Türkiye, yeniden bir “çözüm” sürecinden söz ediyor. Bu defa, daha düşük perdeden ama daha esaslı dinamiklerle. PKK'nın silah bırakmasından, Öcalan’ın yeniden devreye alınmasından ve YPG’nin bölgedeki pozisyon kayıplarından bahsediliyor. Fakat meselenin eşiğinde duran herkesin sorması gereken asıl soru şu: Biz neyi çözüyoruz? Gerçekten bir mesele mi çözüyoruz, yoksa meseleyi doğuran şartları evirip çevirerek yeni bir format mı tanımlıyoruz?

Kürt Meselesi olarak anılan bu başlık, doğrudan kavmî bir varlık talebinden ziyade, modern rejimin inşa ettiği kimliksizlik sorununun bir ifadesidir. Bir millet, kendisini tanımlayacak ortak paydadan –İslâm’dan– uzaklaştırıldığında, onun yerini alacak olan şey asla hakikî bir birlik olamaz; ancak bölünmeye müsait “suni kimlikler” ve “ideolojik aidiyetler” olur. Türkiye’de Kürt Meselesi’nin doğrudan rejimin zeminsizliğinden beslendiği apaçıktır. Çünkü bu ülkede Kürtler, Cumhuriyet’in başından itibaren “kardeş” kabul edilmemiş, “susarak yaşaması beklenen” bir azınlık muamelesi görmüştür. Fakat mesele, bu mağduriyetin de ötesinde, şu soruda düğümlenir: Bu kimlik talebi, ne adına ve hangi değerle yapılmaktadır?

İşte PKK bu noktada devreye girdi. Kendini Kürt halkının temsilcisi olarak dayattı ama esas itibariyle Kürtlerin değil, dönemin jeopolitiğinin çocuğu olarak sahneye çıktı. 1970’lerin sol sapkınlığından doğmuş, 80 darbesinin siyasî boşluğundan ve vahşetinden beslenmiş, 90’ların global dönüşüm sürecinde taşeronluğa evrilmiş bir yapıdan söz ediyoruz. O, ilk gününden itibaren bağımsız bir hareket değil; büyük güçlerin bölgesel planlarına uygun bir işlevle şekillendirilmiş aparattır. Hatta zamanla içindeki “Kürtlük” unsuru da bir sembole irca edilmiş, onun yerine Marksist-Leninist-Antiemperyalist iddiasıyla emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline gelmiştir.

Bugün PKK’nın silah bırakma söylemi, kendi iç muhasebesinin değil, jeopolitik zorunlulukların neticesidir. Amerika, 2010’lardan sonra YPG üzerinden bölgede kurduğu askeri düzeni revize etmek zorunda kalmış; Suriye sahasında Türkiye ile girilen yeni pazarlıklar, İran’ın yayılmacılığı ve Rusya’nın hâkimiyet kurma iştahı, PKK çizgisini sıkıştırmıştır. Yani mesele, PKK’nın “aklını başına alması” değil; oyunun kurallarının değişmesidir. Değişen bu tabloda PKK silahla değil, masada yer kapma hesabı yapıyor. Çünkü artık “silah” bir çözüm değil; çözülüşün bahanesi hâline gelmiş bulunuyor.

Fakat yine aynı hayal kırıklığı kapıda: Eğer çözüm, bu yapıların zihniyetini değil yalnızca pozisyonunu değiştirmeye yönelikse, bu bir “çözüm” değil; sadece yeni bir oyalamadır. Kürt meselesi, PKK’nın silah bırakmasıyla bitecek bir mesele değildir. Çünkü bu mesele, silahın gerisinde duran ideolojik ve rejim kaynaklı krizle alakalıdır. PKK sadece bir figürdür; onu doğuran bataklık ise hâlâ yerindedir. Ve bu bataklığın adı, Türkiye’nin hakikî kimliğinden uzaklaştırılmış hâlidir.

Türkiye, kendini ne Türkçülükle tanımlayarak bu meseleyi çözebilir, ne de sahte eşitlikçi liberal söylemlerle. Çünkü bu toprakların müşterek dili, kavim kimliği değil, İslâmî aidiyettir. Türk ile Kürt arasındaki asıl bağ, genetik akrabalık değil; kıble birliğidir. Aynı ordugâh, aynı cami, aynı halı ve aynı kitap… Bin yıldır bu beraberliği sağlayan, bu halkların İslâm’la kurduğu müşterek kaderdir. Bu kader ortadan kalkınca, kardeşlik de çözülür. Bugün Kürtlerin yaşadığı buhranın sebebi, sadece devletin baskısı değil; aynı zamanda kendi kimliğinden uzaklaşmalarıdır. Tıpkı Türkler gibi… PKK, işte bu yabancılaşmanın en radikal şeklidir. Kürt halkı, Öcalan’da kendi mukadderatını değil, başka bir milletin fikrî urbasını bulmuştur. O urba da Marks’ın, Lenin’in, Stalin’in ve Batı entelijansiyasının eskimiş giysisidir.

Çözüm bu yüzden sadece PKK’nın değil, Kürt halkının da kendi köklerine dönmesiyle mümkündür. O “kendilik”, kavmiyetçilik değil; İslâm’dır. Çünkü Kürtler, bu toprakların ilk Müslüman halklarından biridir. Selahaddin-i Eyyubi’nin evlatları, Marks’ın müridleri olamaz. O hâlde bu halkın hakikî kurtuluşu sadece silah bırakmak değil; hakikati kuşanmaktır. İslâm, bu halkın hem kimliği hem de haysiyetidir.

Ama bu tek başına Kürtlerin dönüşüyle olmaz. Türkiye’nin de kendine dönmesi gerekir. Mevcut rejim, sadece PKK’nın değil, bütün bu çatışmanın altyapısını besleyen bir sistemdir. Çünkü ne Türk’ü ne Kürt’ü kendi hakikatiyle tanımaktadır. Halkına ya modernist bir kimlik yahut yapay bir laiklik dayatan bu sistem, sahici bir birlik üretemez. Türkiye’nin yeniden birliğe kavuşması için, yalnız mahallî bir operasyon değil, rejimi değiştirecek bir inkılap gereklidir. Bu inkılap, İslâmî kimliğe dönüşten başka bir şey değildir. İslâm, yalnız fertleri değil; rejimleri de dirilten bir sistem sunar.

Bugün çözüm diye konuşulan şey, eğer yalnızca statü ve pozisyon pazarlığıysa, bu yeni bir çözüm değil; eski bir teslimiyettir. Fakat eğer bu sürecin merkezine İslâmî müşterek konulursa hem Kürt hem Türk hakikî birliğe kavuşur. O zaman silah susar, çünkü kavga edecek bir ayrılık kalmaz. O zaman haritalar değişmez, çünkü gönüller birleşir.

İşte bu yüzden mesele, bir çatışma değil; bir inşa meselesidir. Kiminle değil, neyle beraber olacağımızın sorusudur. O ne de, kim de bellidir: İslâm. Hem Kürt’e hak, hem Türk’e huzur sağlayacak tek cevaptır.

Ve bu da yalnızca bir barış projesi değil; bir diriliş davasıdır.