kestiremiyorduk. Çünkü toplamda on ili etkileyip darmadağın eden bir deprem söz konusuydu. Nihayetinde sosyal medya etkileşimleri yardımıyla gitmemiz gereken yerin Adıyaman olduğunu bir şekilde hissettik ve apar topar yola çıktık. Acele etmemiz gerektiğinin öylesine farkındaydık ki bize gerekli olan bütün malzemeleri yolda temin etmeye karar verdik. Yolda ilerledikçe rastladığımız manzara enkazın ortaya çıkardığı bütün kargaşayı ve olumsuzlukları gösteriyordu. Trafik, kazalar, yıkımlar, insan seli ve nihayetinde puslu ve soğuk hava…

Adıyaman’a tam 27 saat sonra ulaşmıştık. Elbistan bölgesinden şehre girişteki tünel çökmüş ve girişler oradan sağlanamıyordu. Tünelden geçişler sağlanamadığı için de bölgeye doğru yönelen araçlar onca yolu tekrar dönmek zorunda kalıyordu. Bu da orada nasıl bir kapana kısılmışlık ve bekleyişin olduğunu ciddi anlamda hissettirmiş oluyordu. Kahramanmaraş merkezden bir diğer istikameti kullanarak ve toplamda yolu üç saat daha uzatmış olarak şehir merkezine doğru ilerlerken dikkatimize takılan önemli hususlardan biri de yolda hiçbir şekilde bölgeye doğru intikal eden takviye bir ekibe veya iş makinesine denk gelmemiş olmamızdı. Niçin bu bölgeye doğru bir akımın olmadığını şehre ulaştığımızda öğrenecektik. Şehre girdiğimizde gördüğümüz manzara ise korkunçtu. Şehirdeki neredeyse iki binadan biri çökmüş, Adıyaman kapkaranlık bir hayalet şehre dönmüş ve çaresiz bir halde müdahale edilmesini bekliyordu. Bir şekilde sağ kalmış veya enkazdan çıkmayı başarabilmiş olan insanlar, binaların önünde çaresizce ağlıyor, feryatlar içerisinde acılı bakışlarla etrafı izliyor ama içerisinde bulundukları halin şokunu üzerlerinden atamıyorlardı. İlk bakışta tüm şehirde toplamda gözümüze çarpan üç veya dört adet iş makinası vardı. Orada gördüğümüz ilk manzara karşısında belki iki saat kendimize gelemedik; çünkü bir yandan da üç-beş dakikada bir artçı depremler oluyor ve bina çöküntü sesleri duyuyorduk. Depremin olduğu ilk andan itibaren neredeyse 35 saat geçmişti ki kurumlarca hâlâ gerekli reaksiyon verilememişti. Bu nasıl olur diye düşünürken, bölge halkının hepsinin ağzından işittiğimiz; valinin gelen aramalar sonucunda yetkililere ve halka, şehirde acil bir durumun olmadığı ve sorunun halledilebilecek düzeyde olup yardım ihtiyacının gerekmediğini söylemesi oldu. Halk valiliğe akın etmiş ve vaziyeti anlatmaya çalışırken gördükleri soğukkanlılıktan ziyade sorumsuzluk tüten tavrın karşısında çılgına dönmüştü. Sonrasında da valinin görevden alındığı haberi gezinmeye başlamıştı; fakat ne çare, valinin bu tavrı yardımların seyrini ve yönünü Adıyaman’dan Diyarbakır’a ve doğu bölgesindeki diğer illere çevirmişti. Adıyaman’ın yaşadığı yalnızlık ve mağduriyetin en önemli sebeplerinin başında bu vardı.

AFAD, koordinasyonlarını valilikten yürütmeye başlamıştı; lakin yetersizlik Adıyaman için baştan sona kader gibiydi. Valilik bahçesinde seslenen AFAD görevlisi bir kadın, bahçede toplanmış olan insanlara “bana 12 kişi lazım!” diye bağırarak rastgele bir grup oluşturup bu teçhizatsız ve bilgisiz insanları herhangi bir enkaza gönderiyordu ki, bunu zaten kendiniz de yapabilirdiniz. Çünkü söylediğim gibi Adıyaman’da her yer enkazdı ve bu enkazları bulmanız çok da zor değildi. İkinci gün de aynı şekilde yetersizlik ve unutulmuşlukla geçerken enkaz altında binlerce insan soğukla da mücadele etmek zorunda kaldı.

Üçüncü günün ilk ışıklarında yardımlar ulaşmaya henüz başlamıştı. Yardım tırları sırasıyla valilik önüne gelirken yine koordine sıkıntısıyla karşılaşıyor ve gelen yardımlar stoklanmadıkça etrafa saçılıp gelenlerini bekliyordu. Valiliğin bu noktada yapması gereken şey AFAD’la birlikte koordineyi sağlamaktır ki, zaten AFAD dediğimiz kurum akıllarda arama kurtarma ekibi olarak kalmış olsa da aslında afet durumlarında koordinasyonu sağlamakla görevlidir. Nihayetinde 7 bin küsur çalışanı olan bu kurumun, bu çalışan sayısı içerisinde sekreterleri de mevcuttur. Etrafa saçılan yardımlar merkezde bulunan depremzedelere bir nebze ulaşmış olsa da elbette genelinde yardım maksadıyla orada bulunan insanlar için kullanılıyordu. Çünkü iç kesimlerdeki depremzedeler valiliğe ulaşamıyor ve bu yardımlardan faydalanamıyordu. İdare, emrinde bulunan araçlarla bu yardımları iç mahallelere ve köylere ulaştırmalıydı; fakat böyle bir harekât söz konusu olmadı. Söylediğim gibi yardımların çığ gibi gelmeye başladığı bu vakitlerde devlet mekanizması yani AFAD ve Valilik sistemine düşen görev bunu koordine etmekken aşırı panik ve tecrübesiz tavırlar işi çıkmaza sürüklüyordu. Âna hakimiyet konusunda ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Mesela valilik caddesinde sıralanmış hususi araçlar vardı ve bir polis ekibi megafonuyla araçların sahiplerine seslenilip valilik önüne çağırılabilir ve gıda, giysi vs. gibi yardımları onlara yükleyip şehrin iç kesimlerine dağıttırabilirdi; fakat bu ve bu gibi müdahalecilik konusunda hiçbir kabiliyet ve yetenek göremedik. Diğer şehirlerde bu koordinasyon nasıl işledi pek bilgimiz yok; ancak Adıyaman bahtsız bir durumdaydı.

Asker ve Özel Harekat şehrin genelinde sokak ve caddelerde hazır kıta bekliyordu, hatta öncesinde enkazların başındalardı. Bir enkazda kurtarma operasyonu içerisindeyken zaten az sayıda olan iş makinelerinden biri çalışmayı durdurmuştu. Neden durduklarını sorduğumuzda, enkaz sahiplerinin içerideki canlıya bir zarar gelmesi ve cenazelerin parçalanmasından korkması sebebiyle durdurulmasını istediğini söyledi. Özel Harekât oradaydı ve o insanlara anlatabilecekleri tek kelimeleri yoktu. Sanırım üniformaları üzerlerinde olduğu için insanî vasıflarından terk olunmuşlardı. Cenaze sahipleri ile konuştuk ve çalışmayı tekrar başlattık. Bu gibi fonksiyonlar her alanda felçli vaziyette olan bu koordinasyon ve kıvam, devlet demekti zaten. Yeterli teçhizatımız olmadığından daha farklı alanlara yönelmek zorunda kaldık. Bir mahalleye kurulma kararı aldık ve en azından burada küçük bir alanda insanları daha iyi tanıma ve enkaz hakkında sıhhatli değerlendirme yapma açısından faydalı olabilirdik. Çünkü içeride kaç kişi var, kaç kişi çıktı ve nerede uyuyorlardı gibi bilgileri alabilmemiz için mahalle insanıyla yeterli seviyede bir bağ kurabilmemiz ve yönetimi de bu şekilde daha kolay hâle getirebilmemiz gerekiyordu. Mahallede tek katlı bir evi karargâh olarak belirledik; çünkü içerisinde hazır sera çadırları vardı. Mahalle halkıyla kurduğumuz bağ sayesinde onların da desteğiyle oraya yerleştik ki, ev sahibi de ortaya çıktı ve bize rahatlıkla kullanabileceğimizi söyledi. Orada da çadır sorunu elbette vardı. Bölgede çadırla alakalı, geldiği veya geleceğine dair hiçbir somut bilgi yoktu. Adıyaman gelmeyişlere ve ulaşılamayışlara alışmışken biz de çeşitli çareler üretmeye ve streçlerden çadırlar yapmaya başladık ve o mahallede depremzedelerinin en azından bekleyecekleri sıcak alanlar oluşturduk.

Bir yandan valilik merkezine gidip gelerek gıda ve giysi yardımlarından mahalleye getirirken hâlâ görüyorduk ki iç kesimlere bu yardımlar koordine merkezi tarafından gönderilmiyordu. Adıyaman halkı öyle itidalli, imanlı ve teslimiyet sahibi bir milletti ki o durumda dahi kendilerine yetebiliyorlardı. Depremde zarar görmemiş olan halk kendi araç ve imkanlarıyla şehrin içerisinde gezerek mahallelerdeki insanlarına ihtiyaçlarının olup olmadığını soruyor ve cevap çoğunlukla “Allah razı olsun, ihtiyacımız yok” oluyordu. Artık her yerde gıda ve giysi vardı; ancak dedik ya koordineli bir çalışma hiçbir şekilde yoktu. Neredeyse her gün hissettiğimiz ve tecrübe ettiğimiz şey şuydu ki; artık orada millet vardı, eşya, erzak ve giysi vardı, gerekli olan her şey oluşmaya başlamıştı ki koordine yani devlet dediğimiz mücerret mefhum yoktu. Neredeyse hiçbir hadiseye hâkim olunamıyordu. Bütün hadiselere prosedür kültürü ve şekli idare hâkim olduğu için, bu tür spontane gelişmeler ve âna hükmedilmesi gereken olağanüstü durumlarda zekâ işletilemiyordu. Prosedür ve şekil işin ruhundan uzaklaşılmasına sebep oluyordu ki, her hadisede bu kıvam ve zekâ da ruha muhtaçtır. Adıyaman likayatsiz ve kabiliyetsiz ellerde inanılmaz bir imtihan yaşıyordu. Evet, bu afet yüzyılın en büyük felaketi olarak kabul edilebilir ve devletin hiçbir gücü tam mânâsıyla bunca bölgeye reaksiyon gösterip hadiselere hâkim olamaz; ancak bu süreç çok daha iyi yönetilebilirdi. Eşya ve hadiselere hâkim olmanın ne denli önemli olduğunu ve devlet dediğimiz organize sistemin hangi durumlarda açığa çıkarak varlığı veya yokluğunun hissedilebileceğini gördük. Asıl yüzyılın felaketinin, ruh ve ruhun işlevinden yoksun olan bu devlet sistemi olduğunu derin derin yerinde müşahede etmiş olduk.

Bu gibi afet ve olağanüstü hâl durumlarında işleyecek aklın şekilci devlet sistemlerini nasıl iptal hâle getirdiğini de tecrübe ettik. Sivil toplum kuruluşlarının organize çalışması ve tecrübesi dahi çok daha profesyonel bir görüntüye sahipti. Belki de ilk andan itibaren kontrol özellikle İHH gibi konunun profesyoneli STK’larda olsaydı çok daha hızlı yol alınabilirdi. Özelleştirme ise işte size özelleştirme…

Afetin unutulmuş yüzü Adıyaman’ın kaderini etkileyen en önemli detay, daha en başından valinin hadiseye karşı ilk tavrı ve sırasıyla dizilen koordinasyon sorunudur. Allah bu millete bir daha böyle acılar ve felaketler yaşatmasın. Şunu da eklemek istiyorum ki; bu durumlarda bizi en doğru işletim sistemine götürecek olan şey ruhtur. Yani idare şekli değil de idare ruhu gereklidir.

Ve İSLÂM BİR İDARE ŞEKLİ DEĞİL, İDARE RUHUDUR!

Aylık Baran Dergisi 13. Sayı Mart 2023