Bir devletin rejimi, o devletin ahlâkını yansıtır… Devlet, üzerine tesis edildiği rejime göre vatandaşına ve dahi dışarıya uygulayacağı siyaseti belirler. Rejimin (ahlâkın) müşahhaslaşmasıyla da kanunlar meydana gelir ve bu kanunlar bir nevi rejim muhafızıdır; insanın fıtratına hitap eden rejimi korumanın, insanı korumak demek olduğunu bilmem söylemeye hacet var mı? Yine günümüzde bütün devletlerdeki rejimler insan tabiatını, kendilerine uydurmak için bozmaktadır. Molla Sadreddin Yüksel Hocaefendi, Muhammed İslamoğlu müstearıyla yazdıkları “İslam Açısından Laiklik” risalesinde görüşümüzü teyid edecek şu sözleri söylüyor: “(…) Zira devlet fikri İslâm nizamının bir gereği, icabı hatta korunması için zarurettir. Aksi takdirde İslâm nizamından başka herhangi bir rejim Müslümanlara uygulanırsa onların inanç ve dinleriyle ters düşer ve nihayet sayısız huzursuzluklara da yol açar.” Bu pasajdan İslâm’da devletin, İslâm nizamını (yani şeriatı) korumaya memur olduğunu ve nazikçe belirtildiği üzere bir Müslümanın dinine muhalif olan rejimlere karşı nasıl konum alması gerektiğini de çıkarabiliriz. Muhalifle kasıt sadece Müslümanları taciz eden rejimler değil elbet; “Bizden olmayanlar bize zıttır, bizimle toplanmayanlar dağıtır” hikmetli sözüne binaen İslâm hariç bütün rejimlerdir.

Hilâfet Müessesesi Neden Gerekli?
Molla Sadreddin Yüksel mezkûr eserinde “İslâm hem dindir, hem devlettir” demektedir, Osmanlıca terkib olunmuş şekliyle “dîn ü devlet”. Yani İslâm’ın devletleşmesi mukadderdir; ister adına cumhuriyet densin, ister emirlik, isterse Başyücelik… Mühim olan ve emredilen şeriatin icrasıdır, gerisi bir nevi klişeden ibaret… Son Şeyhü’l İslâm Mustafa Sabri Efendi hilâfetin, şeriat kanunlarını koruyup tatbik etmekten başka vazifesi olmadığını söyler. Şeriat içinde, devlete taalluk eden ahkâm oldukça geniş yer tuttuğundan sebep, hilâfetle devletin eşdeğer olduğunun altını çizer. Bunu görmezden gelmenin de Kur’an ve hadislerin yarısını reddetmek olduğu ikazında bulunur. Bu tanımda lafzî birtakım farklılıklar da olsa, âlimlerce icmâ vardır, lafın fazlası ise herhalde “muhafazakâr”a anlatılır. Şimdi buna rağmen hilâfeti Papalık ile müsavî tutup, sonra “İslâm’da ruhban sınıfı yoktur” diyerek efsane çapında bir gerizekâlılık örneği ortaya koymak, sırf hükümetine, devletine laf gelmesin diye “emperyalizm taşeronu birçok örgüt hilâfet ilan etti de ne oldu, müessese kötüye kullanıldı” demekten daha tutarlıdır; madem öyle senin devletin ilan etsin! Ya çanağını yaladığın devletin hilâfetin şartlarını haiz olmadığına, zıt olduğuna inanıyorsun, yani güvenmiyorsun; ya şeriat düşmanısın: Her iki şartta da imansızsın! Her topluluğun tabii olarak ağzına baktığı bir lider vardır. İnşaatta usta, tersanede formen, gazetede genel yayın yönetmeni vesaire... İş Müslümanların başı olması zorunluluğuna gelince ne hikmetse bu, sanki çağ dışı gibi görülüyor. Mezhepsizlik sadece ibadete yönelik işlerdeki bir galat değildir; devlet sistemi ve rejimde İslâm kanunlarının dışındaki rejim ve devletlere inanış ve rızada da mezhepsizlik kendini gösterir.

Kemalizm Fitnesi
Hadis-i şeriflerde bildirildiği üzere Deccal’in fitnesi 40 sene sürecek, fakat Kemalci fitne Deccal’e rahmet okutmuş durumda ki 100 senedir sürüyor. Bu kimi zaman cepheden İslâmı toslar gibi görünür, kimi zaman da ihtilâlci hareketlerin önünü alabilmek adına takkeli Kemalizm kostümü ile kamufle olur; tıpkı günümüzdeki gibi... Ne yazık ki Büyük Doğu-İBDA bağlılarından başka kimse de bu hâlden rahatsız değil; herhalde meselenin künhünü göremiyorlar.

Ayasofya Camii’nin cami dışında herhangi bir biçimde açık veya kapalı olması da Müslümanların esaretini ifşa eden, Kemalist zorbalığın hâlâ dimdik ayakta olduğuna delil bir remzdir. Ayasofya ibadete açılınca mücadelemiz bitecek mi? Elbette hayır; asıl hedefimiz insanca yaşanmaya değer hayatı birkaç asırlık bir inkıtadan sonra tekrar tatbiktir. Bu hayatı insanımızın yaşamasını haram kılmaya niyetli namussuzlar da, Ayasofya’nın cami olarak açılmasını istemezler.

Bu arada kimilerinin de “maslahat” icabı Ayasofya’nın ibadete açılmasına karşı çıkmalarını da şiddetle kınıyoruz. Bari delikanlı gibi deseler “açamayız, zira (rejim olarak) bağımsız değiliz” diye, gene bir nebze kabul ederiz, lakin hem mangalda kül bırakmayıp hem de böyle titrek tavırlar göstermek inanın milletin tepesini attırıyor.

16 Mart 2019 Cumartesi günü Anadolu Akıncıları öncülüğünde gerçekleştirilen ve artarak devam edecek Ayasofya eylemlerini tezgâh olarak gören de Batı’nın veya Avrasya’nın veya şimalin veya cenubun tezgahında dilenmeye devam eder!

Mutlak Adalet!
Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” ismiyle maruf konferansın başlığı dahi davamızı açıklamaya kâfi. Şöyle ki; Halvetilik yolunu sistemleştiren Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri (k.s.) bir siyasetnâmesinde “Mutlak Adalet-Adl-i Tâm” mefhumunu şu veciz sözlerle açıklarlar: “Ey azizim bilmiş ol ki, velâyetin kemâli, cemâl ve celâl olmak üzere iki sıfata bağlıdır. Bir başka açıdan biri zâhir diğeri bâtındır. Zâhirin hükmü pâdişâhlara havale olunmuştur ve zâhir daima bâtından inkişâf eder, gıdasını bâtından alır. Bâtın ise yaradılışın rehberleri olan kâmil evliyalara havale edilmiştir. Âlemin nizam içre devamı bu ikisinin (pâdişâh-evliya) varlığı ile sabittir. Bilmiş ol ki pâdişâhların varlığı ile velâyetin bir sıfatı hâsıl olur ki bu adâletin yarısıdır. Hazret-i İzzet olan Allah, pâdişâhlardan, adâlet nimetinin bu cihetten tamamlanmasını ister. Çünkü adâlet tamam olmayınca velâyet kemâl bulamaz. (...) Diğer cihet ise adâletin bâtınıdır ve işin bu kısmı velîlerin Hakk’a olan teveccühlerine bağlıdır. (...) Tam adâlet zırhı ile korunmak herkes için aslî ihtiyaçlardandır. (...) Adâletin mertebeleri hakkında azıcık da olsa malûmat verildi ki adâlet arayışında olanlara yardımcı olsun. Adâletin perdeli olduğu yerde elbet söz de kısadır ve akıllar bunu anlamaktan âciz kalmıştır.”
Buradaki padişahı, Osmanlı padişahı diye almayın; devletin idaresinden mutlak mesul kişidir padişah…

Baran Dergisi 636. Sayı