1970’li yılların sonuna doğru Amerika Birleşik Devletleri tarafından İslâm âleminde yeşertilen Yeşil Kuşak Projesi, bugüne kadar hep Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inmesine karşı bir strateji olarak değerlendirildi. Kabaca bahsedecek olursak, olası bir Komünist tehdidine karşı Müslümanlarla aynı müşterek paydada buluşan Amerika, bölgedeki İslâm ülkelerine hamilik edecek ve böylelikle Amerika, Sovyetlerin Akdeniz’e inmesine engel olurken, Müslüman ülkeler de olası bir komünizm tehlikesinden korunmuş olacaklardı. Peki, hakikat böyle miydi? Değildi elbet. 1970’li yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Danışmanları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılacağını hesab etmiş ve bundan sonraki dünyada Amerika’nın çıkarlarını tehdit edecek bir İslâm tehlikesine karşı tedbir alıyorlardı. Komünizm tehlikesi, Amerika’nın İslâm ülkeleriyle kurmuş olduğu münasebetlerin “meşruiyetinin kaynağını” teşkil ediyordu.

Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla beraber İslâm ülkelerinde kurulan rejimler savrulma yaşamışlarsa da, milletler nezdinde İslâm, meşruiyetin, alenen ya da zımnen yegâne kaynağı olmayı sürdürmüştü. Türkiye özelinde meseleye bakacak olursak, kurulan Lâik Kemalist rejim, İstiklâl Mahkemeleri’nden başlayarak büyük bir kin ve nefretle Müslümanları Anadolu’dan silmek için davranmışsa da bunun bir netice vermediği, meşru olmayan hiçbir anlayışın uzun vadede yerini koruyamayacağı belki de en iyi şekilde kendisini bu topraklarda göstermişti. İslâm, kuyrukçu iktidarlara rağmen Müslüman ülkelerin milletleri nezdinde meşruiyetin bir numaralı kaynağı olmayı sürdürüyordu. Bunu gören Amerika, zıt kutubda yer alıp, kaybetmesi mukadder bir kavgaya girmek yerine, Müslüman ülkelerden devşirdiği tiplerle meşruiyet dairesinin içinde kalmak suretiyle Müslüman ülkeleri teslim almak yolunu benimsedi. 

Tekrar Türkiye özeline dönecek olursak… 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber bu projenin Amerika’nın elinde patlayan fazlarından birine hep beraber şahitlik ettik. Türkiye’deki büyük bir çoğunluk, 15 Temmuz gecesi FETÖ’nün yenilmesiyle beraber Amerikan projelerinin sona erdiği gibi bir algıya kapıldı. Oysa ki Amerika’nın bu maksatla Türkiye’de yatırım yaptığı tek kesim FETÖ değildi. Bugün baktığımızda görüyoruz ki; birçok siyasetçi, siyasî parti, köşe yazarı, STK, düşünce kuruluşu, sermaye ve etkileyici pozisyonda bulunan birçok kimse, organik olarak FETÖ ile bir bağlantısı olmasa bile yine aynı kaynaktan, İslâm’dan meşruiyet bulup, FETÖ ile aynı zihniyeti ve ortak hedefleri paylaşıyor. 

Geçtiğimiz hafta gerçekleşen belediye seçimlerinde, Lâikliğin ve Batıcılığın ithâlatçısı, Kemalist zihniyetin imâlatçısı CHP’nin bile, kendi kendini inkâr etmek bahasına meşruiyetin İslâm’da olduğunu kabul ettiğini görmedik mi? İstanbul adayı Ekrem İmamoğlu cami cami geziyor, seçimi kazanan CHP’nin Ankara il teşkilâtı tekbirlerle inliyor, Bolu seçimlerini kazanan belediye başkanı Kur’an-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor falan. At izinin iti izine karışması budur herhâlde.

İstismar
Bütün mesele, kaynağını İslâm’da bulan meşruiyeti istismar edip, Türkiye’yi Amerika’nın dümen suyuna sokmak ve bir daha oradan kendisini kurtaramaz hâle getirmek. Böylelikle de Anadolu’da düşen İslâm sancağını Amerika, Yahudi Devleti ve diğer Batılı ülkelerin çıkarlarının aleyhine olacak şekilde yeniden doğrulmasına mâni olmak. Bunun ötesinde İslâm âleminin geri kalanı üzerinde de Türkiye üzerinden meşru bir şekilde inisiyatif sahibi olacak kapıyı yabancılara aralamak.

Bu öyle kuru kuruya bir ihanet işi de değil he. Hem zaten umumiyetle kimse hainlik olsun diye ihanet etmez. Türkiye’deki bu iş, zihnen teslim alınmış vasat tiplerin, memleketin istikbâlini, bildikleri en büyük kudret olan Amerika’ya teslimiyette görüyor oluşlarının yansıması. Akılları sıra Anadolu’yu Amerika ve Yahudi Devleti’ne peşkeş çekip, memleket kurtarıyorlar(!).  

Çare
Peki, milyarlarca insan nezdinde meşruiyetin kaynağı olan İslâm, nasıl bu kadar kolay bir şekilde istismar ediliyor? Bu suâlin cevabı, istismarın kaynağını bize gösterdiği gibi aynı zamanda çaresini de bünyesinde saklıyor. 
İslâm’ın bu kadar kolay istismar edilmesindeki tek sebeb, hakiki bir İslâmî bir rejimin varolmayışı dolayısıyladır.

Hakiki bir İslâm devletinin teşekkül ettirilememiş olması, Müslümanların memleketlerinde bir zaafa dönüşüyor, yabancıların müdahale etmekte kullandıkları bir açık kapı hâlini alıyorsa, o zaman bunun çaresi hakiki İslâm devletini teşekkül ettirmektir.

CHP bile bugün meşruiyetin kaynağının İslâm olduğunu kabul ediyor, İslâm önünde dize geliyor ve bir seçim kazanmak için buna oynuyorken, yapılması gereken bu meşruiyetin kaynağını hâkim kılmak değil midir?
Meşruiyetin kaynağı olan İslâm’ı istismar etmek noktasında herkes müşterek bir paydada buluşuyor maşallah(!). Buna karşılık Lâik Kemalist rejimin kötülüğünden kaynaklanan rant ve ferdî çıkardan da kimse vazgeçmek istemiyor. Hâl böyle olunca bundan en çok etkilenen devlet müessesesinin bizzat kendisi oluyor. Herkesin kendi menfaati peşinde koştuğu yerde ferd ile cemiyet arasında muvazene kurulamaz ve orada devlet müessesesi değil, olsa olsa çıkar amaçlı organize bir suç şebekesi teşekkül eder. 

Devlet Olmak
Ferdî veyahut belli kesimlerin menfaati merkezinde işletilen “devlet” müessesesinin kelekliği, içeride adalet duygusunu tahrib ederken, kendisini en açık hâliyle dış politikada gösterir. Bugün bilindiği üzere Cezayir, Libya, Sudan, Suriye’nin Kuzeyi, İdlib ve Filistin’de, Türkiye’nin milletlerarası bekâsını alâkadar eder mahiyette birçok hadise cereyan ederken, Türkiye’nin birinci gündem maddesi ne yazık ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir ülke çapındaki rantını kimin yiyeceği meselesidir.

Bakın bu kakafoninin bizzat kendisi aslında ne kadar büyük bir bekâ meselesi doğuruyor görüyor musunuz? Daha da müşahhaslaştıracak olursak: Seçimlerden önceki hafta Amerika’da gerçekleşen AIPAC(Amerikan Yahudi Devleti Kamu İşleri Komitesi) kongresinden bahsetmiştik hatırlarsanız. Sizce, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin istihbarat teşkilâtı yahut Dışişleri AIPAC kongresini takib etti ve Cumhurbaşkanı’nın önüne, bu kongrede yapılan görüşmeler, bu görüşmelerin muhtevası ve alınan kararlarla alâkalı bir dosya hazırlayıp, sundu mu? Hatta bu soruyu bir adım daha ileri götürüp şunu soralım: Bütün varlığını Türkiye’nin tarihî mânâsını ortadan kaldırmaya, toprak bütünlüğünü bölüp parçalamaya ve bu parçaları bir bir yutmaya adamış, içeride ve dışarıda cereyan eden hadiselerin gözden asla kaçırılmaması gereken merkezi Yahudi Devleti’nin Amerika Birleşik Devleti üzerindeki nüfuzunu kullanarak işlettiği bu diplomasi kongresi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin konu ile alâkalı olan müesseselerinin umurunda mı? Devlet olmak bu işleri takib etmeyi icab ettirmez mi? Ettirmiyorsa bu kadar devlet müessesesi niçin var?

Ayrıca kuru kuruya ferdî çıkar peşinde koşmanın da haddini aştığında zıddına inkılâb eden bir husus olduğunu da unutmamak gerek.  

Başka Yol Yok!
Hakiki bir İslâmî rejim tesis edilmediği için meşruiyetin kaynağı olan İslâm, muhtelif menfaatler için “araçsallaştırılıyor”, bir istismar vesilesine dönüşüyor ve devlet müessesesi bu sebeble işlemez hâle geliyorsa, o zaman yapılması gereken, bu sorunu çözmek ve bunun için de gerçek bir İslâm devletini teşekkül ettirmektir. Amerika yıllar evvel bunun şuuruna ermiş ve Müslüman ülkelerin bu zaafı üzerinden hesabını kitabını yapmışken, bizim içimizdeki Müslümanların bu vaziyeti layıkıyla idrak edememiş olması kabul edilebilir değildir.

İçeride birlik ve beraberlik ile dışarıda varlığımızı tehdit eden bekâ meselesini çözüme kavuşturmak için bundan başka bir çaremiz yok. He, tüm bu meselelerimizi yukarıdan aşağıya, sağdan sola çözüme kavuşturacak başka bir teklifi olan varsa, biz ona uymaya hazır olduğumuzda peşinen ifâde edelim. Ama yok, “bu ahvâlden banane” deyip, hâlen “benim çıkarım” diye dolaşanlar da kusura bakmasınlar. Bunu geciktirmenin, takoz olmanın ve maliyeti yükseltmenin bir bedeli olacağını da unutmasınlar! 

Baran Dergiis 639. Sayı