İslam hakiki mânâda bir sisteme oturtulup tesis edilemediği için her kafadan bir ses çıkmakta, gazetelerde her gün ya adalet ya hürriyet ya nizam ya da eşitlik gibi kavramlar tartışılmakta, Batı’dan ithal edilen fikirlerle milletin idraki iyice iğdiş edilmekte.

Osmanlı toplumunun eğitim, basın-yayın ve kültür sanat hayatının ne durumda olduğunu gözlemlemek ve birkaç kişiden bu hususlarda bilgi almak üzere 1900 senesinin sonlarına doğru İstanbul’u gezmeye devam ediyorum.

Sultan II. Abdülhamid, önceki padişahların aksine hukukî, siyasî, iktisadî ve maarif açısından büyük başarılar elde etmiş bir padişah. Her sahada ortaya koyduğu eserler bunun göstergesi. İstanbul’u baştan sona gezerken gördüklerim beni şaşırtmaya devam ediyor. Mesela tekstil sanayi sahasında birçok bölgede fes, yünlü kumaş, pamuklu kumaş, bez, elbise ve ipliklerin üretildiği fabrikalar bulunuyor. Eyüp Defterdar fes ve yünlü kumaş fabrikası, Darülaceze Hamidiye fes fabrikası, Bakırköy bez fabrikası, Bursa ipekli ve dokuma fabrikaları bunlardan birkaçı. Trablus, Selanik, Irak, Halep, Beyrut gibi bölgelerde de tekstil fabrikaları kurulmuş. Ekonomiye bu fabrikalar can verdiği gibi, Sultan Abdülhamid Han’ın kurdurduğu cam, kâğıt, deri, kundura, konserve ve tuğla fabrikaları da can veriyor. Avrupa’nın sanayi hamlesine karşılık olarak atılımlarını son sürat hızlandırmaya gayret ediyor padişah. Her ne kadar İttihatçılar padişahı ve projelerini tenkit etse de halkın tamamına yakını destekliyor ve gelişmelerden memnun!

Gezerken gördüğüm kadarıyla eğitim klasik medrese tipinden çıkarılalı yıllar olmuş. Zaten II. Mahmud’un politikalarıyla değişmişti eğitim. Avrupa’ya eğitim için talebeler gönderilmiş, askeri okullarda Fransızca mecbur edilmiş, Batılı eğitim kurumları her yerde inşa edilmeye başlanmıştı. Sultan Abdülhamid Han ile birlikte eğitim anlayışı daha da genişliyor. Abdülhamid Han büyük bozuluşa karşı hem direniyor hem de geleneksel anlayıştan kopmamak için çeşitli çareler arıyor. Bu sebepten geleneksel üsluba bağlı kalarak yeniliği destekliyor ve yeniliğe dair sürekli maddî ve manevî yatırımlar yapıyor.

Okulları gezerken topladığım bilgilere göre, Abdülhamid Han, tahta çıkışına kadarki süreçte sadece 9 idadi ve 250’ye yakın rüştiye varken tahta çıkışından itibaren bu yıla kadar 100’ü aşkın idadi ve 600’ü aşkın rüştiye inşa etmiş. Yine 200 ibtidai de 9 bine çıkmış. Mekteb-i Fünun-ı Maliye, Hukuk Mektebi, Sanayi-i Nefise Mektebi, Dar-ül Ameliyat, Ticaret Mektebi, Hendese-i Mülkiye, Mülkiye Baytar Mektebi, Numune Bağı ve Aşı Ameliyat Mektebi, Polis Dershanesi gibi meslek okullarıyla da büyük açığı kapatmış. Hala da eğitim yönünden Osmanlı toplumu zenginleşmeye devam ediyor. Çocuklar ya askerî okullara ya da ibtidai okullara gidiyor. Bununla birlikte okur yazarlık da ciddi oranda artmış. Bu asrın başından sonuna yüzde onluk bir artış sağlanmış. Osmanlı topraklarında şimdilik 40 bine yakın talebe ders görüyor. 

Duyduğuma göre, padişah klasik medreseleri de unutmamış ve yaşatılması için çaba sarf ediyor. Amasya, Çorum, Osmaniye, Kayseri, Ürgüp, Samsun, Bursa, Çankırı ve daha birçok şehirde medrese inşa etmiş. Fakat padişah ne kadar uğraşırsa uğraşsın modern eğitim sistemi bize ne kadar fayda sağlarsa sağlasın Batılılaşma son sürat devam ediyor. Hatta okullardan mezun olanlar bizzat padişaha ve gidişata muhalif hareket ediyor. Abdülhamid Han toplumun bu tersine gidişini görüyor ki, din ve ahlak derslerini de artırmış. Mesela ulema ve medreseyi diskalifiye edercesine din eğitiminin devlete bağlanması her ne kadar doğru bir tavır olsa da çok da bir değişim olmuş değil. Çünkü medresedeki uyuşukluk, sönmüşlük gitmiş, yerini heyecan, hareket almış olsa da şuur yavaş yavaş körelmeye başlamış, ruhlar pörsümüş. Ruhları dinamik tutacak bir aksiyon yok anladığım kadarıyla. Toplumu İslamî bir nizam içinde ayakta tutacak bütün fikir olmadığı için maalesef önüne geçilemiyor bunun.

Ayrıca dışarıdan gelen tesirlere karşı da hazırlıklı değil Osmanlı toplumu. Bir taraftan din dersleri artırılırken bir diğer taraftan da misyonerlik artıyor, İslam dinine yönelik Hristiyanlar tarafından kötü yönde tenkitler oluyor. Mesela 1863’ten beri Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman, İtalyan ve Avusturya okullarıyla, Osmanlı Devleti içerisinde Amerikan usulü eğitim veriliyor. Dış ülkelerin baskısı sebebiyle Robert Koleji denetlenemiyor. Bu okulda azınlıklara Ermenice, Bulgarca, Rumca ile birlikte kendi dilleri, edebiyatları, tarihleri ve saire dersler de veriliyor. Şu an bildiğim kadarıyla 8 bin küsur talebesiyle 63 idadi, 6 bini aşkın talebesiyle 74 rüştiye, 16 bini aşkın talebesiyle 246 iptidai bulunuyor. Belli ki misyonerlik faaliyetleri daha da büyüyecek, Osmanlı’yı hem içeriden hem de dışarıdan yiye yiye bitirecek.

19. yy’ın sonlarında eğitim bu durumdayken bir de basını gözlemlemek istedim. İslam hakiki mânâda bir sisteme oturtulup tesis edilemediği için her kafadan bir ses çıkmakta, gazetelerde her gün ya adalet ya hürriyet ya nizam ya da eşitlik gibi kavramlar tartışılmakta, Batı’dan ithal edilen fikirlerle milletin idraki iyice iğdiş edilmekte. Bu sebepten matbaanın yaygınlaşmasından ziyade Osmanlı’daki basın, Türk halkının Batı’ya endeksli düşünmesinin de bir gerekçesi olmuş durumda. Aynı zamanda Avrupa’dan gelen Türk aydınlar da basın ile kendi düşüncelerini empoze ediyor. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı bu kişiler, Abdülhamid Han aleyhine bir propaganda içine girmişler, sürekli aksi biçimde muhalefet etmeyi kendilerine vazife bilmişler. Edebiyatçılar da Batı etkisinde olmalı ki onlar gibi roman ve şiirler yazmaya başlamış ve onlar gibi hak, adalet, özgürlük, vatan gibi mefhumları kullanıyor. Erkek-kadın eşitliği gibi İslam toplumlarına ait olmayan yabancı kavramlar yazılarda yer almaya ve dillerde pelesenk edilmeye başlanmış. Halbuki konuşulan bu tür meselelerin hepsi İslam’da mevcut fakat İslam’a bakacak yeni bir gözün olmaması, Batı’nın zihniyle düşünmeyi empoze ediyor.

Gazetelere göz attığımda ise Fransızcadan tercüme birçok yazının iktibas edilmiş olduğunu görüyorum. Bu durum halk arasında da ciddi manada farklılaşmaya sebebiyet veriyor. Osmanlı topraklarında barınamayan ve propagandasını yapamayan gazeteler ise Osmanlıca olarak yayınlarını Avrupa’dan sürdürüyor. Halbuki bu propaganda aracı iyiye ve güzele tahvil edilip Osmanlı’nın içtimaî hayatını dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koruyabilirdi. Fakat ne yazık ki, bunu yapabilecek tıynette şahsiyetler yok denecek kadar az! Bu hususta neler öğrenebilirim diye Üsküdar’da bir kahveye gittim.

Kahvede bacak bacak üstüne atmış ve nargilesini içen ve elinde tuttuğu eski bir gazeteye göz atan kişiye yaklaştım ve kendimi tanıttım. Muhsin Bey, uzun süre matbaa işleriyle meşgul olmuş ve adeta gazetelerin kurdu. Muhsin bey önce genel geçer bir bilgi mahiyetinde 1795-1797’de İstanbul’da ilk çıkan Le Bulletin de Nouvelles, La Gazette Française de Constantinople gazetelerinden, 1824’te ise İzmir’de çıkan Le Smyrnien, Le Spectateaur Oriental ve Le Courier de Smyrne gibi Fransızca gazetelerden bahsetti.

Türkçe olarak ilk çıkan gazete ise 1831’de neşredilen Takvim-i Vekai. Bu gazete bizzat Osmanlı’nın gazetesiymiş. Batılı ülkeleri ve Osmanlı halkını bilgilendirmek üzere belirsiz aralıklarla çıkan bir gazete. Muhsin Bey’in anlattıklarına göre 283 sayı çıkmış ve 1892’de kapanmış. Sahibi hiçbir ideolojik derinliği olmayan Agâh Efendi ise 1860’ta Tecüman-ı Ahval gazetesini çıkarıyor. Bunlar sanki Abdülhamid’den daha iyi yönetebileceklermiş gibi sürekli hürriyet, ıslahat, meşrutiyet vurgusu yapıp duruyor. Taklitten öteye geçemeyen Genç Osmanlılar. Bunların tüm ihtiyaçları da Fransa tarafından karşılanıyor. Yani hürriyetleri Paris tarafından zaptedilmiş bu şahsiyetsizler, hürriyetlerini Abdülhamid Han’dan dileniyor.

Abdülhamid Han’ın Osmanlı’ya yaptıkları takdire şayan. Onu yerenler, yerden yere vuranlar ne hikmetse sürekli Avrupalının ağzını kullanan ve oraya yaraşmaya çalışan İttihatçılar. Padişaha yapılan aşağılayıcı yayınlar sebebiyle gazeteler bir bir kapanıyor haklı olarak. Çünkü fikirleriyle gazete çıkarmak yerine, Ermenilerin çıkardığı “Kızıl Sultan” yaftasını kullanıyorlar, iğrenç karikatürleri müsveddelerine meze ediyorlar… Tokmak, Laklak, Davul, Pinti, Beberuhi bu gazetelerden birkaçı… Mesela Tokmak, Avrupa’dan yayınlanıp postalarla içimize sokulan mizah gazetesi. Yine mizah gazetesi olan Pinti de padişahı yermek için Mısır’da neşrediliyor ve Osmanlı topraklarına gizlice sokuluyor. Bu azgın güruha karşı Abdülhamid Han ne hikmetse çok sert bir tavır gösteremiyor. Ondaki veli mizacı buna el vermiyor ve küfür cephesine karşı gereken cezayı tatbik etmiyor.

Çünkü bu tür faaliyetler işin dozunu da artırmış vaziyette. Mesela Genç Osmanlılardan sonra 1889’da kurulan İttihat ve Terakki de Abdülhamid Han düşmanlığını katbekat artırmış. Bildiğim kadarıyla İttihat ve Terakki cemiyetinin kuruluş gayesi Osmanlı halkı için özgürlük, Batılı güçlerin Osmanlı’ya müdahalesine karşı çıkılma ve Batı’nın kültürünü, fikrini ve hayat tarzını en iyi şekilde özümseme… Bu amaçlar için de tek istekleri Abdülhamid’in devrilmesi. Kendi memleketlerinden ve kendi kültürlerinden iğrenen İttihatçılar, Avrupa’dan güya Osmanlı’yı kurtarmanın peşindeler. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafettin Magmumi ve Kerim Sebati, İbrahim Temo… Bunlar hainlikleri sebebiyle sürgüne gönderilen yahut kaçan kişiler. Mesela Batı hayranlığında o kadar ileriye gidiyorlar ki, Abdullah Cevdet denen dinsiz herif güya “neslimizi kuvvetlendirmek” için Avrupa’dan ve Amerika’dan “damızlık erkek” getirilmesini söyleyecek kadar zırvalıyor. Tabii bu alçağın sözlerine de halktan baya bir tepki geliyor.

Bu cemiyetin içinde birkaç Ermeni de var. Bu cemiyet fikrî manada ve yönetim biçimi olarak herhangi bir anlayış sahibi değil. Ortaya koydukları bir yönetim şekli de olmadığı gibi yarım oluşları ve sığ idraklerine rağmen kendilerine çok sayıda insan katılıyor. Tamamen Batı’ya kapılanan bu cemiyet her ne kadar Abdülhamid Han’ın hafiye teşkilatı tarafından engellense de fitne ateşi bir kere yakıldığı için önü alınamaz oluyor.

Osmanlı'nın çöküşünü önlemek gibi bir kaygıları olduğu sanılan ama bilakis çökmesini hızlandıran bu kişiler hakkında Muhsin Bey, padişahın başkatibi Ali Cevat Bey’den dinlediği şu bahsi bana anlatıyor.

Padişahın başkatibi Ali Cevat Bey gazetecilerin hainliğini yazmış ve orada bu haysiyetsizliklere ne kadar kederlendiğini izhar etmiş. Ali Cevat Bey padişahın mustarip olduğunu, onların dediklerini de yaptığını fakat bu olduğu halde her türlü fenalığı ona yüklediklerini söylemiş. Bir de sultan şöyle serzenişte bulunmuş: “Bu gazeteciler ne acaib adamlar. Beş on güne gelinceye kadar saraydan maaş ve tahsisat isterler ve alırlardı. Şimdi hiç olmazsa biraz haya etsinler.”

İstanbul’u gezdiğim sırada Osmanlı’nın birçok şehrini dolaşmış olan birkaç seyyah hanımla tanıştım. Mrs. Ramsay bunlardan biriydi. Ramsay özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerin Batı tesirinde olmasından dolayı Anadolu şehirlerini gezmiş biri. Mesela İngiltere’de erkeklerin eşlerine kötü davrandıklarını, Osmanlı’da ise böyle bir durumla neredeyse hiç karşılaşmadığını söylüyor. Ramsay’in beraberindeki seyyah Lucy Garnett ise “Müslüman kadınların kapalılığı kendi milletlerinin erkeklerinin onlara duyduğu saygının bir neticesi.” diyerek tanımlıyor Müslüman kadınları ve peçe ve ferace için onlar “Türk kadınını her türlü kötü muameleden korur.” diyor. Ramsay, Hristiyanların da bu şekilde örtündüklerini dile getiriyor. Avrupalı seyyahların, kadınların eşlerinden önce evde olmalarını takdirle karşıladıklarını, erkeklerin çok hürmetkâr olduklarını, mesela bir kadın geçtiği zaman erkeklerin sırtlarını döndüklerini, aynı şekilde erkekler geçtiği zaman da kadınların sırtlarını döndüklerini veya bir şeyin arkasında beklediklerini söylüyor. Adabı muaşeret içinde hareket ettiklerinden bahsediyor. Osmanlı kültürünün ne durumda olduğunu sorduğum Lucy Gamett ise, Osmanlı’nın kendi kültürünü tamamen kaybettiğini, Batı’nın bir kopyası haline geldiğini, eğitim metotlarının da aynı şekilde değiştiğini, her yönden Avrupa’nın model alındığını dile getirdi. Mrs. Harvey de bazı Türklerin aşağılık derecede İngiliz hayranlığı içerisinde olduğunu kendi medeniyetini kötülediğini, hatta İngiliz olmadığına üzüldüğünü anlatıyor şaşkınlıkla. “Bizim kadınlarımızın yüzlerinden koparıp atmak istediğim esaret sembolü olan yaşmağı karım hâlâ kullanmakta.” diyen Batı budalası bir ev zencisinin sözlerini aktarıyor bana Harvey. Bu Batı hayranlığından kendisini kaybetmiş olan kişiyi beğenmediğini, samimi bulmadığını ve Osmanlı terbiyesinden mahrum olduğunu dile getiriyor. Seyyahlar bizi anlatırken hem şaşkınlıklarını ifade ediyorlar hem de Türklerin Batı’yı kopya ederken nasıl komik ve rezil duruma düştüklerine gülüyorlardı. Onlara alınmadım, çünkü bu yüzyıl hakikaten anlattıkları gibiydi. İşte önümde elleri eldivenli, bastonlu, setre ve pantolonu, Fransız ayakkabısı ile Osmanlı’dan rahatsız bir ev zencisi geçiyor. Seyyahlara teşekkür edip ayrıldım.

Kaynaklar

Prof. Dr. Mehmet Bulut, Sultan II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul Zaim Üniversitesi, İZÜ Yayınları, 2019

Gül Celkan, 19. Yüzyılda Osmanlı Topraklarında Dolaşan Kadın Seyyahlar ve Eserlerindeki Türklerle İlgili İntibaları, Dr. Okutman, Ege Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, İzmir.

Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1968

Doç. Dr. Mustafa Karabulut, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. Yüzyılda Değişim Süreci, Sosyal ve Kültürel Durum, Mecmua, 2016, sayı 2, s. 49-65

Aylık Baran Dergisi 12. Sayı Şubat 2023