Niçe (Nietzsche)’den bahsetmeyi sevmiyorum. Oturmamayı vazetmesi ve bunun Nihilistçi bir yaklaşım olduğunu savunması pek abartılı. Niçe’ye göre “sadece yürürken aklımıza gelen fikirlerin bir değeri vardır.” Eh bunu bir bankta yahut koltukta oturmak olarak zannetmek de pek ucuzca olur doğrusu; bir fikrin, hareketin içinde olanlar bilir ki, “oturmak” o fikre, harekete, içinde bulunulan gruba “ihanet” olarak bile addedilir yerine göre. Sadece “taraftar” olanların bile anlayabileceği bir husustur bu; kar-kış demeden kendi futbol takımlarının her müsabakasına gidenler anlar söylediğimi. Niçe “Putların Alacakaranlığı”nda “yakaladım seni Nihilist! Kı.ını kaldırmadan oturup kalkmak, işte ruha karşı en büyük günah! Sadece yürürken aklımıza gelen fikirlerin bir değeri vardır” der. Onun yüksek disiplini içerisinde, düzenli yürüyüş yapmanın pek bir ehemmiyeti vardır. O prensipler adamı ki, çocukken bir gün sağanak yağmur altında düzenli adımlarla okuldan eve dönmüş ve “niçin yağmurda koşmadığı” sorulduğunda “okulun kurallarından birisi de, okuldan eve gelirken koşmadan, yürüyerek eve gelmemizdir” diye cevap vermiştir. Onun yürümeye olan bu aşkını sadece kaba tarafıyla ele almak sanırım haksızlık olur; asıl tarafıyla, tedâilerin birbirini kovaladığı bir kafanın “hareketsiz” kalamayacağına dâir derin bir tenkid olarak da bakılabilir sanırım. Güstav Flober (Gustave Flaubert)’in “sadece otururken düşünüp yazabiliriz”ini hatırlamanın yeri değil bana kalırsa; çünkü Niçe’ye böyle sıradan şeylerle karşı çıkmak istemem. Niçe’den bahsetmeyi sevmemem, belki de asıl yönüyle “ben”deki fikir düzensizliğinin, disiplinsizliğinin ortaya çıkmasını istemediğimden de olabilir. Eh böyle olunca, şimdi durduk yerde kendi kendimi çelmeye çalışmamın ne mantığı var? Gazetedeki köşem ve entelektüel ihtirasımın vücud bulduğu maroken koltuğumun rayihasını tahayyül edebilir misiniz? Beni anlamak ve tanımak isterseniz duyduğum rahatlık ve emniyet hissinden azıcık da olsa pay sahibi olmanız lazım! Benim gözümde “aydın”, Niçe’nin “Greklerin derinden yüzeysel” diye de ifade ettiği bir tarzdadır. Evet, evet bu! “Derinden yüzeysel”… Bu tabiri Niçe “Grekler”e değil benim de mizacını tümüyle yansıttığım bugünkü “aydın” tipi için söylemeliydi; birazcık olsun onun söylediklerini kaale alır ve “işte bu! evreka!” diye bir nidâ savurabilirdim belki? Ama yok; “yaşamadığıma inanmam için köyüme gelen aydınlarla konuşmam yeterli” diyerek bizi aşağılayan da o değil miydi? Benim için bu kadar çetrefilli yanları olmasına mukabil Niçe’nin anlaşılmamasından doğan bir genişliğimin olduğunu da reddetmem! Nitekim onun bu yönü, bir başka açıdan onu öyle bahsedilebilir kılıyor ki “bahsetmem” deyişim esasında “illâ” edatını da barındırmaz. “Kesinlikle” bahsetmeyeceğim birisi değildir; onun “benim” piyasamda tam (yahut yarım bile) anlaşılmamasından doğan ve yerine göre kullanabilme rahatlığı da inkâr edilemez.
 
Meselâ Bodler (Baudeleaire) gibi;
Bir kere, Niçe’nin onun bir hayranı olması bile başlı başına benim için yeter de artar. O karamsarlığının, melankolikliğinin derinden rahatsız ediciliği ondan bahsetmemi engeller; çünkü, yazılarım umumiyetle modernizmin parıltılı dünyası içinde gezinen mutlu insanları anlatır. Elbette bu mutlu insanların da hiç derdi yok demiyorum. Bodler’in “Modern Medeniyet” diye isimlendirdiğimiz ve insanlığı tek-tip hâline getirip hayatı sıfıra indirecek tasavvurumuzun hastalıklı tarafını o günlerden görmesi ve bunu aşağılamasının yüksekliğini beğenmiyorum. Bence Niçe gibi Bodler de bir disiplinin adamıdır; bakmayın bohemliğine, aldanmayın ve yanlış anlamayın! Aslında o Pappini gibi derin bir kritikçidir. Aynen onun gibi bohemliğiyle sahtelikleri alaya alır. Bütün iğrençlik düşkünlüğü ve iğrenmesi bence ruhunda duyduğu intizam açlığındandır. Biraz daha eğildiğinizde “orada ne varsa süs, sükûn ve şehvet / güzellik ve intizamdan ibaret” diye nasıl bir cennet hayali kurduğunu ve ne büyük bir idealist olduğunu görürsünüz. Zaten hep bir “seyahate davet” etmez mi bizi? Niçe gibi o da sevmez oturmayı; fakat yine de, her ne olursa olsun tıpkı Niçe gibi “illâ ondan bahsetmem” de diyemem. Yeri geldikçe annesine karşı yaptığı küçük ve sahte oyunlarından, sefalet düşkünlüğünden ve şeytana yaptığı övgülerinden dem vurabilirim. Sartır (Sartre) kadar üzerine eğilip dikkat çekmeyi istemem ama “darağaçları tahayyül eder çubuğunu tüttürerek” diyerek bu canı sıkkın şairden birkaç epizod sıralayabilirim. “Episode!” Bak bunu iyi söyledim Türkçe karşılığındaki bir anlamı da “hastalık nöbeti, kriz” değil mi? Ne yakıştı Bodler’e! Trajedilerde nasıl iki koro arasında kalan bölüme epizod denirse, gerçek aydın ile benim aramdaki derin farka işaret gibidir Bodler. Söylediğim kadarıyla ondan bahsetmekten yine de çekinmem.
 
Dostoyevski de böyle değil mi?
Niçe ve Bodler gibi o da oturmayı sevmez. Ya Çar’ın idam mangasının önünde gözleri bağlı ya Sibirya’da bir yerlerde sürgünde yahut da Avrupa’da bir banka önündeki kalabalığın bir köşesinde rastlamaz mıyız ona? Ya gizli bir toplantıda Turgenyev’i küçümserken yahut da Puşkin hakkındaki bir anmanın baş konuşmacısıdır o. Tutuklanırım korkusuyla iki kişinin bir araya gelmediği bir demde bırakın canlı hâlini cenazesi bile binlerce insanı bir araya getirerek bütün Rusya’yı saran o me’şum havayı bir anda dağıtarak ihtilâlin yolunu aslında o açmadı mı? Bu açıdan Dostoyevski’den bahsetmeyi de sevmem. Hem o diğer ikisinden daha tehlikelidir. “Tehlike zekâyı işler” diyen bu adamın “tehlike”li tarafı da zekâsını bu denli işletebilme yeteneğidir. Ya o bitmez tükenmez meçhul arayıcılığı? Bu denli “ürkütücü” meselelerle insanları meşgul etmek istemem. Karamazov Kardeşler’de kilisenin işlevsizliğinden dem vurup neredeyse yeni bir din teklif edecek kadar ileri giden bir adamın buhranlarını aktarmak, onları tahlil etmek ve içinde bulunduğum şartlara göre hepsinin mukayesesini yapmak gibi zahmet verici işlerle ilgilenmek istemem, doğrusu bu hususlar okuru da sıkar; çünkü okur, okuduklarında altını çizdiği hususların kendi fikri olduğunu bilmeye başlarsa istemediğim neticelerle karşılaşabilirim. Hatta, madem böyle bir ihtimal var, o hâlde ona kendisinin de katılmakta zorlanmayacağı fikirleri vermeli ve bu fikirler, içinde fazla ruhî sebebleri barındırmayan ve içinde yaşanılan düzenin işlevselliğine de zıt olmamalı. Hem zaten bir yazarın bütün derdi ve durmadan aradığı şey “uyum” değil midir? Durduk yerde ne Sokrat gibi bir “at sineği”, ne de Kamü (Camus) gibi bir “uyumsuz” olmanın ne mânâsı var.
 
Söylediğim gibi bu açıdan Dostoyevski rahatsız edicidir. Hem bir kere mesela onu hiçbir rahatsızlık duymadan okumuş olanların rahatını bozmanın ne gibi bir pratik faydası var anlayabiliyor değilim. Zaten onun roman karakterleri de olması gerekenden daha gerçekçidir. Hele ki günümüz insan tipi ele alındığında, söylediğimi daha iyi anlayacaksınız. Günümüz insan tipi ele alındığında bu kadar “gerçekçilik”, bu kadar “sıradanlık” irrite edicidir bana kalırsa ve bu yönüyle ancak bu karakterlerin “Romanvâri” bir havası olduğu kabul edilebilir. Kaygılar, çelişkiler ve zaaflar; çoğu yerde mânâsız hareketler, iç burkuntuları, hülyalar… Bugün bilgi ve teknolojisiyle her şeye vâkıf insanımızın uzak olduğu hususlar bunlar. Elbette bazı istisnalarının olmadığını da söyleyemem; fakat modern medeniyetimiz ilerledikçe bu istisnalar da ortadan kalkacak ve istediğimiz mükemmelliğe yani tek-tipliliğe ulaşabileceğiz. Dostoyevski, belli ki çağımızın böylesine eğlenceli bir hayat tarzına ulaşacağını kestiremedi. Bahsettiğim ve etmediğim bütün zaafların okurun bu denli yüzüne çarpılması rahatsızlık vericidir. Bugünkü modernitenin rahatlığı içinden bakıldığında eserlerine ironik hikâyeler olarak da bakılabilir doğrusu. Yeraltından Notlar’daki karakterinin uşağı “Apollon” olan Dostoyevski’nin “bilici Tanrı”yı bu denli küçümsemesi de bu bilgi çağında ancak küçük bir ukalalık olarak hoş görülmeli bence. Nihilizmi mahveden bu adamın bütün tehlikeli yönlerine mukabil Niçe ve Bodler’in piyasamda ettiği tutar tarafından bakarsak, onun içliliğinden bahsedilmesi de para etmez değil hani. Zaten tüm Nihilistlerin onun bir hayranı olması da günümüzün büyük bir paradoksu değil midir?
 
Ne demişti Bergson “herkesin gözyaşları döktüğü bir vaazda kendisine niçin ağlamadığı sorulan bir adam şöyle cevap vermiştir, ‘ben bu cemaatten değilim’.” Tıpkı bu sözlerdeki gibi ben de açık konuşmak gerekirse ulvî meseleleri dert edinecek ve bunlara kafa yoracak kadar enayi değilim.
 
Baran Dergisi 427. Sayı