Kanunî devrinin sonlarından itibaren ulemamızın “efradını ve ağyarını” kavrayış ve tasnif cehdi, İslâm topraklarından göğe yükselmiş ve geriye iskelet nev’inden bir şey bırakmıştır. Üzerine eğildiği her meselede o meselenin hakkını verici derin bir anlayış kazanma cehdi. Lugatte anlayışın karşılıklarından biri olarak “fıkıh” tabirini görüyoruz. İmam-ı Gazalî Hazretleri fıkhın ilk yüzyıllarda anlayış olduğunu, sonradan fürû’ fıkıh meselelerine indirgendiğini söyler; yani zamanla, akıl atının koşturulacağı alan daraltılmış ve şeriatla zamana köprü olması gereken Fukaha, bu niteliğini topluluk bazında yitirmeye başlamıştır. Daha İmam-ı Gazalî devrindeki manzaradır bu. 

Allah’ın kanunu icabı zaman ruhlarda ve dolayısıyla kültürlerde değişimlere yol açar; ama az, ama çok. Şeriatte bir eksiklik düşünülemez ve şeriatın hâkim olduğu bir ülkede içtimaî yapıda husûle gelen/gelebilecek olan her türden olumsuzluğun kaynağı, şeriatı tatbikle mükellef kadro ve kurumların zaafiyetidir. Sorumlulukları da işgal ettikleri mevkiye göre sıralanır. 

Tatbik anlayışındaki en büyük zaafiyet, cemiyeti tepeden tırnağa esir alan cehdsizlik, alışkanlık ve şekilcilik diye de tabir edebileceğimiz yobazlık ve sathi softalıktır. Yani bir İslâm ülkesinde zaafiyet görülüyorsa, eksikliği olsa olsa bu yobaz ve softaların tahtalarında aramak icap eder. Tahta eksik olunca da edep anlayışında sıkıntılar doğuyor ve hâllerine bakmadan içtihada yeltenerek güya ümmeti düştüğü açmazdan kurtarmaya çalışıyorlar. Bir kısmı ise “fürû’ fıkh”ı kastederek kurtuluşumuzun ona uymakta olduğunu söylüyor ki şuurlu bir Müslümana bunu söylemek büyük bir hamakat örneğidir; zira Sünnet ve Cemaat Ehli’ne tâbi olduğunu söyleyen biri fıkhî kaidelere tâbiyetini peşinen kabul etmiştir ve “Bir günü bir gününe eş geçen hüsrandadır” ölçüsünün dışına düşmemekle mükelleftir zaten… İşin başı, “nasıl-niçin”dir ki bu da “fıkıh-fehm” dediğimiz “İslâma Muhatap Anlayış”tır. Din, ahlâk, hukuk silsilesi de dahil tüm beşerî teşekkül şubelerini yerli yerine koyan “teorik dil alanı” bilgisine sahib olduğumuz sürece akvaryumun dışından bakan biz oluruz, içinde dolanan ise şuursuz Allah düşmanları…

Teşbihte hata olmaz; bir diferansiyel denklemi çözebilmek için çözülmesi gerekene nazaran bir metod üretirsin ve bu metodu uygularken kullandığın işlemler her zaman kabul gören, sabit işlemlerdir. Fakat bu işlemleri bir metod ile kullanmadığında, zaten kendisi ile çözüleceğini peşinen kabul ettiğin işlemler, denklemi daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokabilir. Hâlbuki toplama, bölme, integral, türev vesair kurallar yerinde duruyor fakat bunları denkleme tatbik edecek bir diyalektik-metod yoksa problem de yerinde durur. İşte bu metod, İslâma Muhatap Anlayış olan “Büyük Doğu-İBDA” ideolocyası; işte işlemler, fürû’ fıkıh kaideleri… Bu iş sadece bu kaideleri bilme ile olsaydı ortaya Musa Kâzım Efendi ve Ebusûud Efendi gibi iki ayrı tip çıkmazdı; ikisi de “Şeyhü’l İslâm” payesine ermiş fakat biri o ilimle küfre çakılırken öteki gökteki yıldızlar misali parlamış ve bize de izzet vermiştir. Demek ki arada “anlayış” farkı var…

Kendilerinde İslâm (!) adına konuşma hakkını vehmedip, mücerret mefhum hâlinde “ideolojiyi” İslâm dışı göstermeye yeltenenlerin düştüğü en büyük şuursuzluk örneği, İslâm’ın vazettiği kanunların, herhangi bir ideolojinin kanunlarından muayyen bir alanda daha üstün olduğunu söylemeleri ve hatta zanlarını isbata yeltenmeleridir. “İslâm ideolojilerin seviyesine indirilemez!” doğrusuna sarılan bu yanlış zevat, acaba İslâm’ı muhtelif ideolojilerle kıyaslarken işledikleri cinayetin farkına varamayacak derecede mi taş kafalıdırlar? İdeolocya vasıta sistemdir ve neye vasıtalık ettiğine göre makbul veya merduddur. Ve “İslâm ideolojilerin seviyesine indirilemez” deyip her tür rezilliği halk avcılığı siyasetiyle halka yutturma hakkını “peşinen” kazanan hain tiplere bakıp denmesi gereken şudur: Evet İslâm mukayese edilmez, ama sen İslâm’ın kendisi değilsin ve gayet güzel mukayese edip ahmaklığını sergileyebilirim.

Esasında “Büyük Doğu-İBDA” İslâm’ın emir subaylığıdır!”dan başka laf etmek zulümdür. Ezcümle, fıkıh adına Büyük Doğu-İBDA fikriyatına ağız bükmek haşa şeriatle şeriate karşı çıkmak gibidir. Ünlü Hanefî âlimi Kâfiyeci’nin dediği gibi “adalete bundan daha çok benzeyen bir zulüm görmedik.”


Baran Dergisi 640. Sayı