Troyat, Dostoyevski’yi tanımlarken onun “yer ile gök arasında asılı kaldığını” söyler. Dostoyevski’nin hayatında birçok şeyi bulmak mümkündür. Kumar, sara hastalığı, batılılaşmaya karşı durma, esir düşme, fakirlik…

Dostoyevski’nin romanlarında müthiş bir batılılaşma ve modern mimari tenkidi vardır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Yeraltından Notlar, İnsancıklar, Cinler… Hepsinde dozu arttırarak Batılılaşma uğruna, Batı mimarisine uyum sağlamayı şahsiyetsizlik olarak ifade eder.

Mesela; Nevski Bulvarı’nı ele alır bir romanında. Gogol ve Puşkin bu bulvarı hayranlıkla anlatırken, Dostoyevski yerden yere vurur. Rus mimarisine uymadığını, insanların ölümüne varacak kazalara neden olduğunu, hiçbir amaç taşımadığını ve sadece batıya öykünme aracı olduğunu ifade eder.

Mevlana Hazretleri “Bir şehri şehir yapan o şehrin büyükleridir.” der. Rusya da kendi şehirlerinin büyüklerini yetiştirmiştir. Tolstoy, Gogol, Puşkin, Troçki, Tarkovski, Dostoyevski ve daha niceleri. Modern psikolojinin babası da sayılan Dostoyevski, iç buhranını öylesine yaşar ki tekamülünü her sahada edebi eserleriyle gösterir. Romanlarındaki hasta karakterler sadece dış yüzden hasta değildir. Aynı zamanda iç muhasebenin büyük ıstırabı altında feryat ederler. Bu yüzdendir ki sahteliğe ve şahsiyetsizliğe karşı asla tahammülleri yoktur.

Dostoyevski hep bir arayış içindedir. Bu arayış ve ıstırabı bazen dindar bazen de inkârcı bir kimliğe bürünerek yapardı. Troyat, Dostoyevski’yi tanımlarken onun “yer ile gök arasında asılı kaldığını” söyler. Dostoyevski’nin hayatında birçok şeyi bulmak mümkündür. Kumar, sara hastalığı, batılılaşmaya karşı durma, esir düşme, fakirlik… Böyle bir halde ilk eseri olan “İnsancıklar”ı kaleme alır ve Rusya’da bir anda şöhreti yayılır. Daha sonra “Öteki” romanı yayınlanır; fakat hiçbir ilgi görmez. Alaya dahi alınır ve bunalımlara girer. Devrimcilerin hareketine katılır ve bir gece yarısı evi basılıp derdest edilir, idamla yargılanır. Sibirya’ya sürgüne gönderilir ve orada okuyabildiği tek kitap İncil’dir.

Dostoyevski, yaşadığı Petersburg şehriyle birçok açıdan aynı kaderi yaşar. 19. yy’ın çalkantılı Rusya’sında Petersburg birçok fikir hareketini ve devrimcileri barındırır cadde ve sokaklarında. Alev Alatlı “Gogol’ün İzinde” romanında Petersburg’u şöyle ifade eder:

“Bugüne kadar görkemli bir metropol görmedim ki insan kemikleri üzerine bina edilmemiş olsun. Görkemli bir gökdelen, bir katedral, bir piramit, bir bulvar, şıkır şıkır bir şehir görmedim ki temelinde sömürü, kan, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, kara para yatmasın. Evsizlerin sığınmış titreştikleri karanlık köşeleri, şiddetin kol gezdiği arka sokakları bulunmasın.”

Petersburg şehri Dostoyevski için özentiliğin, şahsiyetsizliğin, taklitçiliğin, kendi özüne ihanet etmenin sembolüdür. Romanlarında, karakterleri konuştururken Petersburg için şunları söylettirir. Yeraltından Notlar’da “Yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı şehirlerinden biri” derken, Suç ve Ceza’da ise “Burası yarı deliler şehri azizim! Yeryüzünde insan ruhları üzerinde Petersburg kadar karanlık etkiler yapan bir başka şehre çok az rastlanır.” ifadelerini kullanır.

Petersburg şehri 1703 yılında Deli Petro tarafından kuruldu ve Rusya’nın başkenti Moskova’dan Petersburg’a taşındı. İki asra yakın başkent olarak kaldı. Petro Batılılaşmak, modernleşmek için Venedik şehrini kendilerine örnek olarak seçer. Getirdiği binlerce köleyle şehri kurmaya başlar. Esasında Petersburg Batılılaşmak uğruna kendi özüne ihanet etmenin müşahhas bir ürünüdür. Mimarları Avrupa’dan, çalışan köleleri Rusya’dan olan bir şehirdir Petersburg. Kendi vatanlarında parya muamelesi gören Ruslar. Avrupa tarzı inşa edilen şehir bünyesinde birçok kanlı suikastları ve devrimleri barındırır. Meşhur 1905 ve 1917 devrimleri bu şehirde gerçekleşir.

Dostoyevski’nin ilk romanı olan “İnsancıklar”ın Gogol’ün “Palto”sundan esinlenerek yazıldığını ifade eder edebiyatçılar. Palto, Rus Edebiyatı’nın en önemli hikayelerinden biridir ve hikâyenin olayı Petersburg’da geçer. Dostoyevski yaptığı bir konuşmada şöyle der: “Hepimiz Gogol’ün Palto’sunun içinden çıktık.” Tıpkı Türkiye’de bütün aydın ve entelektüel kesimin Necip Fazıl’ın paltosundan çıkması gibi...

Petersburg, diğer Avrupa şehirleri gibi adeta cetvelle tasarlanmıştır. Rus mimarisine ait hiçbir unsur barındırmaz. Şehir cesetler üzerine bina edilmiştir. Petersburg, Rus tarihi için insanların dövüle dövüle, öldürüle öldürüle ve işkence edile edile inşa ettiği, Batılılaşmanın sembolü haline getirdiği bir şehirdir.

Dostoyevski’nin eserlerinde Batılı olmakla, Rus kalmanın kavgasını görürüz. İlk eseri olan İnsancıklar, insan dahi olmaktan mahrum bırakılmış, hor görülmüş Rus ve Petersburg insanını anlatır. Roman kahramanlarından biri olan Devuşki şu ifadeleri kullanır: “Hoşlanmıyorlar benden, onların istediği gibi olmalıymışım!.. Kendimi bildim bileli bu böyle sürüp gider. Alıştım artık. Çünkü sessiz, uysalım, küçük bir insanım ben.”

Dostoyevski bu sefer ikinci romanı olan “Öteki” romanını yazar. Uyuşuk, umursamaz, tek derdi ay sonu alacağı maaş olan devlet memurlarını işler romanında. Batılılaşmak isteyen burjuva sınıfının, ancak Rus milletinin öteki insancıkları gibi köle olacağını anlatır. Olaylar karşısındaki umursamaz tavır, roman kahramanlarından Bay Golyadkin’in başına onlarca felaket getirir. Bu tipleme ile psikolojinin çift kişiliklilik sorununa ciddi bir şekilde değinilmiş olur.

Daha sonra Dostoyevski bir Petersburg romanı olan “Yeraltından Notlar”ı yazar. Petersburg ahalisinin halini ve düşünce dünyasını bütün çıplaklığıyla gösterir. Çok büyük etkiler oluşturmuştur. Yerli ve yabancı sinemada bu roman üzerine onlarca film çekilmiştir. İnsan olmanın ve insan kalabilmenin ıstırabını anlatır. “Hasta bir adamım” sözüyle başlar roman. Kendi acziyetini kabul etmiş fakat Batı’nın demokrat sosyalizmi karşısında da dik başlı durmuştur.

Bilimin ve mantığın mutlak hakimiyetini reddeder. Onlar bir araçtır, gaye değildir Dostoyevski için. Bu uğurda Batılılaşmayı (modernleşmeyi) savunan Rus aydınlarını tenkit eder ve kendi özünü savunur. Bu yüzden romanda kahramanın ismi yoktur. Rus aydınının isimsiz kalacak kadar taklitçiliğe düştüğünü ifade eder.

Romanında şu ifadeleri kullanır:

“Bilimin ve mantığın yolunda ilerleyen Avrupa’nın üstün olduğunu kim söylüyor… Makineler hızlı çalışıyormuş… Fabrikadan yükselen dumanlar, yeni bir medeniyetin habercisiymiş… İnsan kendisi için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilirmiş… Kim söylüyor bunları?.. Bunların doğru olduğunu nereden bileceğiz?.. Hani nerede bilimle aydınlanmış rasyonel akıl? Belki de acı duymak, anlamanın tek kaynağıdır.”

Ağır bir hedonizm tenkidinde bulunulur romanda. Istırap duymak, insan kalabilmenin bir ifadesi sayılır.

Dostoyevski’ye göre; Avrupa’dan başlayıp tüm dünyaya yayılan Sosyalizm, Anarşizm ve Nihilizm akımları Rusya’nın geleceği için tehlike arz eder. Bu görüşünü Budala ve Ecinniler romanında net bir şekilde işler.

Petersburg’da inşa edilen Nevski Bulvarı’nın fakir Petersburg insanına hiçbir şey katmadığını ve üstüne halkı aşağıladığını ve küçük düşürdüğünü düşünür.

Avrupa’nın makineye duyduğu güveni, Dostoyevski Rus halkının haça duymasını ister. Modernleşirken, sadık Hristiyan kimliğinin de muhafaza edilmesini savunur. Rusya’nın kurtarıcısının batı menşeili fikir ve akımlar değil, ancak İsa’nın yolunu tutmak olduğunu romanlarının karakterleriyle bilhassa ifade eder. Ecinniler romanında şöyle der:

“Gerçeğin İsa dışında olduğunu matematiksel olarak kanıtlasalar bile, gerçeğin yanında olmaktansa İsa’nın yanında kalmayı yeğlerim.”

Petersburg’un sokakları, caddeleri, yolları, binaları, kiliseleri Rus mimarisine yabancılaşmış, kimliğini kaybetmiş ve baştan sona taklit ürünü olduğunu söyler. “Rus mimarisinin neyi eksik de Avrupa mimarisine öykünelim? Rus mimarları nerededir? Rusların giydiği kıyafetler neden modern olmamıza engel?” gibi sorular sorar ve bu soruların cevaplarını arar. Petersburg için romanında şu ifadeleri kullanır:

“Bozuk kaldırımlar, yıkılıp yeniden inşa edilen binalar… Bina cepheleri şık ve özgün görünsün diye, eski cephe kaplamalarını söküp yeni süslemeler yapıyorlar. Zamanımız mimarisi şaşırtıyor beni. Genelde Petersburg’un son derece değişik, kendine özgü mimarisi vardır. Kurulduğundan beri bayağılığı, kişiliksizliği yansıttığı için özellikle şaşarım. Olumlu anlamda bu kentte değişik ve kendine özgü tek şey, olsa olsa, şaşkın bakışlarınıza neden olan şu ahşap çürük binalardır… Bu binalarda Avrupa’dan gelip bize egemen olan ve bizleri tutsak eden bütün düşünce akımlarını kitap gibi okursunuz. İşte geçen yüzyılın kişiliksiz kilise mimarisi… Hastaneler, kurum binaları, yüzyılımızın ilk on yılında inşa edilmiş saraylar… Napolyon dönemi tarzı, sahte bir heybetle dikilen, inanılmaz derecede sıkıcı, devasa yapılar. Hanedanın gücünü yansıtmak için, Napolyon’un pelerininin bile taklidi uydurulmuştur… İşte çağdaş, büyük otel mimarisi; bu bir işgüzarlık, bir Amerikanizmdir artık, yüzlerce odasıyla koca bir işletmedir. Günümüz mimarisini nasıl değerlendireceğini bilemezsin doğrusu. Binalarda bir düzensizlik, bir savrukluk ki sorma…”

Rusya’da gelişen modernizm anlayışı, o dönemin koşullarına göre sadece dış görünüşten ibarettir. İnşa ettikleri sarayda dahi Avrupa tarzı motifler hakimdir. Mimarları Avrupa’dan gelen sarayın, tarzı da Avrupa’dan gelmiştir. Dış yüz mukallitliğin varacağı son nokta böyle olur. Rusya’nın Batı’yı anlamadığı gibi, Batı da Rusya’yı anlamamıştır. Mesela Rus mimar Vladimir Tatlin, Üçüncü Enternasyonel Kulesi’ni bilinen adıyla Tatlin Kulesi’ni tasarladığında Avrupa’da sanat çevresinde geniş yankı bulmuştur. Hatta o dönem Batı’da çıkan bir sanat dergisinde bu kule için şu ifadeler kullanılmıştır:

“Sanat öldü, Yaşasın Tatlin’in makine sanatı.”

Tatlin Kulesi, Batı için bir kule olmaktan çok, giyotini temsil ediyordu. Batılılar bunu anlayamamıştı.

Şimdiye kadar anlattığımız mesele Dostoyevski’nin gözünden, Rusya’nın modernizm, batılılaşma ve çağdaşlık adı altında mimari şahsiyetini kaybetmesiydi. Bizde Tanzimat ile başlayan bu süreç kendini Cumhuriyet devrinde olanca şahsiyetsizliği ve karaktersizliğiyle Rusya’da yaşananlardan çok daha beter bir şekilde gösterdi.

Son olarak; mimari tenkit üslupları bakımından Dostoyevski’yi, Mimar Turgut Cansever’e benzetiyorum. Mimarlık-din ilişkisi, iki şahsiyette de çok belirgin bir şekilde görülüyor.

Aylık Baran Dergisi 16. Sayı, Haziran 2023.