“Rabbim, Rabbim, bu işin neymiş Türkçesi,

Senin aşkın ateştir, ateşin gönül bahçesi.”

Geride bıraktığımız yüzyılın kültür, sanat, edebiyat, tefekkür ve aksiyon açısından olduğu kadar; siyasî ve edebî  polemikleri, rûhî arayışları, davası uğruna çektiği çileleri ve pervasız duruşuyla Necip Fazıl Kısakürek, anılmaktan ziyade anlaşılması gereken en önemli şahsiyetlerden biridir. Onu anlamak ve özümsemekle, bir yandan Üstad’a karşı vefâ borcu ödenirken, diğer yandan kültür mirasımızın çok kıymetli bir değerine sahip çıkılmış olacaktır.

Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki birçok alanda olduğu gibi, kültür adamlarımıza ya yeteri kadar değer vermiyoruz, onları yahut ideolojik perspektiften yaklaşarak, anlamaya çalışıyoruz. Bu durum, belki de en çok Necip Fazıl Kısakürek için geçerlidir.

Roman, hikâye, deneme, şiir, piyes ve tiyatrolarıyla yüz civarında eser vermiş olan Üstad hakkında yapılan ciddî çalışma ve araştırmalara baktığımızda, bir elin parmaklarından biraz fazla olduğu görülmektedir. Hâlbuki günümüzde en üst düzeydeki siyasîlerden, yeni yetişen gençlere kadar herkesin, onun şiir ve görüşlerini çeşitli şekillerde ve ortamlarda dillendirdiklerini görüyoruz. Hatta, o savunduğu fikirlerin sembol ismi olmuştur. Bu da bize, toplumumuzun onu daha fazla tanımaya ve anlamaya ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.

Necip Fazıl, sadece tek yönüyle temayüz etmiş bir şahsiyet değildir. Şiir, tiyatro, piyes ve roman yazarı, tefekkür dava ve aksiyon adamı, gençlik sevdalısı ve kendine özgü bir derviştir. Bu sebeple, siyasî, edebî, felsefî ve tasavvufî açıdan ayrı ayrı değerlendirmek, onun anlaşılması açısından daha faydalı olacaktır. Ancak biz bu yazımızda onun daha fazla ön plana çıkmayan, fakat, görünenlere nazaran aysbergin görünmeyen yanı kadar büyük, güçlü ve önemli olan tasavvufî yönünü incelemeye çalışacağız. Onun eserleri dikkatlice incelendiğinde, tasavvufî bakış açısının ne denli güçlü olduğu hemen ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun gibi tasavvufun ruhunu kavramış kişilerin tanınmasının ne görüşlerinin bilinmesinin, tasavvufu anlamaya karşı yönelişin arttığı ancak, alan dışı kişilerin(1) yanlış şekilde tasavvufu tanımlamaya ve tanıtmaya çalıştıkları günümüzde, her zamankinden daha fazla ihtiyaç hâline geldiği ortadadır. Necip Fazıl’ın tasavvufî görüşlerine geçmeden önce, onun tasavvufî hayat ve düşünce ile tanışmasına yardımcı olan Abdülhakîm-i Arvasî ile olan ilişkisini kısaca ortaya koymak faydalı olacaktır.

Necip Fazıl Kısakürek ve Abdülhakîm-i Arvasî

Necip Fazıl, 1904 yılında maddî imkanları iyi bir aile vasıtasında dünyaya gelmiş ve kıymetli hocalardan dersler almış ve hatta bir süre yurt dışında eğitimine devam etmiştir. Ancak maddî imkânlar ve de aldığı eğitim, onun ruhunu tatmin etmemiş, aksine ruhundaki arayışlar ve gelgitler gün geçtikçe artmış, yaşadığı metafizik buhranı tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır.(2) Bu ortamda bir süre bohem hayatı da yaşayan Necip Fazıl, kendi ifadesiyle ağrıyan akıl dişine ancak bir mutasavvıfın kapısında çare bulmuştur. Bu şahıs, son dönem İslam âlimlerinden ve Nakşî-Hâlidî şeyhlerinden Abdulhakîm-i Arvâsî’dir.(3)

Necip Fazıl, Abdülhakîm-i Arvâsî ile 1934 yılında tanışmış ve bu tarihte madde planında başlayan ilişkileri 1943 yılında Arvâsî’nin vefatı ile sona ermiş, ancak gönül ikliminde 25 Mayıs 1983 yılına kadar devam etmiştir.

Abdülhakîm Arvâsî, Kaşgarî Dergâhı olarak bilinen yerde ikâmet etmektedir. Necip Fazıl, arkadaşı Abidin Dino ile ziyaretine gittiği Abdulhakîm Efendi’den ve söylediklerinden çok etkilenir. Şeyhin sözleri, ona zâhirden bâtına doğru yolculuk yaptırır. Bu yolun sonunda arayışlarına cevap olabilecek b ir “Büyük Kapı”(4)ya ulaşması ve onun nazarı,(5) Necip Fazıl’ı son derece hassas bir hâle getirir, derin tefekkürlere daldırır ve muhasebeye götürür. Artık hayatın anlamını ve gayesini otuzuncu yaşında(6) daha iyi anlamaya başlar.

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”(7)

Necip Fazıl’ın burada sembolük olarak anlattığı ve farkına vardığını söylediği gökyüzü,  aslında çocukluğundan itibaren bildiği Allah’ı, hakkıyla tanımak ve O’na imanın lezzetinin farkına varmaktır. Bu tanışmadan sonra Necip Fazıl, hayatını ve sanatını daha İslâmî bir çizgiye girmiş ve “Allah için sanat” ilkesi doğrultusunda hareket ederek, eserlerinde ve aksiyonunda genel olarak İslâm’ı, özel olarak ise, İslâm’ın ruhu kabul ettiği tasavvufu dillendirmiştir.(8) Tasavvufî konulara ve literatüre az çok hâkim olanlar, onun eser ve şiirlerinde tasavvufî düşünceden ve tasavvuf büyüklerinden ne derece etkilendiğini çok net bir şekilde görme imkânına sahip olabilmektedirler.(9) Onun sanat anlayışını ortaya koyan şiiri, bu değişimin ifadesidir.:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”(10)

Necip Fazıl’ın Abdülhakîm-i Arvasî ile tanışması, hayatının disipline girmesine, fikir, sanat ve aksiyon dünyasının yeniden yapılanmasına,(11) üretkenleşmesine(12) ve İslâmî zaviyeden güçlenmesine neden olmuştur. Bunu şu şekilde dile getirir: “Muhakkak olan şuydu ki, ben kendilerini tanımadan dik bir kaya üzerinde gururla dünyaya karşı dikilmiş uyuz bir keçiyken, tanıdıktan sonra memeleri şiş, patlayasıya şiş bir koyun oldum. Otuz yaşına kadar tek nefes yaşayan ve bir-iki şiir kitabından başka bir şey vermeyen ben, ondan sonra piyes, tetkik, fikir dâvâ, tez kırk elli ciltlik bir çapa doğru yürüyecektim”.(13)

Necip Fazıl’ın bu itirafı, bize şunu göstermektedir ki tasavvuf asla miskinlik ve atalet değil, aksine gönül dünyasının ve tefekkürün güçlenmesi ve zenginleşmesidir. Ayrıca tasavvuf anlık ihtiyaçlar ve gelip geçici hevesler karşısında eşyanın hakikatinin anlaşılması ve kavranması, ruhun sükûn bulması açısından büyük bir öneme haizdir.

Necip Fazıl, hayatını anlattığı eserini Abdülhakîm-i Arvasî ile birlikte anlatır ve “O ve Ben” isimli bir “bağlılık destanı”(14) olan bu eserde, hayatını üç bölümde ele alır: Tanıyıncaya Kadar, Tanıdıktan Sonra, Vefatından Beri. Eserin isminde, önceliğin ve merkezin Abdülhakîm-i Arvasî’ye verilmesi önemli bir mihverdir.

Şiirlerini topladığı eserine “Çile” ismini koyması da anlamlıdır. Necip Fazıl’ın şiirlerini yazılış tarihi sırasına göre ele aldığımızda, nefsî tekâmülün aşamalarını çok açık bir şekilde görmek mümkündür.(15) Necip Fazıl, Efendisine karşı olan sevgisinin neticesi olarak, onun “Râbıta-i Şerife”(16) ve “er-Riyâzu’t Tasavvufiyye”(17) isimli eserlerini sadeleştirmiş, “Çöle İnen Nur” isimli eserini, Abdülhakîm-i Arvâsî’ye ithaf ederek,(18) bir zamanlar, Allah’a inanıp inanmadığını belli olmayan çorak gönlünün  yeşermesine onun vesile olduğunu ima etmiştir.(19)

Hülâsa olarak Necip Fazıl, “Seni tanıyıncaya kadarki hayatım, sana yaklaşmanın, uzaklıkta yaklaşmanın saadeti; seni tanıdıktan sonra da senden uzaklaşmanın, yakınlıkta uzaklaşmasının felâketi içinde, bütün teferruatı sensin. Hayatım sensin!(20) diyerek Abdülhakîm-i Arvasî ile olan ilişkilerini dile getirir.

“Deliler köyünden bir menzil” uzakta bulunan dâhiye, delilikle dâhilik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dehâ yönünü kullanmasına imkan sağlayan tasavvuf olmuştur.(21) Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinden tutarak kendisini Allah’ın ve Resulü’nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhakîm-i Arvâsî’ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ile sadakatini göstermiştir.

Şimdi Üstad’ın tasavvufun ne olduğu konusundaki görüşlerini ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışalım. Ancak Necip Fazıl, bu konuları o denli geniş ele almıştır ki biz burada detaya girmeden konunun sadece özünü vermeye çalışacağız.

Necip Fazıl’a Göre Tasavvuf

Keskin bir zekâ ve derin bir tefekkür sahibi olan Necip Fazıl, tarihî süreç içerisinde tasavvufî hayat ve düşünce tarzında ortaya çıkan İslâm’ın ruhuna aykırı telâkkilere ve sapkın düşüncelere karşı çıkmış ve basitçe söyleyecek olursak, o sünnî tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Ona göre, İslâm’ın zâhiri anlamını ifade eden Kur’an ve sünnet’in ortaya koyduğu hükümlere kıl kadar ters bir tasavvuf telakkisi varsa, bu yanlıştır.

Necip Fazıl’a göre tasavvuf, varılmaz ve kelime üstü bir hâldir ve kelimelerle tarifi mümkün değildir. Yapılan tariflerin hepsi akla göredir ancak, selîm olmayan akıl tasavvufa göre değildir.(22) Tasavvuf, Peygamberlik sarayının bâtın dairesi; İslâm’ın ruhu ve derinlik boyutudur.(23) O, tasavvufu kelimede bir mazruf değil, zarf ve ambalaj ifâdesiyle alıp değerlendirir. “Tasavvuf insanın iç memuriyeti, oluş gayesidir. Ve nihâi oluşu… Kulluğu bitirip üste çıkmak değil. Kulluğun hiçbir an ve mekânında üste çıkmak yok. Boyuna yüceltmek var kulluğu…”(24)

Necip Fazıl, tasavvufun aynı zamanda peygamberlerin manevî mirası olduğunu şu ifâdelerle anlatır: “Adem peygamberden itibaren bütün nebîler ve resullerin iç hâli… Tasavvuf O’nun ruh emanetidir. Tasavvuf, O’nun bâtınıdır. Tasavvuf, O’nun özüdür. O, kâinatın varlık sebebi, Allah’ın sevgilisi ve insan ehramının son noktasıdır”.(25)

Nebîlerin manevî vârisi velîlerin yolu olan tasavvuf, manevî bir miraçtır.(26) Şeriatla tasavvuf asla ayrılamaz iç ile dıştır: “Tasavvufu şeriattan çıkarıp bir nevi –hâşâ- eğlence vasıtası, bir manzumesi kabul eder gibi ondan ayırırcasına ‘dinin esasıdır’ demek cinayettir.”(27)

Onun Sünnî tasavvuf çizgisinde oluşu ve tasavvufta biteviye şeriata atıfta bulunması, üstadı Abdülhakîm-i Arvâsi’nin sıkı bir Kur’an-Sünnet çizgisini izlemesinden kaynaklanır. Kur’an-Sünnet zeminli tasavvuf anlayışı her çeşit sapmadan münezzehtir, berîdir. Esasen Nakşî-Halidî farik vasfı medrese-tekke yani ilim-tasavvuf birlikteliğine sahip çıkmasıdır.

Ona göre tasavvuf, manevî tekâmülün yolu ve okuludur. Ancak bu tekâmül, bazılarının anladığı gibi kulluğu bitirip, bırakarak üste çıkmak değil, her an ve mekânda kulluk dairesi içerisinde Allah’ı bulmak, huzura ermek ve sürekli huzurda olmaktır. Bu ise İhsan makamıdır. “Allah’a görüyormuşçasına kulluk etmek; sen her ne kadar onu görmüyorsan O da seni görmektedir!”

Tasavvufun diğer ilâhî dinlerden ve mistik sistemlerden etkilenerek dine sonradan sokulduğu hakkındaki bazı eleştirilere bir benzetme yaparak cevap verir: “Bir saray düşünün. Bulutların üstünde, duvarları zümrütten ve çatısı yakuttan bir saray… Pencerelerinde, içeride bin bir âvizeli bir ziyâfet salonuna ihtâr eden ışıklar… İşte O’nun rûhâniyet âbidesi olan bu sarayın dış mimarîsi şeriat, içi de tasavvuf; ve ne dış içten ayrılabilir ve ne iç dıştan…(28) Örneğin, Budizm etkileri hususunda, o, Nirvana anlayışında nefsi öldürme  yani yokluk içinde rahat ettirme yani adem (yokluk) felsefesi varken tasavvufta varlık hikmeti olduğunu söyler. İslâm tasavvufu, kendine özgü, Kur’an ve sünnet kaynaklıdır. İslâmî ruh ikliminin su gibi, güneş gibi, ağaç gibi ana unsurudur. (29) Ona, asla İslâm mistisizmi bile denilemez.(30) Massignon, Nicholson, hatta Fazlurrahman gibi pek çok bilim adamı, tasavvufun Kur’an-Sünnet merkezli olduğunu kabul eder.

Necip Fazıl’ın genel anlamada tasavvuf nasıl anladığını gördükten sonra, yine bu perspektiften onun insan, akıl, ruh, nefs, ölüm, aşk, mürşid ve mürid gibi kavramları nasıl anladığına bakalım.

İnsan

Necip Fazıl , insanı felsefî bakış açısıyla değil, ulvî ve süflî çeşitli yönlerine vurgu yaparak ele alır. Ve tasavvufî bakış açısının bir neticesi olarak, onun kâinatı ve kendini okuması ve tanıması hususunda yoğunlaşır. Enfüsî ve âfâkî âyetleri tanıma (marifet) ile süflî olandan ulvî olana, imandan ihsana  bir terakki memuriyetinin şuurunda olabileceğini  düşünür. İnsan, ya olmak veya ölmek mevkiindedir. Ona göre olmak, üç türlüdür:

Birincisi, İslâm’ın bütün ölçülerine bağlı ihtirassız ve emelsiz, sessiz ve hareketsiz, fikirsiz ve çilesiz. Bu olmanın en aşağı derecesi. İkincisi, Ebedî hayat davasının bu dünyadaki nakışlarını koruma, onları eşya ve hadiselere kazma, maddî ve manevî şekillere sindirme ve bunun büyük cihâdını verme işinde, yani üstün fikir ve duygu planında olmak. Bu, dünyaya göre en büyük ötelere nispetle orta mevkidedir. Üçüncüsü ise, fertte insan emanetinin tam hakkıyla olmak, Allah ile olmak, İlâhî marifete ermek, yokluk perdesini delmek, ölümü yenmek ve yaratılıştan tek murat, ebedî oluşta olmak. Bu, her dereceyi kuşatıcı zirve noktası.(31)

Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu bu manevî terakki basamaklarına baktığımızda üçüncü oluş makamının, mutasavvıfların ortak gayelerini içerdiğini görmekteyiz. Zaten kendisi de birinci basamağı avam tabakasından iman sahiplerine, ikinci basamağı ilim ve hikmet sahiplerine,(32) üçüncü basamağı ise velîlere ait olarak görür. Nebîler ise çalışarak varılamayacak zirve noktasındadır.(33) Bu husus, genel tasavvuf referanslarında aynen zikrolunur.

Ona göre, yaşadığı yüzyılın insanlarının sayısız teknolojik keşif ve maddî imkânlarına rağmen içine düştüğü bunalım ve buhranların temel sebebi de iman eksikliği ve kâinattaki oluşa gafil kalışıdır. Zira insan, Allah’ın halifesi makamında ve kâinat onun emrindedir. Onun şu şiiri, insanın varlık sebebini, kâinata bakış açısını ve Allah-insan-kâinat arasındaki ilişkiyi çok net şekilde ortaya koymaktadır:

“Seni aramam için beni uzağa attın

Âlemi benim, beni Kendin için yarattın”(34)

Görüyoruz ki Necip Fazıl, insanı felsefî ve maddî değil iman merkezli olarak ele almaktadır. Zira ona göre, yalnız ahlâkî değerler değil ruhî melekeler ve akıl kıymetleri de imanla gelişir.(35) Ancak, iman ilk adımdır. İnsana örnek, insan piramidinin zirvesi olan nebîler ve onların manevî vârisleri olan velîlerdir.

Akıl

Akıl, insanın hayatını sürdürebilmesi açısından sahip olduğu en kıymetli âletlerden biridir. Ancak onun sınırları ve fonksiyonu konusunda farklı fikirler vardır.(36)

Duyu ve deneye dayalı pozitivist anlayışın odak noktasında bulunun akıl konusunda Necip Fazıl, İslâmî ve hatta tasavvufî bakış açısıyla konuya yaklaşır. Ona göre, fonksiyonu açısından iki tür akıl vardır: 1-Haddini bilen ve gayesini anlamış olan “selim akıl” 2-Bu farkındalık düzeyine erişememiş olan “kuru akıl”. İmam Gazalî’nin düşünce serüveni içerisinde aklıyla çıktığı yolda, aklını kaybedilecek bir noktaya ulaşması üzerine son çare olarak onu ulaşabildiği sınırda bırakmasıyla selim akla ulaştığını söyler. Benzer bir tavır sergileyen Bergson’a, çevresinden “sen akılcılık mesleğini yıktın ama, metodun aklîdir” denildiğinde “demek ki aklın en üstün ve nihâî faaliyeti, kendi metoduyla kendini tahrip etmekmiş” cevabını verdiğini dile getirir.(37)

Necip Fazıl, kuru aklın selîm akla ulaşabilmesi için, önce sınırlarını kavrayamadığı, bilemediği, ölçemediği unsur ve değerlerin bulunduğunu gösteren bir vasıta olması gerektiğini;(38) ardından Hakk’a teslim olması ve teslim olan bu aklın sahibine gerçek akıl olarak iadesiyle tabi olunan değil, tabi olan akıl olması gerektiğini söyler.(39)

Aklın iman ile anlamlı hâle geldiği düşünen Necip Fazıl, bu görüşünü şu şiiriyle dile getirir:

Akıl, akıl olsaydı, ismi gönül olurdu;

Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu.(40)

Ruh

Dinlerin ve felsefenin üzerinde çok durduğu, ancak anlamaktan ve kavramaktan âciz kaldığı kavramlardan biri de ruh ve onun mahalli ve fonksiyonudur Necip Fazıl’a göre ruh, madde üstü ve maddeye hâkim, latîf ve şekilsiz, kalp üzerinde taalluk etmiş bir nurdur ki o olmasa göz görmez, kulak duymaz, insan sezemez, düşünemez ve hareket edemez. Ancak tek başına değildir ve hemen yanı başında antitezi olan nefs  bulunmamaktadır. Böylece ruh, bütün iyilik ve güzelliklerin merkezi konumunda bulunurken nefs, kötülük ve inkârın(41) merkezidir.(42) Sınırsız aşk, haya, merhamet, doğruluk, ihlâs vakar gibi tasavvufî açıdan büyük bir önem arzeden sıfatlar ruhun vasıfları; kibir, hırs yalan ve haset gibi mezmum sıfatlar ise nefsin vasıflarıdır.(43)

Necip Fazıl, ruhun ilâhî nefha olarak aslına hasret ile yandığını söyler. Ona göre aslî manasıyla aşk, , ruhun ahlâkıdır. O, yalnız çırpınan pervâne gibi İlâhî aşkın feverânı içindedir. Her an ona taliptir her an ona uçmak ister. Hiçbir an kesilmez kuvveti… Ve dâima nefs bacağından yakalar, “gel aşağı!” diye.(44) Necip Fazıl, tasavvufî hayatın özünü teşkil eden nefs ile mücâhede ve mücadelenin önemini bilerek, ulvî olana yönlendiren ruhun aksine, nefsin insanı dâima süflî olana, yani aşağı doğru çektiğini basit ancak çok güzel bir ifade ile dile getirmiştir. Şimdi onun nefs hakkındaki düşüncelerini görelim.

Nefs

Tasavvufî hayatta mücâhedenin odak noktasında bulunan nefs lügatte, bir şeyin nefsi, o şeyin varlığı, bir şeyin özü, zâtı, aynısı,(45) can ve kişi, ruh(46), kan(47) gibi anlamlara gelir.(48)Mutasavvıflar, nefsin mertebelerini kategorize ederken Kur’an’ı referans almışlardır.(49)

Necip Fazıl’ın Abdülhakîm Efendi’yi tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmasının ifadesi kavramlar iken; onu tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve dinî kavramlar arayışa cevap gibi görünür. Hatta ileri yaşlarında şiirlerinde –ve nesirlerinde- tasavvufî unsurlar başta olmak üzere dînî kavramları daha fazla özümsemiş ve içselleştirmiş bir şekilde detaylara ele alır. Örneğin, tasavvufta temel unsurladan olan nefs ile mücahedeyi, “Ekber Cihad”(50) isimli şiirinde mükemmel bir şekilde anlatır:

“… Toprağa bağlı cenkler öz gayeye bahane;

Cihadların biri var… Ekber Cihad…

Ya o ne?

Hikmetli sahabîler düşündü uzun uzun;

Dediler ki: Cevabı sizdedir sorunuzun!

Buyruldu: “Tek kişinin teke tek çarpışması…”

Yakasına nefsinin, dört elle yapışması…

Yoksa milyonla ferdin milyonla cengi değil!

Düşmanın kalbindedir, eğil, nefsine eğil!

Gör ki, bütün iş nefsin hisarına girmekte,

Allah nuruna engel duvarı devirmekte…

Nefs, yol vermez bir kale, düşürülmez bir gölge,

Üstüne kum döktükçe hep üste çıkan gölge…

Bin pençeli bir şâhin, yüz başlı bir atmaca;

Korkunç bir oyunu var: Ruhla köşe kapmaca…

Dış cenk… Şehid… Ölüp de ölmeyenler çevresi…

İç cenk… Velî… Ölmeden ölenlerin töresi…”

Bu şiirde Üstad, insan içerisindeki şeytanın bir nevi şubesi konumunda bulunan nefsin(51) özelliklerini ortaya koyar. Buna göre, nefs ile mücadele, nefsin soyut bir varlık olması yönüyle maddî mücadeleden daha zordur. Üstelik mücadele meydanı insanın kalbidir(52) ve teke tek yapılmaktadır. Nefs İlâhî nurun insan kalbini kuşatmasına engeldir. Bu açıdan kalbinin tecellîgâh-ı ilâhî olmasını arzulayanlar öncelikle nefsin hisârını yıkıp onu etkisiz hâle getirmelidir. Ancak bu, maddî hisarlara benzemez,(53) yedi canlı ve bin başlı bir ejderha gibi ölümsüz, gölge gibi hep üsttedir.(54) Bunun için nefs ile yapılan mücâdele, Necip Fazıl’ın şiirine başlık olarak seçtiği gibi, Hz. Peygamber tarafından “Cihâd-ı Ekber” olarak tasvif edilmiş,(55) tasavvufî hayat ve düşüncenin merkezinde yer almıştır.

Necip Fazıl, bazı mistik sistemlerde olduğu gibi, İslâm tasavvufunda nefsin öldürülmesi değil, ıslahının yapılması gerektiğini söyler. “Dava nefsi öldürmek değil, yola getirmek içindir ki İslâmiyet’te ruhbanlık yoktur. Nefsin yemeğini, uykusunu, kadınını ve bin bir meşru zevkini kökünden kesen ve ona nice çileler çektiren bâtıl metotlarında, İslâmiyetteki erdiriş, usulüyle hiçbir benzerlik yoktur.(56) Bir başka ifâde ile “dâvâ, nefsi ruha kalbetmektir.Nefs dediğim o sırtlanı, o müstakil vakıayı ruha inkılâp ettirmektir.(57

Ölüm

Tasavvufî düşüncede uyku Kur’an’daki gibi hafif bir ölüm, ölüm ise derin bir uykuya benzetilmiştir.(58) Bu sebepten sûfîler, bütün hayatı bir gün gibi kabul ederek akşam yatağa girmeden kendilerini hesaba çekmişler; sûfîyi “ibnü’l-vakt” olarak tanımlamış ve içerisinde bulundukları ânı kulluğa en layık şekilde yaşama gayreti içerisinde bulunmuşlardır.

Necip Fazıl’ın arayış dönemlerinde en korktuğu olgulardan biri ölümdür.(59) Hatta Çile’nin bölümlerinden birinin adı da Ölüm’dür.(60) Vefâtına kadar yazdığı birçok şiirde, ölüm teması önemli bir yer tutar. Ancak, gerçekleştirdiği değişimden sonra, nefs ile ruh arasındaki ayrımın farkındadır ve eski korkusu kalmaz. Ona göre, “Ölmekden ödü patlaya nefstir. Rûh âmâdedir, kurtulmaya…”(61) Üstad vefatından altı yıl önce kaleme aldığı “Güzel Şey”(62) isimli şiirinde, ölüm korkusunu yenme gayretinde olduğunu gösterir ve Azrail’e “Hoş geldin” diyebilecek kıvama eriştiğini dile getirir:

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

Gözlerim müebbette

Günü gelir elbette

Gelir, Melek nöbette,

Safa geldi, hoş geldi.(63)

Üstad’ın genel anlamda ölüm hakkındaki düşünceleri çok geniş bir inceleme konusudur. Ancak onun, zaman içerisinde mutasavvıfların üzerinde yoğunlaştıkları ve en basit anlamıyla insanın kötü huy, hareket ve düşünceleri terk etme ve onların yerine iyi ve güzel olan ikâme etme şeklinde ortaya koymaya çalıştıkları ve hayatın son barış noktasına sanal alemde ulaşmayı sembolize eden ölümü düşünme(64) (rabıta-i mevt) ile hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekme yani “ölmeden önce ölmek” düşüncesine yaklaştığını ve hatta kısmen ulaştığını görmekteyiz. Üstelik bu düşünceyi, Abdülhakîm-i Arvâsî’den öğrendiğini, onun için yazdığı “Ona”(65) isimli şiirinde dile getirir:

Benim efendim,

Feza levendim,

Ölmemek neymiş;

Senden öğrendim.

Kayboldum sende,

Sende tükendim.

Sordum aynaya:

Hani ya kendim?

Benim Efendim.

Üstad’ın, “ölmeden önce ölme” gayesine ulaşma hususunda sürekli olarak kendisiyle bir muhasebe içerisinde bulunduğunu şu şiirinde görüyoruz:

Kaç, kurtul kelimeden,

Ağlamadan gülmeden.

Hani ya sen ölmeden

Ölecektin, hani ya?(66)

Ölmeden önce ölmenin sırrına vâkıf olanlar sûfî şairlerce ve Necip Fazıl’a göre ilâhi emirlerin hikmetini kavrayan nihâî olarak kurtuluşa erenlerdir. Bu sebepten ötürü, onlara yakın olmak gerekir:

Her şeyde bir tükeniş, her oluşta bir bitiş;

Gökten ses: Ölümsüzler kafilesine yetiş!(67)

Hasılı Necip Fazıl’ın dünyasında, ölüm düşüncesinin önemli bir yeri vardır. Ancak gençlik yıllarında daha ziyade soğuk tabut, karanlık yer altı gibi korku ürperti hâkim iken, ileri yaşlarında tasavvufî düşüncede yer alan ve ölümü en yakın sevgiye kavuşmada bir perde ve engel olarak görme anlayışına yaklaştığını ve ölmeden ölmenin gayreti içerisinde bulunduğunu görmekteyiz.

Aşk

Fuzûlî, “Aşk imiş her ne var âlemde/İlim bir kîl u kâl imiş” diyerek aştak başka varlık tanımaz. Tasavvufî düşüncede de böyledir. Tasavvufun sembol ismi olan Yunus’un Mâşuk’undan, cennet ve hurileri dileyenlere vermesini talep etmesi de hakikatin tezahürüdür. Sûfî, âşıktır; Allah Mâşuk. Aşığı Mâşuk’a götüren yolun adı da aşktır.

İslâm lüteratüründe aşk genel olarak ilâhî ve beşerî olmak üzere iki anlamda kullanılmış ve ilâhî aşka, “hakîkî aşk”, insanî aşka da “mecâzî aşk” denilmiştir.(68) İlâhî aşka tutulanın gözünde de Allah’tan başka hiçbir varlığın kıymeti kalmaz, çirkin gözükür ve hatta yok mesabesindedir. XVII. Yüzyıl sûfîlerinden Abdülehad Nûrî (ö. 1651) bu hususu şöyle dile getirir:

Işk-ı Hak her kimün ola yârı

Hâr ider gözlerine ağyârı.(69)

Necip Fazıl da aşkı daha ziyade tasavvufî bağlamda ele alır. Ona göre aşk, insanın varlık hikmetiyle ortaya çıkmaktadır. Çocuğa ana karnında ruh üfleyen, tohumu hararet içinde çatladan, Sûleymâniye kubbesini dokuyan ve mantık hesaplarını paçavra çeviren aşk, insan hilkatindeki “Ol!” hamlesinin birinci sırrıdır.(70)

Aşk olmasaydı varlık olmazdı. Allah âlemleri bir aşk hamlesi içinde görünmek, bilinmek ve sevilmek için yarattı.(71) Aşk olmasa ne kuşlar öter, ne de sular fışkırırdı. Allah’ın sevgilisine yakıştırdığı vasıf da “sevgilisi” olmaktı.(72) Ona göre, bütün kâinatın ana düğüm noktasıdır aşk. Aşk bir pay hâlinde cansız varlıklarda bile vardır, ancak en büyük pay sahibi insandır.(73) İşte, aşktan bütün varlıkların nasibdâr olması nedeniyledir ki aşka âit kelimelerin cemâda ve hayvana bile tesiri varken, Allah’tan gafil olan insana tesiri yoktur.(74) Necip Fazıl, bu yorumlarından sonra Fuzûlî, Yunus ve diğer büyük mutasavvıflar gibi bakarak, aşkı “her şey” olarak tanımlar. Bir başka ifade ile o, her şeyde aşkı görür. Her şey aşkta başlar ve oraya biter. Bu mesele aklın, kafanın ve kelimenin gitmeyeceği ulaşamayacağı bir yerdedir. Bu, Allah’ın kemendidir. Atar, yakalar, Yakar, kül eder ve hâlleder.(75)

Üstad, aşkı atom bombasına, aklı ise iğneye benzetir ve mâneviyat yolunda atom bombasıyla çukur açmak varken, iğne ile kuyu kazılır mı diye sorar.(76)

Sûfilerin mürşid ile başlayan, Rasûlüllah (s.) ile devam eden Allah’ta nihayete eren fenâ serüvenini Necip Fazıl, aşk bağlamında ele alarak, “Aşk kendisinde değil, sevgilisinde olmanın sonuna kadar fedâ etmenin hâletidir” der.(77) Gerçek âşık ise, ne cehennem korkusuyla titrer, ne de cennet iştiyakıyla yırtınır. O, yalnız Allah’ın likâsına bakar. Üstad, Allah aşkı ile mâsiva sevgisine ise şöyle kıyaslar: “Anne, vatan, evlat, dost, kadın, renk, tabiat, fikir, ruh kimi ve neyi seversen sev. Fakat söyle, bunlar mı sevilmeye en fazla lâyık, yoksa bunları yaratan Allah mı? Aşk, Allah’ı bulmak için… O’nu deli gibi sevmeye çalışsana!”(78)

Görüldüğü gibi Necip Fazıl’a göre aşk, varlığın varoluş sebebi ve varlıktan var edene yapılan yolculuk ve onda yokluktur.

Mürşid ve Mürid

Her eğitimin bir öğretmeni olduğu gibi tasavvufî eğitimin de öğretmenleri vardır ve genel olarak şeyh, mürşid, pîr şeklinde isimlendirilmişlerdir.(79) Necip Fazıl’a göre maksad-ı aşka ve gayelerin gayesi olan Allah’a ulaşmanın yolunun Hz. Peygamber ve onun vârislerini takip etmekten geçer. Necip Fazıl’a göre de “bu bir hâldir, lâf işi değildir ve bu hâli, Hz. Peygamberin rûhâniyetine vâris bir yol göstericiden başka kimse gönüllerde tutuşturamaz.(480)

Ancak bu büyük velîler, gayesi hak olan ve dünyalık bir menfaat peşinde olmayan kişilerdir. Onlar namsız ve nişansız kalmayı, her türlü manzara parlaklığına tercih etmiş ve örtülmesi imkânsız cepheleriyle istemeksizin, dillere destan olmayı gaye bilmeksizin meşhur olmuşlardır.(81) Aksine tavırda olan ve şeriatın incelikleri hususunda lâubâli, üzerinden benlik korkuları gelen, velilik iddia edici ve keramet satıcı, gözü dünyaya ve güyâ  dünyanın ıslahında, usulü telâş ve didinme, gayesi isim ve şöhret düşkünleri ise bir velî değil, olsa olsa denidir.(85)

Ona göre gerçek bir velinin temel özellikleri şunlardır:

1-Her söz ve hareketinde İslâm’ın hükümlerine bağlılık.

2-“Abdülhakîm-i Arvâsî’nin sıklıkla “Velî mevzuunu (bulunduğu yeri, konulduğu yeri) bulamaz ki ben desin” şeklinde dile getirdiği gibi, en küçük benlik korkusundan bile uzak olmak.

3-Kerâmet tâciri olmamak.

4-Heybet ve temkin sahibi olmak. Bu husus, temel ayırt edici hususlardan biridir.

5-Allah Resûlünün ahlâkıyla ahlâklanmış olmak.

6-Çarpıcı bir huzur hâli. Bu dünyada iken, bu dünyada olmadığını gösteren bir hâl ve edeb.

7-Hikmet.

8-Letâfet.

9-Zerâfet.(83)

Necip Fazıl, tasavvufî eğitimin önemine neredeyse bütün eserlerinde değinir. Hatta Aynadaki Yalan romanının en önemli kahramanlarından Naci’nin hazırlamış olduğu doçentlik tezinin ismi, İslâm Tasavvufu ve İnsanlığın Beklediği Nizam”dır.(84) Dolayısıyla Üstad, tasavvufu sadece eğitim boyutuyla değil, modernleşen(!) ve dinden uzaklaşan insanlığın arayışlarına tıpkı kendi hayatında olduğu gibi bir cevap niteliğinde görür. Ancak “Kem âlât ile kemâlât olmaz” sözünün ortaya koyduğu bazı müridlerin mürşidlerini tabu hâline getirme ve hatta bir Uhud dağı büyüklünde bir put imal etme cehaletine düşebildiklerini dile getirerek, mürşidin sahtesi ve müridin câhil olanının tehlikesine de geniş şekilde vurgu yapar.

Necip Fazıl, mürşidin önemini ve vasıflarını bu şekilde dile getirdikten sonra, Allah’a vasıl olmak isteyen müridin de üzerinde taşıması gereken vasıflar uyması gereken edepler olduğunu ifade eder. Buna göre müride şu dört vasıf bulunmasıdır: İrade, istikamet, edeb, vakit.

Necip Fazıl’a göre irâde, sadece istikametle kalbin ayağa kalkması, şahlanması Allah’ı talep ve ona vasıl olmada kalbin kıyam etmesidir ve ihlâs ile beraber bu yolda her şeyin başıdır. İstikamet ise, bu yolda yürürken vâki olabilecek her türlü tecelli karşısında, yine hakkı olan ölçüyü edeble muhafaza etme davasıdır.

Tasavvufî hayatın üzerinde odaklandığı kavramlardan biri olan vakit ise, müridin hiçbir işini bir an bile ileriye tehir etmemesi, bütün hüviyetini o ân içinde toplamasıdır. Çünkü, yarına âit her şey yalandır.(85)

Kısaca Necip Fazıl, tasavvuf yolunda mesafe kat edebilmek için intisab edilen mürşidin mutlaka kâmil ve mükemmil olması (yani hem kendi olgun olmalı hem de başkasını olgunlaştırıcı olmalı) bununla birlikte müridin de bu yolun âdâb ve erkânına ihlâsla uyması gerektiğini dile getirir.

Sonuç

Siyasî ve konjonktürel menfaat bekleyeninden, nefsî ve maddî çıkar peşinde olanına kadar, bilen-bilmeyen hemen herkesin, görüş belirtmekten ve yanlış örneklerine bakarak kötülemekten geri durmadığı tasavvuf ve kavramları çerçevesinde söylenenleri, aklı selim ile ilmî tarihî ve sosyolojik açıdan değerlendirdiğimizde, tasavvuf ve Necip Fazıl örneğinde olduğu gibi tasavvufun insan terakkisindeki etkileri ve önemi hususunda çok ciddî çalışmalara ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Yazımızda da görüldüğü gibi Üstad’ın arayışlarına cevap olan tasavvuf, aynı zamanda onun üretkenleşmesine, söylenenlerin aksine, fikrî açıdan genişlemesine vesile olmuştur. Zaten gerçek tasavvufu tanıyan Necip Fazıl, bizzat yaşayarak gösterdiği gibi eserlerinde de bu hakikati dile getirmiş ve hattâ tasavvufu, “insanlığın beklediği nizam” olarak görmüştür.

Necip Fazıl, tasavvufu, şerî sınırlar algılamış, ehl-i sünnet doktriner yapılanması içinde mütâlâa etmiştir.

O, Allah, insan ve âlem ilişkileri açısından en çözücü, bütünleyici ve erdirici monist tavrı sûfîlerde bulmuş ve tevhîd konusunda çağın idrakine sunulacak bir tasavvuf vizyonunu vitrinize etmiştir.

Necip Fazıl, bizce 1200 yıllık İslâmî irfânî çizginin Sünnî versiyonuna sımsıkı sarılarak entelektüel sıçrayışlarda tasavvufun kuşatıcı, üniversal açılımına ciddî katkılarda bulunmuş, imanlı ve çileli bir İslâm mütefekkiridir. Tıpkı Pakistan’ın İkbâl’i gibi…

 

Dipnotlar:

(1)Alan dışı olan kişilerin tasavvufu anlamakta güçlük çekmelerinin nedenleri hakkında geniş bilgi için bkz. Cebecioğlu, Ethem, Alandışı/Laymanlerin Tasavvufu Anlayamamalarının Bazı Nedenleri Üzerine, İslam, 1997, Mart-Nisan, Mayıs-Haziran sayıları

(2)Necip Fazıl, bu psikolojik hâletini çeşitli şekillerde ifade eder. Konuyla ilgili bir şiiri şöyledir:

“… Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir beynimde bir çift kelepçe…” Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, s. 35.

(3)Abdülhakîm-i Arvâsî. 1865 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. Van ve ailesinin köyü olan Arvas’da (Arvas, eski ismiyle Müküs olan Van’a bağlı Bahçesaray ilçesinin bir köyüdür. Arvas’ın şimdiki ismi Doğanyayla’dır) bulunan medreselerde tahsilini tamamladı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni ve Ruslara karşı müritleriyle birlikte savaşa katıldı. Tehcir yasağı gereği önce kuzey Irak’a, ardından İstanbul’a gitti. Sason ve Zibar kazaları mütfülükleri yanında, İstanbul’da Süleymaniye Medresesi Tasavvuf hocalığı ve Vefâ Lisesi Din Kültürü Öğretmenliği yaptı. Menemen olayında yargılandı ancak, suçsuz bulundu. Bâyezid ve Beyoğlu Ağa Camii başta olmak üzere büyük camilerde vaizlik yaptı. 1943 yılı Eylül ayında İzmir’e sürgün gönderildi. 27 Kasım 1943’de Ankara’da vefât etti ve Bağlum köyüne defnedildi. Geniş bilgi için bkz: Cebecioğlu, Ethem, Allah Dostları-2, Alperen Yay., Ankara, 2002, ss. 10-116; Baz, İbrahim, Abdulhâkim-i Arvâsî Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1996

(4)Necip Fazıl’ın Abdülhakîm-i Arvâsî ile olan serüvenini anlattığı “O ve Ben” isimli eserinin ilk baskılardaki ismi “Büyük Kapı”dır. Bkz. Kısakürek, Büyük Kapı, Neşriyat Yurdu Yeni Şark Maarif Kütüphanesi, İstanbul, 1965. Necip Fazıl bu eserde, hayatını üç bölümde ele alır. Tanıyıncaya Kadar, Tanıdıktan Sonra, Vefatından Beri.

(5)Ahmet Kabaklı,  kendisine bu yepyeni dünyanın sebebini sorduğunda: “Sadece yaşanmaya değer hayat kapısının anahtarını elinde tutan o büyük zâtın küçük bir nazarıdır” der. (Bkz. Kabaklı, Ahmet, Sohbetler II, Türk Edebiyat Vakfı Yay., İst., trz. S.242.)

Bunu kendisi dizelere döker:

“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;

Rûhuma; büyük temel çivisini çaktınız”. Kısakürek, Çile, İstanbul, 1995, s.77

(6)Necip Fazıl, 1904 yılında doğmuş ve otuz yaşında iken 1934 yılında Abdülhakîm-i Arvâsî ile tanışmıştır.

(7)Kısakürek, Çile, s.35.

(8) Baz, İbrahim, “Necip Fazıl Kısakürek (ö. 1983) ve Tasavvuf”, Tasavvuf, yl.: 4, sy.:10, Ocak-Haziran 2003, s. 334.

(9) Örneğin İhsan Kurt bu konuda şöyle der: “Necip Fazıl’ın eserlerinden bazılarını rastgele incelemek bile onun sanat ve fikir cephesinde kimlerden tesir aldığını ortaya koyar. Asıl kaynağın “Veliler Ordusu” ve bunların derûnî planda bağlılarının olduğu anlaşılır” Bkz. İhsan Kurt, Çiledeki İnsan Necip Fazıl, Ankara, 2000, s. 38.

(10) Kısakürek, Çile, s. 39.

(11)Üstad, defalarca Muhsin Ertuğrul tarafından kapalı gişe oynayan “Bir Adam Yaratmak” isimli ünlü eserini, Abdülhakîm-i Arvâsî’den aldığı manevî feyz ile kaleme almıştır. (Bkz. Okay, Orhan, Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yay., İstanbul, 1998, s. 18.) Üstelik eserin ismiyle, var olan bir insanı yeniden ve bütünüyle inşa etme düşüncesi ortaya konulurken, bunu yapabilecek tek sistemin de tasavvufî hayat anlayışı ve yaşantısı olduğu ima edilmektedir.

(12)Necip Fazıl, İslâmî düşünce ve hayat şeklini benimsediği ve onu “Sâbık Şâir” olarak nitelendirmişlerdir. Necip Fazıl, bu lakabı veren Fikred Adil’in de daha sonra bu kanaatinden vazgeçtiğini ve hatta utandığını dile getirdikten sonra bu yaftalamanın, hem kemiyet hem de keyfiyet açısından doğru olmadığını ifade eder. Zira Sakarya Türküsü, Çile gibi en meşhur beğenilen şiirlerini bu “Sâbık Şâir”lik döneminde kaleme aldığını; diğer yandan, yine bu dönemde bir buçuk eserden seksenden fazla eser sayısına ulaştığını dile getirir. Bkz. Kısakürek, Bâbıâli, İstanbul, 1999. S. 256.

(13)Kısakürek, Necip Fazıl, O ve Ben, s. 134. Necip Fazıl eseri kaleme aldığı yıllarda kırk elli ciltlik ifadesi kullanmasına rağmen, sonradan yazdıklarıyla bu sayı daha da artar.

(14)Miyasoğlu, Mustafa, Necip Fazıl Kısakürek, Akçağ Yay. 4. Baskı, Ank., 1999, s. 107.

(15)Bkz. Kurt, İhsan, Çiledeki İnsan Necip Fazıl, Ankara, 1991.

(16)Abdülhakîm-i Arvâsî, Rabıta-i Şerife, Büyük Doğu Yay., Beşinci Basım, İstanbul 1994.

(17)Abdülhakîm-i Arvâsî, Tasavvuf Bahçeleri (er-Riyazu-t-Tasavvufiyye), Büyük Doğu Yay., Üçüncü Basım, İstanbul, 1994.

(18)“İthaf: Eserimi, Her yıldızla her yıldız arası yollar ve yönler kadar çok ve dolaşık… Dünya yolları ve yönlerinden… Biricik ulaştırıcı yolu ve eriştirici yönü bana gösteren… Otuz yaşımdan sonraki hayatıma temel atan… “Altun Halka”nın asrımızdaki büyük kutbu… Efendim, irşâd edicim, can kurtarıcım… Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin yüce ruhâniyetine ithaf ediyorum”. 26 Mayıs 1972. Bkz. Kısakürek, Necip Fazıl, Çöle İnen Nur, İstanbul, 1992, s. 3.

(19)Baz, İbrahim, a.g.m., s. 335.

(20)Kısakürek, O ve Ben, ss. 262-263.

(21)Bu konuda Esat Coşan şöyle der: “Necip Fazıl’ı bu derece değiştiren ne? Bu sorunun tek bir kelimeyle cevabı; tasavvuftur.” Bkz. Coşan, Esad, “Necip Fazıl”, Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri, Vefa Yayıncılık, İstanbul , 1993, s. 478.

(22)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1997, ss. 106-107.

(23)Kısakürek, Aynadaki Yalan, İstanbul, 1999, s. 115; Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1997, s. 107.

(24)Kısakürek, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1997, s. 107

(25)Kısakürek, a.g.e., aynı yer.

(26)Kısakürek, Çöle İnen Nur, İstanbul, 1992, s. 206

(27)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1997, s. 107

(28)Kısakürek, Aynadaki Yalan, İstanbul, 1999, s. 97.

(29)Kısakürek, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1997, s. 107.

(30)Aynı eser, ss. 222-223. Necip Fazıl’ın İslam tasavvufunun konusu, gayesi ve diğer mistik ve felsefî akımlardan ayrıldığı konulardaki görüşlerini Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde detaylı şekilde ortaya koymaktadır.

(31)Kısakürek, Bâbıâlî, s. 229.

(32)Necip Fazıl, mutasavvıflar gibi sathî anlamda ilim sahibi olanları, gerçek ilim adamı olarak kabul etmez ve en üst makamda görmez. Örneğin, Şeyh-i Ekber İbn Arabî’nin tasavvuf literatüründe bir makam olan “hayret” makamını zirve olarak görmesini dile getirerek, ilim adamının bu makamdan gâfil olması durumunda gayretlerinin boş olacağını söyler:

Şeyh-i Ekber’e göre en üstün makam, hayret;

Ben de şaşkınlardanım, Rabbim sonumu hayr et! Çile, s. 88.

Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette

Âlim ki, hayreti yok, ne boş yere gayrette. Çile, s. 365.

(33)Aynı eser, s.230.

(34)Kısakürek, Çile, s. 42.

(35)Kısakürek, Çerçeve IV, İstanbul, 1969, s. 85.

(36)Tasavvufî düşüncede akıl tamamıyla bir kenara bırakılmamış, onun sınırlı oluşuna vurgu yapılmış, aşkın karşısındaki acziyeti tespit edilmiştir. Batılı bakış açısıyla Alexis Carrel de bu noktaya gelir ve sûfîlerin marifetullah şeklinde ele aldıkları Allah’ı hakkıyla tanıma hususunda öyle der: “Sevmesini bilene çok yakın olan Allah, aklı ile anlamak isteyene o kadar uzaktır, gizlidir. Onu anlamaktan söz ve fikir aciz kalır.” Bkz. Carrel, Alexis, Yarınlara Doğru ve Dua, çev.: Refiz Özdek, Yağmur Yay. İstanbul, 1977, s. 193. Daha geniş bilgi için bkz. Yakıt, İsmail, “Mevlânâ’da Akıl ve Aklın Kritiği”, SDÜFD,sy., 3, Isparta 1996, ss. 1-8; Bolay, Süleyman Hayri, “Akıl”, DİA, c. II, s. 238.

(37)Kısakürek, İmân ve İslâm Atlası, İstanbul, 1985, ss. 302-303.

(38)Kısakürek, İmân ve İslâm Atlası, İstanbul, 1985, s. 301.

(39)Kısakürek, Aynadaki Yalan, s. 143.

(40)Kısakürek, Çile, s.106.

(41)Nefs-i emmâre ile yapılan cihâd en büyük cihaddır. Çünkü, “nefs-i emmâre sert ve utanmazdır. Utanmazlığı öyle dereceye varır ki, kendisini ispat, Allah’ı inkâr eder.” (Destgayb, Hüseyin, Nefs-i Mutmainne, çev.: Aziz Çınar-Şefik Onar, İnsan Yay., İstanbul, 1998, s.49) Necip Fazıl’ın da belirttiği gibi, nefs-i emmâre, sâhibini küfre düşürmese bile bu tehlike her an mevcuttur.

(42)Kısakürek, yolumuz Halimiz Çaremiz, İstanbul, 1977, s. 25 vd.

(43)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 133.

(44)Aynı yer.

(45)Fîruzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut, 1991, c. IV, s. 413; Atay, Hüseyin, “Nefis”, AÜİFD, Ankara, 1997, sy. XXXVII, s. 2-3; Calverley, E.E., “Nefis”, İA, c. IX, s. 178.

(46)Ateş, Süleyman İnsan ve İnsanüstü, Dergah Yay., İstanbul, 1985, s. 170; Uludağ, TTS, s. 368; Cebecioğlu, TTDS, s. 545; a.g.e mlf, Hacı Bayram-ı Veli, ss. 296; Altınbaş Tasavvuf Tarihi, ss. 37-45; Öğke, Ahmet,, Kur’an’da Nefs Kavramı, İnsan Yay., İstanbul, 1997, ss. 13-15.

(47)Aynî M. Ali, “Nefs Kelimesinin Manaları”, Dârulfunûn İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul, 1930, c. IV, sy. 14, s. 50.

(48)Nefs kelimesi tekil ve çoğul yapılarıyla Kur’an’da 295 ve değişik anlamda zikredilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Regis Balchere, “Nefs kelimesinin Kur’an’da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar”, (çev.. Sâdık Kılıç), Atatürk Ünv. İFD, Erzurum, 1982, sy., 5, ss. 189-196; Cebecioğlu, TTDS, s. 545.

(49)Tasavvufta, nefsin ruh ile aynı mı ayrı mı olduğu veya nefsin tek ve değişik isimlerinin onun sıfatları mı olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmış ancak, genel olarak insana dâima kötülüğü emreden düzeyinden başlamak üzere kâmil bir noktaya ulaşıncaya kadar nefsin mertebesi veya sıfatının olduğu kabul edilmiştir. Nefsin bu isimleri Kur’an kaynaklıdır. Nefsin isimleri ve geçtiği âyetler şöyledir: Nefs-i Emmâre (Yusuf Sûresi, 12/53), Nefs-i Levvâme (Kıyâmet Sûresi, 75/2), Nefs-i Mülhime (Şems Sûresi, 91/8), Nefs-i Mutmainne (Fevr Sûresi, 89/27), Nefs-i Râdiye (Fecr Sûresi, 89/28), Nefs-i Mardiyye (Fecr Sûresi, 89/28) ve Nefs-i Kâmile’dir.

(50)Kısakürek, Esselam, İstanbul, 1997, s. 102-103.

(51)Necip Fazıl, nefsi şeytanın sefiri olarak tanımlar:

Göğsü yakut ve safir;

Kapıda bir misafir

Sordum: Kimsin nesin sen?

Dedi: Şeytandan sefir!

Nefs isimli o hâkir... Bkz. Kısakürek, Çile, 1973.

(52)Üstad, Nefs isimli şiirinde, nefsinde ruh gibi kalbde ikâme ifade ettikten sonra onun inkâr, cinnet, şüphe, korku gibi insanın yaratıcısı ve yaratılmışlara sağlıklı ve doğal bir ilişki içerisinde bulunmasına engel olmaya çalıştığını dile getirir:

Cinnet, şüphe, korku, benim eserim;

Sıcak kalbinizde gizlidir yerim,

Bir kurdum ki, sizi hep diş diş yerim

Ve gezerim her gün elbisenizde… Bkz. Kısakürek, Çile s.69.

(53)Necip Fazıl, maddî mücadele ile nefs mücadelesi arasındaki farkı ve zorluğu, şöyle bir benzetme ile açıklamaya çalışır: “Ferhad’ın sevgilisine kavuşmak için deldiği dağ, benim devirmek borcunda olduğum nefse göre kum tanesi…” Kısakürek, O ve Ben, s. 252.

(54)Necip Fazıl, nefsle mücadelenin zorluğu işaret ederken şöyle der: “O nefs ki, balmumundan bir nesneye benzer. Her tarafa döner ve her şekle girer.” Bkz. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 146. Burada Üstad’ın vurgu yaptığı ve büyük sûfîlerinde aynı kanaatte oldukları nefs ile ilgili önemli bir husus vardır: Nefs normal olarak insana dâima kötüyü emreder. Ancak bunu yaparken, bazen yapılan işin şeklini insana süslü göstererek insanın ayağını kaydırabilir.

(55)”Küçük cihad’dan büyük cihad’a dönüyoruz. Bu da kalb cihadıdır.” Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. l, s. 310.

(56)Kısakürek, Çöle İnen Nyr, s.363

(57)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 128.

(58)Kur’an’da da uyku, ölüme benzetilmektedir. Bkz. En’am Sûresi, 6/60; Zümer Sûresi, 39/42.

(59)Necip Fazıl’ın ölümle ilgili şiirleri için bkz: Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, ss. 114/153.

(60)Kısakürek, Çile, ss. 113-153. Ölüm düşüncesinin Necip Fazıl’ın dünyasındaki yeri hakkında geniş bilgi için bkz. Şevket Servet Koçer, Necip Fazıl’da Ölüm ve Ölümsüzlük, Isparta, 1997.

(61)Kısakürek, Batı Tevekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 129.

(62)Kısakürek, Çile, s. 153.

(63)Kısakürek, Çile, s. 132.

(64)Tasavvufî düşüncede ölüm hakkında bkz. İsen, Mustafa, “Mutasavvıflara, Sûfî Şairlerce Yazılan Mersiyeler ve Sûfî Düşüncesine Göre Ölüm”, Türklük Araştırmaları Dergisi, VII (1991-1992), s. 320.

(65)Kısakürek, Çile, s. 381.

(66)Kısakürek, Çile, s. 345.

(67)Kısakürek, Çile. s. 454.

(68)Uludağ, “Aşk”, TDVİA, c. IV, ss. 11-16, Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 208.

(69)Abdülehad Nûrî, Dîvân,, Süleymâniye Ktp., Mihrişah BI., nr. 159. Vr. 65b.

(70)Kısakürek, İmân ve İslâm Atlası, s. 288.

(71)Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 106.

(72)Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 105.

(73)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 165.

(74)Kısakürek, Aynadaki Yalan, s. 103.

(75)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 162.

(76)Kısakürek, İmân ve İslâm Atlası, s. 20

(77)Kısakürek, Çöle İnen Nur, s. 63.

(78)Kısakürek, Cinnet Mustatili, s. 39.

(79)Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimler Sözlüğü, “Mürşid”, “Şeyh”, “Pir” maddeleri.

(80)Kısakürek, Çöle İnen Nur, s. 362.

(81)Kısakürek, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, İstanbul, 1985, s. 152.

(82)Kısakürek, O ve Ben, ss. 212.

(83)Kısakürek, O ve Ben, ss. 211-213; A. Mlf., Son Devrin Dim Mazlumları, ss. 291-292.

(84)Kısakürek, Aynadaki Yalan, ss. 93.

(85)Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, ss. 145-146.

Necip Fazıl Doğumunun 100. YılındaT.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Sh. 102-113

Yazı: Ethem Cebecioğlu

Aylık Dergisi 140. Sayı Mayıs 2016