Anadolu tarihinin müstesna şahsiyetlerinden, Anadolu Türkçesinde yazdığı şiirleriyle İslam’ı Türkçenin kalbine yerleştiren Yunus Emre hakkında Üstad Necip Fazıl “Anadolulu Müslüman Türk’ün kalbi onda çarpar.” der. Ayrıca Üstad’ın kendisiyle alakalı bir piyes de yazdığı Yunus Emre hakkında menkıbevî anlatılarla tarihî bilgilerin iç içe geçtiği, bu yüzden şahsına ilişkin net bir biyografi ortaya konamadığı ve daha çok dünya görüşü etrafındaki tasavvurların ele alındığı görülmektedir.

Menkıbevî anlatılara göre Yunus Emre bir çitfçi olup buğday ihtiyacını gidermek için Karahöyük’e gitmiş, burada Hacı Bektaş-ı Velî’nin yanında kalarak onun “nefes” verme isteğini ısrarla “buğday” isteyerek geri çevirmiş, en sonunda gafletini anlayınca geri dönmüş, bu defa Hacı Bektaş tarafından Tapduk Emre’ye yönlendirilmiştir. Tapduk, Yunus ile ilgili menkıbelerdeki temel figürdür. Yunus Emre ona uzun yıllar hizmet etmiş, dergâhın mânevî değerine uygun olarak kırk yıl boyunca tek bir eğri odun bile taşımamıştı. Tapduk’un meclisi, bölgenin pek çok dervişinin uğrağıydı ve burada Yûnus-ı Gûyende denilen bir Yunus daha bulunmaktaydı. Rivayete göre bir gün Tapduk cezbeye geldiğinde Yûnus-ı Gûyende’ye söylemesini ister, ancak üç defa tekrar etmesine karşılık Gûyende bu sözü işitmez. Bunun üzerine Yunus Emre’ye dönerek vaktin geldiğini, hazinenin kilidinin açıldığını, nasibe erildiğini, nefesin eriştiğini bildirerek söylemesini emreder. Yunus Emre o andan itibaren gönlüne düşenleri söylemiştir. Tapduk ile Yunus arasındaki ilişkiyi aktaran menkıbeler ortak temalar içermektedir: Uzun yıllar hizmet ve bir cezbe anında zuhur eden sırlar. İstikrarlı çabalarla erilemeyen mertebelerin bir anda verilebileceğine vurgu yapan bu motif Yunus’un şiiri bağlamında özellikle vurgulanmış, onun üslubundaki benzersizlik bu tasavvufî anlatı üzerinden yorumlanmıştır. Bazı menkıbelerde de Yunus Emre, Mevlânâ ile karşılaşmış ve tasavvufî mertebelerde Mevlânâ’dan çok ötede bir sûfî olarak gösterilmiştir. Nitekim buna göre “Et ü kemik büründüm/Yûnus diye göründüm” deyişi Mesnevî ile ilgilidir. Diğer bir menkıbe grubuna göre Yunus, şiirleri dolayısıyla döneminin dinî otoriteleri tarafından kovuşturmaya uğramış olup bu durum “Molla Kasım” figürüyle anlatılmıştır.

Tarihî bilgilere bakıldığında Yunus Emre’ye ilişkin bilgilerin bir hayli karışık olduğu görülür. Ancak XX. yüzyılda yayınlanan bazı belgeler onun seksen iki yıl yaşadığını ve 720’de (1320) vefat ettiğini ortaya koymaktadır. Hangi bölgede yaşadığı ise birden fazla Yunus’a ait olduğu anlaşılan bilgilerin kaynaklardaki tedavülü dolayısıyla net olmamakla birlikte, ulaşılan bir kanaate göre Yunus, Sakarya çevresinde bir yerde doğmuş, Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede Tapduk Emre Dergâhı’nda yaşamış, Sarıköy’de olan kendisine ait araziyi zâviyeye bağışlamış ve muhtemelen ölümünden bir süre önce Karaman’dan arazi satın almıştır. Kendisini şiirlerinde daha çok âşık, bîçâre, koca, tapduklu, miskin, derviş gibi sıfatlarla niteleyen Yunus’un adı ve ailesi hakkında da tarih kaynaklar net değildir. Özellikle Âşık Yunus’un/Yunus’ların kimliğinin tespiti bu bakımdan henüz canlılığını koruyan bir araştırma konusudur. Yunus Emre’nin tahsili de kaynakların üzerinde durduğu ve farklı görüşler aktarılan meselelerden biridir. Yaygın menkıbevî kabule göre Yunus ümmîdir, ancak ilâhî sırlara mazhar bir kimsedir ve bu yüzden şiirlerinde hikmet vardır. Onun tasavvufa intisaptan önce müftülük yaptığı ve medrese eğitimi gördüğüne ilişkin kayıtlar Bursalı Âşık Yunus ile ilgili gözükmektedir. Fakat öbür taraftan divanında dönemin ilmî gündemlerini, felsefî kabullerini, halk inançlarını ve bâtınî tavırlarını yansıtan pek çok unsura yer veriyor olması, araştırmacıları Yunus’un ümmîliğine ilişkin anlatıları yorumlamak zorunda bırakmıştır. Nitekim “Ne elif okudum ne cim varlıktandır kelecim/Bilmeye yüz bin müneccim tâliim ne yıldızdan gelir” gibi beyitleri de meselenin bu yönünü ortaya koyar. Anlaşıldığı kadarıyla Yunus, edindiği şifahî kültüre ilaveten uzun yıllar geçirdiği zâviye hayatında da döneminin bilgi kaynakları ile içli dışlı olmuş, seyahatlerinde farklı kültürleri tanımış, kendisinin medrese tahsili gördüğü net söylenemese de ilim erbabını tanıma ve onlarla hasbihal etme imkânı bulmuş birisidir. Nitekim şiirlerinde Şam, Şîraz, Bağdat, Tebriz ve Nahcıvan’ın ismen anılması tasavvufî ve ilmî amaçlardan bağımsız seyahatler olarak düşünülemez.

Yunus Emre’nin mürşidi olarak Tapduk Emre gösterilmekle birlikte, tarikatının tespiti için mevcut bilgiler yeterli değildir. Genellikle Horasan kaynaklı tasavvufî tavrı yansıttığı düşünülen Yunus’un tarikat kimliğine ilişkin öne çıkan tartışma konusu onun Bektâşîlikle ilişkisidir. Kendisi tarikat silsilesini Tapduk Emre, Barak Baba ve Sarı Saltuk olarak gösterse de bu isimlerin hayatları ve tasavvufî faaliyetlerinin kurumsal yönü hakkında net bir bilgi yoktur. Diğer yandan Yunus Emre, Ahmed Yesevî takipçisi olarak görülmüş, özellikle Hacı Bektaş’ın Yesevî ile ilgili menkıbeleri bu konuda öne çıkarılmıştır. Ancak tarihî açıdan menkıbelerde sözü edilen sürekliliği ortaya koymak mümkün gözükmemektedir. Bu yönüyle tarihsel ve kurumsal niteliği dikkate alındığında Yunus Emre’nin tarikat kimliğine ilişkin net bir yargıya varılamayacağı söylenmelidir. Anadolu’da ve Azerbaycan’da rastlanan Yunus’a ait mezarlar ve makamlar, onun seyahatleri ile ilgili olabileceği gibi şiirlerinin etkisiyle de ilgili sayılabilir.

Yunus Emre, daha çok tasavvuf/tekke edebiyatının Türkçe’de Ahmed Yesevî ile kazandığı aşamayı Anadolu ve Rumeli coğrafyasına taşıyıp zirve noktasına ulaştırmasıyla dikkat çeker. Aşk, vecd, samimiyet, merhamet, vahdet, kendini bilmek ve Allah’a vuslat gibi temaları hem olanca sadeliğiyle hem de düşünce içeriğini zenginleştirecek şekilde söyleyebilmesi onun temel özelliğidir. Sahip olduğu tasavvufî muhayyileyi kendi dönemine yansıyan birikimden elde ettiği, ancak bunu yaparken kendi tecrübesini ve karakterini de büyük bir ustalıkla bu birikime yansıttığı anlaşılan Yunus Emre’nin tasavvufun Türkçe ifade gücü kazanmasında büyük bir yeri vardır. Aşk merkezli söyleyişlerinde varlığa dönük sevgi ile insana dönük sevgiyi Allah’ta birleştiren, bunu yaparken de tabiattan ve insan iç dünyasından yalın örnekler seçerek mesajlarını işleyen bir üsluba sahiptir. Bu üslupta Allah, zâtını her şeyin özünde ve her görünümün içinde âşığa sunmakta, hakikat talibi olan âşık da bunu idrak etmek suretiyle çeşitli haller yaşamaktadır.

Ahlakın dönüşümü her halükârda sevgiyle mümkündür. Çünkü insan eksikliklerinin yegâne tamamlayıcısı aşktır. Bilgide süreklilik ve dinginlik bulmak da sevginin varlığı dolayısıyladır. Varlıktaki hareketliliğin kaynağı ile insan iç dünyası arasında kurulan bu sevgi ilişkisinde Allah’ın birlik tecellîsi vardır. Allah, eşyadaki tezahürlerinde gizli olan aşkın insanda fiilî duruma geçmesiyle bilinebilir. Allah’ı bilen, bulan ve seven insân-ı kâmil sayılır. Ledünnî bilgi kendini Hak’ta bulanların ya da varlığı Hak ile bilenlerin bilgisidir. Bu bilgi, çokluğu birliğe ve noksanı kemâle çevirir. Yunus Emre, şiirinde yalnızca ideal bir durumun tasvirini ya da övgüsünü yapmakla yetinmemiş, hakikat arayışında bocalayan tiplerin sıkıntılarını, dünyada yaşanabilecek acıları ve insanın zıtlarla dolu karakterinden kaynaklanan ikilemleri de dillendirmiştir. Bu yüzden birliğin mutlaklığına erişemeyen insanın kederden kurtulamayacağını, kemâle ermiş kimselerin irşadına kendini açmayanların muvaffak olamayacağını, benliğin kendi sınırlarından kurtulup Hak’ta kaybolmasının gerekliliğini vurgulayan beyitlerinde sonraki sûfîler şerhe konu edilebilecek pek çok incelik bulmuş, modern dönemde de onun şiiri varoluş ıztırabı karşısında savrulan bireyci arayışlara tercüman olarak kabul edilmiştir.

Kaynakça: Mustafa Tatçı. Yunus Emre Şerhleri. İstanbul: H Yayınları, 2008; DİA; İDA.

Baran Dergisi 779. sayı