Büyük Doğu-İBDA, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden (k.s.) beridir beklenen mütefekkirin örgüleştirerek çağının diyalektiğini kurduğu fikir sistemidir. Dünyada bir başka misli bulunmayan bu fikir sisteminin mümeyyiz vasıflarından biri ise Şehid Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun deyişiyle “Has Oda sırrı”na nisbetle inşa edilmiş olmasıdır. Has Oda tâbiri ise Nakşibendî yolunu işaret eder. Büyük Doğu-İBDA külliyatı tasavvufî içeriklidir ve bu külliyatta, birer zarf halinde verilen fikri anlamaya çalışmanın birkaç yolundan biri herhalde tasavvuf klasiklerine, özellikle Müceddidî-Halidî yolunun eserlerine el atmak olsa gerek. Bu meyanda biz de Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretleri’nin (k.s.) şeyhleri Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin (k.s.) yüce şahsiyetlerini ve “Mekâtib-i Şerîfe” eserlerinde mevcut olan bazı görüşlerini yazımızda konu edineceğiz.
*
Gulâm Ali Dehlevî yahut Abdullah-ı Dehlevî ismiyle bilinirler. Babaları rüyasında Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz’den aldığı emir üzerine ismini “Ali”, anneleri Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nden (k.s.) rüyada aldığı işaret üzerine “Abdülkadir”, amcaları ise “Abdullah” koymuştur. Kendisinden mektuplarında “Gulâm-ı Ali” yani “Ali’nin kölesi” şeklinde bahsederler. Büyükler arasında ise “Şeyhüşşuyûh” olarak bilinir. Altun silsilenin 29. kolbaşısıdır. “ABDULLAH Dehlevî Hazretleri, Esseyid Abdülhakîm Arvasî’den geriye 5. büyük; İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden ileriye 6. oluyor. Kısaca “Tıla-i On İrânî-Mehdî’yi Hâmil 10 süvarî”den biri…” 22 yaşındayken mürşidleri Şehid Mazhar-ı Cân-ı Cânan Hazretleri’ne (k.s.) kapılanıyorlar, 15 sene içerisinde ulaştığı makamlar eşsiz… İrşad için icazet alarak Nakşibendî yolunun ziyalarını yaymaya başlar; Mevlânâ Hâlid Hazretleri’ni avlayarak Müceddidî nisbetini Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayar. Makamat-ı Mazhariyye, Mekâtib-i Şerîfe, Dürrü’l Meârif isimli üç eseri vardır; son iki eseri bağlıları derlemiştir.
*
Şeriate eksiksiz ittiba, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nde de kemâl hâlindedir. Mektuplarının derlendiği Mekâtib-i Şerîfe’de vahdet-i vücud sırlarını izhar edenlere, hatta o mertebeden bîhaber fakat o mertebeden konuşanları sert sözlerle tenkid ederler: “Riyazet ve mücahedeler ve muhabbetin galebesi sebebi ile bu marifet (vahdet-i vücud) kime keşf olursa, bu onun için hüccet ve sened olup, başkası için olamaz. Taklîd ve hayâlin hevasına ve vehme mağlup olup, tevhîd kitaplarını okumakla, vahdet-i vücud ehlinin sözlerini dile alanı, Müslümanların kadısı cezalandırır.(...) Her şey O’dur diyenler, sekrin galib olduğu ve bu tevhîd hâllerinin kapladığı zaman söylüyorlarsa, mahzurdurlar. Lâkin Mansûr’un darağacı da yerinde durmaktadır.” Abdullah Dehlevî Hazretleri vahdet-i vücud ile vahdet-i şühud arasındaki farkı şöyle bir teşbihle anlatır: “Tevhîd-i vücudide mahlûkun vücudu görünmüyor, örtülüyor. Tevhid-i şühudide ise mümkünün vücudu, Hak sübhanehünün müşahede aynası oluyor. Her ne kadar güneşin parlak ışıklarında ayna görünmüyorsa da, aynanın kendisi vardır ve tevhid-i şühudide ayna da görülmekte, kendi parlak hâlinde yerinde durmaktadır. Tıpkı güneşin ışıklarının şiddetinden yıldızların görülmemesi gibidir. Yıldızlar görülmedikleri için yok olmamışlardır.” Abdullah Dehlevî Hazretleri, vahdet-i vücud makamının Nakşibenî nisbetinde, salike yolun ortalarında vâki olduğunu ve bu makamdan geçerek vahdet-i şühuda, oradan da İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin belirttiği daha yüce makamlara ulaşılacağını söyler. Zaten bahsettiği makamda şeriat hükümlerinin inceliklerine vâkıf olunarak ona tâbi olmaktan başka bir şey kalmadığından bahseder. Şeriat hükümleri bizim gibi avama “bütün üstüne örtülü parça” olarak gözükse de, mütefekkirler ve îşân o “bütün”ü görerek, o hükümdeki asıl hikmete muttali olmuşlardır.
*
Uzun zamandır zihnimi meşgul eden bir mesele olan, Nakşibendî yolunun bazı kolbaşılarının eserlerinin “üfürükçü” yayınevleri tarafından basılması idi. Bunun sebebi olarak hak sözden başka bir kelâm etmeyecek o velilerin bazı sözlerinin istismar mevzu olabileceği aklıma gelmişti. Fakat Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin bu hususta verdikleri bir misâl ziyadesiyle rahatlamama vesile oldu: “Hazret-i Müceddid (r.a.) Nakşibenî nisbeti üzere teslîki (mürid yetiştirip kemâle getirmeyi) almışlardır. Çünkü bu yolda şeriate uymak ve vera ve takva sahibi olmak esas maddedir. Aynı zamanda Ashab-ı Kirâm’ın (aleyhümürrıdvan) nisbetine büyük benzerliği vardır. Hâce Ubeydullah Ahrar’a babaları tarafından ulaşan ve vahdet-i vücud sırlarıyla alâkalı olan Ahrârî nisbetinde bazı ayak kayma yerleri bulunabileceğinden o nisbetle tâlib ve sâlik yetiştirmediler.” Son iki asırdır Nakşîliğin Halidiyye koluna, Kemalistler ve onların ibahî şeyhleri tarafından açıktan yöneltilen okların sebebi, bu sözlerin işaret ettiği, bir “acaba”lık pay dahi bırakmamacasına şeriate iliklerine kadar bağlı olması; belli olmuyor mu?
*
Dönemin emirinin İngiliz hükmü altına girmesiyle beraber, İngilizlerin Müslüman halkı ellerinde tutabilmek adına kanaat önderlerini satın alma stratejileri gereği Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhına da para yollanmıştır. Hazret “Emirü’d Devle Nevvâb (Vezir) Sahibe bu durumdan bahs etmeyiniz. Gönderilen parayı kabul edemiyeceğim. Ömrümün bu son deminde fakr, kanaat, sabr ve tevekkül yoluma bir ayıp ve kusûr gelmesinden korkarım.” diyerek cevabını İngilizlerin vekili Meyân M. Hasen’e iletmiştir. Bu “lâ havle” tonundaki cevabın arkasından aynı nisbeye sahip ve çağdaşı muhaddis-mutasavvıf Şah Veliyullah Dehlevî Hazretleri, Hindistan’da İngilizlere karşı ilk cihadı ilan edecektir.
*
Kumandan Mirzabeyoğlu’nun her çağın ihtiyacına cevap verebilecek bir fikir sistemi ve buna bağlı bir diyalektik oluşturulması lüzumundan (ki kendilerinin yapmış olduğu da budur) bahsetmesi ile Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin şu cümleleri birbirini aça aça Hakikat-i Ferdiyye ve topluluk hakikatine değinmektedir: “Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bütün kemâllere sahip idi. Lâkin her asırda, ümmetten o vaktin istidadına uygun olanları zuhur eder. Mübarek bedeniyle alâkalı kemâller, az yemek, cihad etmek ve ibadet etmek gibileri olup, bunlar sahabeyi kiramda ortaya çıktı. Mübarek kalbinden hâsıl olan kemâller, istiğrak, bîhodhi, zevk, şevk, ah, feryad ve tevhid-i vücudi sırları gibi hâller Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’nin dilinden ümmetin evliyasına zâhir oldu. Mübarek nefs latifesinin kemâlinden neş’et eden kemâller, bâtın nisbetinde izmihlâl ve istihlâk olup, Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nden itibaren Nakşibendî büyüklerinde görülmüşür. Resulullah’ın mübarek “M…….” ism-i şerifinden neş’et eden kemâller, İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri’nin devresinde ortaya çıkar.”
*
Her zaman şehîd olmayı arzu ederlerdi. Lâkin buyururlardı ki: “Mürşidim ve üstadımın, yani Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar fazla oldu. Onun için şehîd olmaktan vazgeçtim.” 22 Safer 1240 (m. 1824) cumartesi günü kuşluk vaktinde, murakabe halinde iken bu dünyadan ayrıldılar. Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin divanından bir beyt: “O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baş tacı, büyüklerin reîsi, müşkillerde müracaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya da’vet edici, çağırıcıdır.

O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; “Ey emsallerine rehber olan zât” diye hitâb et.

Nefsi hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.”


Baran Dergisi 615. Sayı