Gerçekliği estetik veçhesiyle özümleyebilmenin, arzularımıza-hislerimize bütüncül bir form giydirebilmenin, hâsılı, Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyada hakikatin tümüyle yüz yüze gelebilmenin tek yolu, “zevken idrak”tir.

İslâm dünyasının ortak hafızasını, dolayısıyla da ortak kültürünü şekillendiren ana yapı, Allah’ın iradesinin en bediî ve bedîhî ifadesi olan kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Zihin dünyamızı şekillendiren mânâ ve kültür âlemi bu ana yapıya dayanır, hayata bakışımızı yine bu mânâ ve kültür âleminden edindiğimiz kodlar belirler. Dolayısıyla, daimî bir devinimle hayat bulan kâinatı birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmek, suretlerde tecelliye gelecek mânâya en uygun formu giydirebilmek için, Allah’a Resûlü’nün gösterdiği yoldan bağlanmak esastır… Eşyadan yansıyan MUTLAK BİR’e dair ihsasları hissetmenin, işaretten işaret edilene yönelebilmenin yegâne yolu budur. Bu yolda elde edilen bilginin sezgisi imana özgüdür ve fiillerde esas olan sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Sahih bir kurala dayanmayan, keşfe evrilmeyen, sadece fizikî kavramlardan hareketle elde edilen bilginin sezgisinde ise imana aykırı bir durum söz konusudur; bizi, Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyanın hakikatiyle yüz yüze getirmez. Bu yolda yürüyen insanın bilgisi artsa da bilgeliği artmaz, âlim olsa da arif olamaz. “İlmi cehline alsa da ahmaklığını almaz.” Cahil değildir ama yobazdır. Gaflet, yanılma ve unutma ruhunu sardığı için keşfi kısa, ilmi işlerin iç yüzünü görmekten âcizdir. Bilgisizliğini değil de, bilgisini onaylayan şeylere bakma eğilimindedir, bilgisi arttıkça zihin karışıklığı, cahilliği ve kendini beğenmişliği de artar. Bütüne değer vermediği, duygularında bütünlük aramadığı ve bütünün düzeniyle ilgili bir çaba sarf etmediği için, kendisini bütünleyecek bütünleyicileri tanıma, Hakk’ın onlara giydirdiği hâli görmek gibi bir şansı yoktur, ihtimâller âleminin posası olarak kalmaktan öte bir yere gidemez. Buna mukabil, İlâhî nur içinde ışıldayana kadar, tıpkı maddeye biçim verir gibi ruhuna ölçü kazandıran, yakıtı hakikat ve marifet olan aşk ateşinde yanan, yalnızca Allah’a sığınan insana bilmedikleri de öğretilecek, tarifi imkânsız şeyleri düşünüp konuşma gücü verilecektir.

Kelâmın sırlarına eren, “Kurtarıcı fikir”leriyle “kurtuluş yolu”nun taşlarını döşeyen, bizi selâmete erdiren (bütünleyen) ve tek mutlak insanî değer olan büyük sanatkârlar bu kafiledendir. Dünya tarihi de Peygamberlerin ve onların varisi konumundaki bu güzel insanların tarihidir, insandan murad da sadece Allah’a teslim olan bu “gerçek insan”lardır. Zirve noktasında da Hakk’ın “sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım,” hitabına muhatap sevgili Peygamberimiz Hazreti M....... (s.a.v) var. Gaye-insanların dokunuşları, insanın sahih ve samimi olduğu tek andır ve harikadır. Onlardan taşan sevgi ve güzellik tüm engelleri aşarak birden bize ulaşır, bizi arındırır ve yeniler. Dolayısıyla, bu büyük insanların sevgisi ve eserlerinin gücüyle kuşatılan insan, taklid mesabesinde kalmamalı, onların elinden çıkmış bir sanat eserine dönüşmeye bakmalıdır. Gerçek talebe, gerçek mürid ve gerçekten seven bu dönüşümü gerçekleştirebilendir. Şayet tüm kazanç ve zenginliğinin bu kuşatılmışlıktan kaynaklandığını göremeyecek kadar körse insan, bir an önce onlardan uzaklaşmalıdır. Çünkü basit ve devşirme ruhların, zarif bir mîzaca ve seçici bir ruha sahip olan bu insanların yanında hiçbir zaman yeri olmadı.

“Allah güzeldir, güzeli sever.” ölçüsünden telmihen söylersek, hayatı estetiğin içinden yaşamanın ve bir şeyi güzelleştirmenin tek yolu onu sevmektir. Gerçekten sevebilmek için de yüce olanı tanımanız, güzelle hemhâl olmanız gerekir. Bu da bir eğitim, şuur ve kültür meselesidir… Hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmayı, üslup sahibi olmayı, anlamayı gerektirir… Güçlü üslup güçlü ifadedir, eğiticidir. Eğer bir tarzınız yoksa, ideal bir norm da oluşturamazsınız; formdan, düşünceye ve tutkuya yürüyemezsiniz. Anlamak ise başlı başına bütünlüklü ve derin bir “okuma”, muradı kestirme, hâl dilinden anlama meselesidir, öncelikle de bilgi ve hakikat mefhumlarıyla alâkalıdır. Bilgi her zaman hem bir tecrübe hem de bir zihnî dönüşümdür. Hakikat ise cüz’î değil, Küllî Akıl’ın emrindedir. Dolayısıyla hakikatleri bulundukları hâl üzere bilme becerimiz, Küllî Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb edebildiğimiz kadardır. Aksi taktirde, eşyadaki sır sonsuza kadar saklı kalacak, eşyada bizi ikaz eden işareti görmek gibi bir şansımız olmayacaktır.

Nitekim bizim zihin dünyamız böyle bir ortamda; aslıyla ilgisi olmayan bir anlayışın ürettiği modernist bir ortamda şekillendi. Moderniteyi, Batı Medeniyeti’nin en “ham softa ve kaba yobaz” Hıristiyan unsurları üzerinden öğrendik. Kurucu unsurlarımız hep dışarısı olduğu için, zihin dünyamız da hep kültürel emperyalizmin vesayeti altında oldu; kendimize ait bir bilim, edebiyat ve sanat üretemedik; bize ait olan bizim olmaktan çıktı, kendi kültürümüzü oryantalist versiyonuyla öğrenir hâle geldik. Gönüllü asimilasyona soyunan; kendi toplumunun mânevî ve estetik değerlerinin yüzlerce yıl üzerinde taşındığı intikâl metodlarını hor gören, bunları Batılı kavramlarla özdeşleştirme gayreti içine giren, entelektüel meraktan mahrum aydınımız, Batı’da üretilen sun’i kavramların Türkiye’deki kötü bir uygulayıcısı olmaktan öte bir yere gidemedi. Nihayetinde, hafızası bir gecede sıfırlanmış, kendi hazinesinin dilencisi konumunda yaşayan bir toplumun fertleri olarak, hâl dilinden anlamayan, ortam farkındalığından uzak, dilsiz ve dölsüz bir varlığa dönüştük. “İman zevken idraktir,” gibi temel bir prensibimiz olmasına rağmen, bundan pay sahibi olan, “zevk”ten bahseden aydınımız neredeyse yok gibi! Oysa gerçekliği estetik veçhesiyle özümleyebilmenin, arzularımıza-hislerimize bütüncül bir form giydirebilmenin, hâsılı, Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyada hakikatin tümüyle yüz yüze gelebilmenin tek yolu, “zevken idrak”tir. Nitekim İbnî Arabî Hz.’leri de, “Allah’ın Peygamberlerine bütün hâl ve durumlarla ilgili bilgiyi ‘zevk’ yoluyla verdiğini ve zevkten kaynaklanmayan bilginin, Allah ehlinin bilgisi olmadığını” söylüyor.

Bu durumda, bilgisi son derece acınacak hâlde, güzelle ilişkisi ilkel ve tekdüze bir seviyede kalan, kendi iptidaî anlayışına İslâmî bir mazeret uyduran, bunu da keskinliğine vehmeden ham halat insanın yaptığı ve tabiatının hicabı altında kalan ibadet zevk hâsıl etmeyecek, ibadetiyle vücuda getirdiği “eser”in de bir değeri olmayacaktır. Dolayısıyla, İslâm’a Muhatap Anlayışı temin edecek dil ve diyalektiğin önemi kavranmadan, bu dil ve diyalektiği maddî ve manevî bir zenginlikle tahkim edecek zihnî bir birikime sahip olmadan, zalimine aşık olma sapkınlığından kurtulup kendimizi sevmeyi öğrenmemiz, elimizdeki, her biri eşsiz bir zevkin numunesi değerlerin kıymetini bilmemiz, güzele sonsuz bir özlem duyup İslâmî zevki yansıtan eserler ortaya koyabilmemiz mümkün değildir. Zira “Bütün Fikir” yoksa, bütün bir dünya ve bu dünyanın karşısında duran bütün bir insan da yok demektir. Bu durumda birlik duygusundan, davaya bağlılık şuurundan da bahsedilemez.

Aylık Dergisi 184. Ocak 2020