Önce sizi tanıyalım Mustafa bey...
1979 Ankara doğumluyum. İlk ve orta tahsilin ardından önce Ankara merkez İmam Hatip Lisesi, sonra babamın işi nedeniyle Konya İmam Hatip'e devam ettim. Okumaya olan soğukluğum nedeniyle lise biter bitmez sinema sektörüne geçtim. Film setlerinde, televizyonlarda, radyolarda çalışmaya başladım. Kameramanlık, ışıkçılık, daha sonra tiyatroyla ciddi ilgileniyordum. Belki üç yüze yakın sahneye çıktım. Erken evlenmiştim. Bir erkek, altı yıl sonra bir kız evladım oldu. Bir yandan bağlama çalıyorum. Spor, biraz kick-boks yapıyorum. Lisanslı seviyeye doğru maçlara çıkıyorum. Her dala konuyorum. Bu arada Gerçek Hayat dergisine yazı, şiir gönderiyorum.
Orada mı başladınız yazmaya?
Evet, ilk edebiyat tecrübelerim orada. Aslında babam Ahmet Efe edebiyatçı olduğu için, onun vesilesiyle Konya'da bazı denemelerim olmuştu. Babam bana kitap okutur, özetini yazdırırdı. Onu da götürür, kredisini kullanarak gazetede yayınlatırdı. Bu işlere alışalım diye. Zaten kütüphanenin içinde büyüdüm. Babamın yirmi bine yakın kitabı vardı. Kitapları sırt kısmından ezbere bilirdim. Korkunç paralar kazanıyorum o dönem. Fakat parada zerre kadar bereket yok! Bu medya sektörünün garip bir tarafı var böyle. İşte İstanbul'a gidip geliyorum. Sinema filmlerinde, Yücel Çakmaklı ile çalışıyorum. Çetin Tekindor'un filmlerini çekiyorum vs.. Ciddi, aranan bir görüntü yönetmeni olmuşuz, aranıyoruz. Tabi mütedeyyin bir aile çocuğuyum. Mesela dedem Fetavay-ı Hindiyye isimli 16 ciltlik fıkıh kitabının mütercimi. Babam çok sayıda kitap yazmış, İslâm tarihini çok iyi bilen bir insan. Benim çalıştığım sektör, ortamlarla “tezat” bir görüntü. Aslan yuvasından tilki çıkmaz derler. Ama garip bir halim var ve bundan ruhen de rahatsızım. Çok şükür öyle kötü yollara da düşmedik, bulaşmadık ama ortam bana yakışmıyor hissediyordum. Babamla istişare ettim. Askere gitmektense üniversiteyi tercih etmiştim ilk olarak. O ise, 'sana bir hüsn-ü hat kursu ayarlayayım, hat sanatını öğren' dedi. Prof. Fevzi Gülüç'e gittim; hocamdır kendisi. Eski Anadolu insanı. Altı ay devam ettim. Bir ara Almanya'da bulunduktan sonra hatta olan ilgim ve sevgim uyandı. Konya'ya döndüm, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi imtihanlarına girdim. Rahmetli hocam da oranın dekanıydı. Sınavlardan üç gün önce cep telefonunu kapatan sıfır torpilli bir adamdı. Allah ondan razı olsun. Kazandım. Üniversitede ikinciydim. Hüsn-ü hat bölümünden de ikinci olarak mezun oldum. Geleneksel Türk Sanatları bölümü Hat Ana Sanat Dalı'ndan mezun oldum.
“Kur'an, Mekke'de Nazil Oldu, Mısır'da Okundu, İstanbul'da Yazıldı”
O dönem nasıldı bu alana ilgi?
Çok da rağbet edilen bir bölüm değil. Üniversite sınavını kazanamayanlar Güzel Sanatlar Fakültesi Özel Yetenek Sınavlarına girerdi. Fevzi hoca da bu durumdan muztaribti. Hoca dışardan geleni almazdı bu bölüme. Hususi ilgisi olanları, sevenleri kabul ederdi. Çünkü sanatla ilgilenen kişinin okuması gerekiyordu hocamıza göre. Ben de lisanstan sonra bu sanatı ideal edineceksem İstanbul'a yerleşmeliyim dedim. O meşhur söz var ya… “Kur'an Mekke'de nazil oldu. Mısır'da okundu. İstanbul'da yazıldı” diye… İstanbul'da yazıldıysa biz de gidip İstanbul'da yazalım dedim. Beş parasızım, 19 milyar borç bulup 6 yıllık kiramı peşin ödedim ve başladım İstanbul'u dolaşmaya… Bu arada hat sanatına gelene kadar toplam 42 sigortalı işe girip çıkmışım. Kars'ın birkaç ilçesi hariç gitmediğim kasaba, köy kalmadı diyebilirim. Evliyim, yılda bir kez görüyordum ailemi… Ondan dolayı hat sanatı benim gibi artık sükuneti arayan biri için ideal çalışma alanı oldu. Hatta dün talebelerime, bir metrelik masanın başına oturup kendini dünyanın en özgür insanı hissetmek nasıl bir şey olabilir demiştim. Böyle bir sanat. Çünkü ölene kadar yeni bir şeyler yapmak şansınız var ve bundan daha büyük özgürlük olamaz.
“Hat Sanatı Kur'an'a Hizmet İçindir”
Bir hat sanatçısı eserlerinde neyi ifade etmek ister. Muhatabına okutmak mı, baktırmak mı, nedir amacı?
Aslında bütün mesele okutmaktır. Çünkü hat sanatı Kur'an-ı Kerim'e hizmet için geliştirilmiş, bütün kural ve kaideleriyle, estetiğiyle, nizamıyla sadece Kur'an'a hizmet eder. Dinsiz sanat olmaz ya? Bizim sanatımız en dinî sanattır. Kur'an nazil olmasaydı hat sanatı diye bir şey olmazdı. O günden bugüne sürekli gelişim kaydetmesi hizmet gayesiyledir.
Şimdi, istifli yazıya tercih döneminde olduğumuz için şekil önce geliyor. Yani “şekle bir baktırayım da, ondan sonra okutayım”… Aslında önce okutup sonra baktırmak olmalı gaye. Gerçi önce bu gayeyle yola çıktı. Şimdi ise maalesef popüler kültürün, modern durumların da etkisiyle Allah'ın ve Resulü'nün, bir kelam-ı kibarın ne söylediğine dair merak ve ilgi geriledi. Mesela çok etkileyici bir eser yaparsınız. Sonra okursunuz. Ama bakıyorsunuz bazen, kişi bir eser çıkarmış fakat okunmuyor. Çok güzel diyorsunuz, müthiş ama okunmuyor. Okunmayan yazının ne anlamı var? Doğru değil mi?
Kelam-ı kibar dediniz? Bir hattat olarak açar mısınız, günümüz dilinde pek kullanılan tabir değil…
Bizim büyüklerimizin sözlerine kelam-ı kibar diyoruz. Mesela, Hz Ali'den bir kelam-ı kibar söyleyeyim size, diyor ki; “Yazı” yani hüsn-ü hat, “hocanın elinde gizlidir. Kıvamı çok yazmakla, devamı da İslâm dini üzere olmakladır” diyor. Mutlaka bir tebliğ ve telki var hat sanatında. Olmazsa altı boştur.
“Ruhani Hendese ve Hat Sanatı”
“Hat sanatı cismani aletlerle yapılan ruhani bir hendesedir” şeklinde bir cümlenize rastladım. Bu ifadeyi biraz açabilir misiniz?
Hendese, geometri, bir ucuyla matematikle ilgili biliyorsunuz. Mesela hat sanatında “B” harfini alalım. İçerisinde altın oranı barındırır. “Altın Oran”, Allah'ın yaratmış olduğu herşeyde, insan dahil herşeyde mutlak surette görünen bir orandır. Mesela bir ağacın kökünün kalınlığı ilk çıkan veya yeni çıkan yaprağına altın oranla bağlıdır. Bundan dolayı bize güzel görünür. Veya kaza yapmış bir insan yüzü tahayyül edin. O yüz bize farklı bir tesirle görünür ya, işte bu “altın oran”ın bozulmasıdır. Bakarken üzülür, incinirsiniz. Bozulma da, bu oranın ortadan kalkmasıdır. Mesela bu orana en bariz örneklerden biri salyangoza bakınca görülebilir. Sırtındaki kovukta yer alan sarmal çizgilerin her bir aralığı eşittir. Hat sanatında bu, bütün harflerde, bütün bağlantılarda var. Ve siz bu altın oranı kağıdın üzerine bir ayetle nakşedeceksiniz. Zihninizde mevcut. Peki bu oranın insanlara da estetik gelen, aynı zamanda ayetin, hadis-i şerifin veya kelam-ı kibarın, muhatabın da ruhuna işleyecek seviyede yazacaksanız, ortaya koymanız gereken şey “ruhani hendese”dir. Ruhunuzda katacağınız bir şey yoksa, ne kadar matematik yaparsanız yapın, yazınız güzel görünmeyecektir. Mesela bir makale, yazı okuruz. Bazen “bu yazı ruhsuz olmuş” deriz. Bu çok güzel bir tanım biliyor musunuz? Aslında metin tamam ama aradığınız tesir, ruh yok.
Şekil var, ruh yok?
Evet. Mikelanj'ın heykelleri gibi düşünün. O kadar muhteşem, muntazam. Ama dili olmadığı için sinirlenip çekici fırlatan Mikelanj’ı düşünelim; “konuş ya Musa!” diyor ya? Adam haklı, dil yok, can yok, ruh yok. Onun gibi donuk.
“Arap Alfabesi Değil İslâm Alfabesi”
Hüsn-ü hat kabaca “güzel çizgi” demek oluyor anladığım kadarıyla? “Arap alfabesi” kullanılıyor. Peki “Arap alfabesi”nin “güzel”e kattığı şey, güzelliğine dair neler söyleyebilirsiniz?
Bu “Arap alfabesi” ifadesine takılıyorum. Geçenlerde Paris'te kişisel bir sergim vardı. Orada ciddi bir çevre vardı. Bir konuşma yaptım sergiye dair. Şöyle bir şey dedim; “Arap yazısı, Arap alfabesi gibi ifadeler kullanılıyor bizim hat sanatımız için. Doğru değil. Bu, İslâm yazısıdır. Çünkü benim inancım ve büyüklerimizden, okuduklarımızdan öğrendiğim şu ki, Allah bu harfleri yaratmıştır. Bu harflerle Kur'an-ı Kerim nazil olmuştur. Mesela, “ayn” ve “sin” harfini düşünün. Sonsuz tasarımlarla bunları birbirine bağlayabiliyorsunuz. Ucu yok. Yasin suresinden on yedi yaşındayken anladığınız şeyle yirmi, otuz, kırk yaşındayken anladığınız şey bir mi? Allah sürekli bilgiyi de yaratıyor. Akıl bundan payını alıyor. Tam anlamıyla ruhani hendese. Aklın alabileceği bir şey değil bu. Neden Arap alfabesi üzerinden nazil olmuştur? Neden vahiy katiplerinden bu istenmiştir.
Cumhuriyet'in ders kitaplarında “yazması zor, kargacık, burgacık yazı” veya “eski yazı” şeklinde ifade edildi hakkında yıllarca?
Alfabeyi değiştirenlerin ahlakı bu. “Kabe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” diyenlerin adamların zihniyeti. Ben bunu şiddetle reddediyorum. Mesela Latin harfleri memlekete doğru koşarken, Arap harflerini bedeviler sırtlamış kovuluyor şekilde karikatürler yapıldı. Bizim medeniyetimiz bunun üzerine kurulmuş, hakaret edilemez. Osmanlıca dediğiniz şey İslâm harfleriyle kaydedilmiştir.
Harekelerin anlamı nedir ?
Yanılmıyorsam Abbasi dönemi, Endülüs'te inkişaf etmiş olmalı. Ahmer isimli bir zat, yazının rahat okunabilmesi için bu yola başvurulmuş. Mesela “sin” harfini “şın” şeklinde okunma ihtimaline karşı anlamda bir yanlışa düşülmemesi için harekeler getirilmiş. Harfin altına “esre”, üzerinde “üstün”? Allah razı olsun ondan, aslında bizim işimizi kolaylaştırdı. Üstadlar bakmış ki, insanların yazıyı okunmasını kolaylaştırıyor. Böylece yazının mahiyetinden kabul edilip tercih edilmiş. O harekeler de güzelleştirilmiş. Yüzyıllar içinde bahsettiğim altın orana dahil edilmiş. Mesela İstanbul'un Fatih veya Yıldırım Beyazıt dönemi camilerinden birine gidin, yazının harekelerinin çok zayıf olduğunu görürsünüz. Çünkü hareke yazıya göre çok geç gelişmiştir. Hareke en olgun seviyesine 19. yy'da kavuşmuş. Sami Efendi isimli bir hattat tarafından çok ciddi şekilde geliştirilmiş ve son noktasına gelmiştir. Onun altında yazamazsınız. Ancak onun eserini aşarak yazmalısınız.
“Hat Sanatıyla Mekân ve Mânâ, Osmanlı'da Bütünleşmiştir”
İslâm medeniyeti aynı zamanda zerafetin medeniyeti. İslâm şehir ve medeniyetine hat sanatının kattığı şeyler neler? Bunun bir hattat olarak üzerinizdeki tesirlerden bahsedebilir misiniz?,
Benim en fazla önem verdiğim nokta mekân ve mânâ bütünlüğü. Ecdadımız, İstanbul'u 1453'te fethettiğinde yaptığı ilk iş, imar faaliyetine girmekti. Yani şehri İslâm kimliğine büründürmek. Bu sadece taş, toprakla olmaz. Allah namazı emrediyor. Mescidde kılınacak. Mescid imar edilecek. O zaman Müslüman en güzelini yapar. Bunun yanında onu tezyin etmezseniz yine eksik kalacak. En güzelini yapmak kültürü, mükemmeliyetçilik var. Biz camii yapalım, mimar bitirsin ve bize hat yapmamız için bir yer ayırsın. Arap milletinde bu kültürün geldiği nokta malum. Vahhabi zihniyeti tarafından özellikle. Geçmişte de çok yaygın değildi. Ezbere dayalıdır. “Kur'an Mekke'de nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı” demiştik ya, İstanbul'da ne zaman yazıldı? Sultan Fatih'in oğlu II. Beyazıt'ın hocası Şeyh Hamdullah isimli hattat Osmanlı ekolünü oluşturdu. Ondan sonra bütün dünya dedi ki, “bu hat sanatı İstanbul'da yazılır”. Bu söz en erken 1500 yılına kadardır. İmarımız, mimarimiz Selçuklu'dan beri dış cepheleri ve kubbeleriyle birlikte hat sanatına aşinaydı zaten. İlk örnekleri Üsküdar'da Ruhi Mehmet Paşa Camii'nde, Firuzağa Camii'nde Sultanahmet'te görürüz. Fatih Camii'nde. Ortaya bir ana kubbe ve dört köşede yarımşar kubbe olunca mimarinin iç yapısında kendiliğinden hat alanı oluşuyor. Kubbeye genellikle “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayeti, kubbe aralarında oluşan üçgen boşluklara çehar-ı yar-ı güzin Hulefay-ı Raşidin'in isimleri. Kuşak bölümü tezyin edilir. Neden o ayet? Mekân mânâ ile bütünleşiyor. Yani mimari de Kur'an'a hizmet ediyor. Böyle bakmalıyız. Hiçbir şey alel usul değil. Herşey düşünülmüş. Zerafet medeniyeti dediniz ya? Olağanüstü zarif hem de. Böyle bir medeniyetken nasıl bu duruma geldik aklım hiç almıyor. Hiçbir yere oturtamıyorum. Bizim normal şartlarda gözümüz kapalı gezmemiz lazım. Çünkü bizim bedii zevkimizi ortadan kaldırmaya yönelik o kadar çirkin yapılar var ki mahvediyor. Gidin şimdi Yeni Valide Camii'ne, yüzünüzü camiye dönün. Karşınızda merhum Mehmet Ağa'nın yaptığı Yeni Valide Camii, Şem'atullah Valide Sultan'ın eşsiz türbesi var. İçinde müthiş bir kuşak yazısı, “amener resulü” yazar. Her köşesi incecik işlenmiş. Sırtınızı döndüğünüzde kaotik bir manzara…
Enkaz gibi…
Tam olarak enkaz. Nasıl böyle bir yerde böyle bir şey yapılıyor.
Bu durumu “geçici” sayabilir miyiz?
Neron lazım buraya… Adama sormuşlar “neden yaktınız Roma'yı” diye… “Yeniden yapmak için tabi ki” diyor. Roma'yı yeniden yapmak için yakmış bir adam tarih boyu kınanmış. Yakmış da gerçekten zevk sahibi olduğu için yakmış halbuki. O çirkin, atıl ve pis yapıları ortadan kaldırıp yeniden inşa etti. Bugün gezdiğiniz Roma, Neron'un yaptırığı Roma'dır. Dünyanın ağzı açık izlediği güzel şehir. Bize de bir Neron lazım. Benim elimde imkan olsun bütün güzellik için komple yıkarım, kimseyi de mağdur etmem. On yıl sürsün ne olacak? Yahu böyle bir muhteşem mirasın üzerine bu nasıl yapılır, toprak ağlar yahu…
Yeditepe Bienali'nde sergilerinize rastladım. Orada “bir daha bak” buyurulan ayetten mülhem bir enstalasyonunuz da var. Takip ettiğim kadarıyla hat sanatında hikmete de vurguda bulunuyorsunuz. Hikmetin hatla olan bağından bahsedebilir misiniz?
Evet bu bienal kapsamında üç tane, günümüz tabiriyle “enstalasyon” dediğmiz çalışma yaptık. Enstalasyon, mekânla eseri bütünleştiren çalışmalar anlamında. Bizim toplum olarak bundan anladığımız farklı malesef. Aksine, bir eser yapıp garip, acayip gelecek şekilde herhangi bir yere oturtup sergilemek mantığı hakim. Bu şehirde yeni bir mekân şansımız olmadığından o bütünleşmeyi, ilerlemeyi başaramıyoruz. Bu eserlerden ikisi Ayasofya'da, diğeri Nur-u Osmaniye camiinin yeni keşfedilip restore edilen mahzeninde.
O mahzenin varlığından Kapalıçarşı esnafı dahil birçok insanın habersiz olduğu ortaya çıktı.
Bilenler de çöp atıyormuş oraya pencerelerinden. Beşyüz kamyona yakın çöp çıkarmış belediye oradan!. Bunun malumatı bende var. Şaşkınım yani. Biz gerçekten çok yıpratılmışız. Aslında bu camii “barok usulü” yapılmış ilk ve son camidir. Tektir yani. Osmanlı'da ortaya çıkarılmış barok alıp ortaya çıkarılan tek sentez mimarisi. Ve fore kazık üzerine oturtulmuştur. Fransızlar biz bulduk diye iddia ederler ancak hiç alakası yok Osmanlı bulmuştur. Yani camii kazıklar üzerine oturtulmuştur. Mahzene girip baktınız işte, dört-beş metre tavan var. Deprem, su baskınından etkilenmemiş. Öyle de bırakılmamış, su sarnıcı yapılmıştır. Medeniyetimizin çöküşe geçtiği dönemde kapısına kilit vurulmuş. İnsanımızın gözünde önemsizleştirilmiş, cahil bırakılmışız. Kapalıçarşı esnafı pencerelerinden yıllarca çöp atmış.
İlim ve Hikmet Duası: “Ziynet”
Utanç verici…
Hem de nasıl. Bakın, “İstanbul'un 100 Hamamı” projesinde fotoğraf çektim. İstanbul'da yüz hamam gezdim. Bunlardan Mimar Sinan'ın yaptığı hamamlar dahil 70 tanesini şahıslara peşkeş çekmişler zamanında. Düşünün, adam 400 yıllık hamamın içinde demirci dükkanı çalıştırıyor. Bu haldeyiz. Hala düzeltilmiş değil. Bizim enstalasyonlardan ikisi Nur-u Osmaniye camiinin mahzeninde, diğeri Ayasofya'da maksurenin içerisine hazırladık. Hz. İbrahim'in, “bana ilim ve hikmet ver. Ve beni salihler arasına kat” diye duası Kur'an'da geçer. Bu ayet-i kerime beni büyülüyor mesela. Tefsirlerden okudum, ciddi araştırdım. İlimle salihler arasında duran hikmetin önemine dair bir eser yapayım dedim. Ve bunu sanatımda sentezledim, ortaya harekeler çıktı. Bu projenin içinde amacım, yazıyla birlikte hareke olmasaydı belki de okuyamacaktık mesajıydı. Okumak, belki bizi salihler arasına katar. Hz. İbrahim önce ilmi istemiş, önce ilim. İlimle, öğrendiklerimizle hikmete ulaşır, böylece salihler arasına girebiliriz belki. Müthiş bir dua öğretmiştir. Harekeleri olmayan yazıyı bu dua çok güzel simgeliyor. İlim, toplanmış halini hikmet, ayetteki duayı da salihler arasına girmeyi vesile olarak değerlendirmeye çalıştık. Bu yeterli miydi? Hayır. Harekeleri yazıdan çıkarıp yeniden yerleştirmeliydik. Nasıl olacaktı. Bu da, klasik İslâm sanatına ulaşan birinin günümüz anlayışlarını, teknolojisini kullanarak daha etkili kılmaya çalışmasıydı. Elimizde geldiğince bunu yapmaya çalıştık ve hüsn-ü hatta ilk “video art” çalışmayı ortaya çıkardık. Aslında ismi “ziynet”tir.
“Bütün Hattatlar Cahildir”
Hem ses, hem görüntü, hem hat bir arada. Yeni projeleriniz var mı?
Sekiz yıldır gelen talebelerime ders vermekteyim. Bu süre zarfında 700'ü aşkın talebe kazandım.
Bunlardan ancak 8 kişi hattat olabildi çok şükür. Benim hocam 25 sene ders verdi 7000'e yakın kişiye. Ancak 6 kişiye icazet verebilmiş. Ben biraz daha şanslıyım hocama göre. Yetişmekte olan da var. Bu sekiz talebenin sekizinin 1 Mayıs'ta, Bienal kapsamında Beyazıt Hamam Müzesi'nde icazet töreni yapacağız inşallah. Mezun olup sanat camiasına katılacaklar.
İcazet süreci ne kadar zaman aldı?
Toplam 8 sene sürdü. Ancak öğrenilebiliyor. Onlara biraz İslâm tarihi, divan edebiyatı, klasik tarih gibi dersler de verdim bildiğim kadarıyla tabi. Batı da dahil, ciddi sanat tarihi okuttum. Batı sanatına da hakim olmak lazım zira. Bir laf vardır bilirsiniz; “bütün hattatlar cahildir” diye. Buna dair Fuzuli'nin bir şiirinde geçer. Şöyle ki;
“Kalem olsun eli kâtib-i bed-tahrîrin
Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf kusuruyla eder nâdiri nâr
Gâh bir nokta sükûtuyla gözü kör eyler”
Şöyle güncelleyebiliriz;
“Kötü yazışlı katibin parmakları kuruyup kalem olsun! Çünkü yazışındaki hatalarla “düğünümüzü” “matem” yazar. Bazen bir harfi eksik koyup “nâdir”i “nâr”a (ateş) çevirir; bazen de, harften bir nokta düşürerek “göz”ü “kör” eder.” “Sur” yazarken sin harfine nokta koyup “şuur” yazıyor. Kitap okumayıp, sadece hat sanatıyla meşgul olan arkadaşlarda böyle noksanlıklar olmasın diye çırpındım tabiri caizse.
Mahzende Bir Eser: “Bir Daha Bak”
“Bir daha bak” adlı eseriniz oldukça farklı bir yer tutuyor mahzende, dikkatimi çekti.
O eserimizin de manifestolu bir anlamı var. Hem ayet, hem eserin tatbiki, hem mânânın şekille uyumu. Seyircinin içerisinde dolaşabilmesi. Ayet-i kerimenin levhalandığı parçalar arasında 13 santimetre eşitlikte trigonometri var yedi parça arasında. Ayette, “Gözünü çevirip bir daha bak. Bir daha bak. Gözün aciz olarak sana geri dönecektir.” buyuruluyor. Neden bakıyorsun, kusur bulmak için? İnen ayet ise gökyüzü için. Gökyüzü yedi kattan oluşuyor malum. Biz de eseri yedi parça yaptık. “Bir aksaklık bulmak için gözünü çevir tekrar tekrar bak” buyuruluyor ya? Bu gökyüzü adlı eseri mesela delik bir beş kuruşun halkasından bile tam olarak görebiliyoruz. Aslında acziyetimiz ortada. Aralarında 13 santim kalem farkı olan panolara bir noktadan baktığımızda yalnızca düz bir zemin görüyoruz. Ve orada bu ayet-i kerime yazıyor. Ayet göz şeklinde tasarlanmış. İnsanoğlunun Allah'ın takdir ettiğinin haricinde hiçbir şeyi yapamayacağını, acziyetimizi vurgulamak için böyle bir eser çıkarmaya çalıştım. Daha evvel böyle içinde dolaşarak bakılan bir çalışma olmamış. İllüzyon gibi. Biz de severiz millet olarak. Ayasofya'da da Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazıları vardır. O yazıları alıp ilginç bir satha uyarladım. Dört satıhta sekiz yazı görebiliyorsunuz. Etrafında dolaştığınızda görülen kırılmalar, “harf inkılabı” da dahil harf sanatındaki “kırılmalar”ı simgeliyor. Ancak biz doğru noktadan bakabilirsek ki, eserin adı da “Doğru Bakmak”tır. O takdirde sanatı görebileceğiz. Bizim medeniyetimiz eşsizdir, bu medeniyetimizin eşsizliğini görebilmemiz için gerçekten bize Neron lazım.
İtalyan Ressamın Hüsn-i Hat Levhası
Batı'da bu sanatın etkisi olmuştur muhakkak. Var mı örnek vakıalar?
Olmaz olur mu. Bakın, zamanında İstanbul'a İtalyan bir ressam geliyor. Ressam Cağaloğlu'nda sahaflarda gezerken eskici dükkanının camında bir yazı görüyor. Hüsn-ü Hat yazısı. O kadar hoşuna gidiyor ki, hemen içeri girip satın almak istiyor. Adam, “ne yapacaksın, ne işine yarayacak bu?” diyor. Ressam bayıldım buna, hemen almak istiyorum deyince eskici bedel almaya değer bulmadığından ücretsiz veriyor. Bizim bu İtalyan ressam evine dönüyor. Ülkesinin meşhur varaklı, yaldızlı çerçevelerden biriyle tamamlayıp evinin duvarına asıyor. Evinin başkösesine. Düşünün o kadar etkileniyor ki, ressam hattaki sanatı görüyor çünkü. Beş yıl kadar sonra bir Türkle tanışıyor. İtalya'da oluyor bu hadise. Akşam yemeğine davet ediyor Türk'ü. 'Akşam yemeğinde bana gel sana çok müstesna bir şey göstereceği' diyor. Akşam sofra hazır fakat İtalyan bizim Türk'ü yemekten önce o sana göstereceğim şeyi görmeni istiyorum. Götürüyor salona, “bak” diyor. Bizim Türk bir bakıyor levhaya, bir hüsnü hat, tamam. “Yahu diyor bunu bu duvara neden astın?” diye soruyor. O da, “Ne kadar güzel değil mi?” diyor. Türk, “Tamam güzel de, sen orada ne yazdığını biliyor musun?” diyor. İtalyan o âna kadar hiç düşünmemiş. “Ne yazıyor peki?” Türk, “Helaya gider yazıyor burada!” diyor. Meğer tabelaymış. Şimdi bunu anlatan hoca dedi ki, “oğlum, görüyorsun işte, hüsn-i hat sanatı öyle bir sanattır ki, “helaya gider” yazısını bile duvara astırır hem de altın varakla” dedi. Picasso'nun sözü meşhurdur; “bizim resimde aradığımızı Türkler hat sanatında buldu” diyor. Mesela Andre Lhote var, meşhur Fransız ressam. Bir çok ressamın da hocasıdır. Diyor ki, “bakıyorum Türklerin yazısına, okuyamıyorum. Belki okuyamadığım daha iyi çünkü böyle bir müzik hiç dilemedim” diyor. Yazıya bakınca söylediği bu. Yine bir İtalyan ressam, bizim bakkal Arif Efendi'yle beraber, Kapalıçarşı'nın üzerinde, sahaflar tarafındaki kapının üzerinde Sami Efendi'ye ait “el kâsibu habibullah” şeklindeki yazısına bakıyor. Diyor ki, “Yahu Üstad diyor, burada bir şey var. Yapmak istediğim tek şey, şu “b” harfinin içine oturup kaymak…” diyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü bu adamlar, Realizm akımı sonrası Sürrealizm'e geçiş evresinde çok büyük bocalama yaşadılar. Bu sürecin tamamında aranan şey aslında hat sanatında var.
Orada bir sanat ufuk verildiğini görüyor olmalılar?
Tabii ki vermişiz. Çünkü sade bir zeminde, “siyah iz”ler halinde, ortada bir şey görüyorlar. Ve o “iz” değil sadece, ayet-i kerimenin gücüdür. Adamın etkilendiği aslında şekil değil, muhteva!
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Dergisi 164. Sayı, Mayıs 2018