Kadını evden kopararak annelik gibi mukaddes bir hüviyet ile aile gibi mukaddes bir müesseseyi tahrip etmek hiçbir topluma fayda getirmeyecektir. Asırlardır bu deneniyor ve dünyanın geldiği içinden çıkılamaz vaziyet ayan beyan ortada. İdeal aile yapısı ancak İslâmî değerler çerçevesinde teşkil edilebilir ve muhafaza edilebilir. Bunun dışındaki çözüm arayışlarının ise faydadan çok zarar sağlayacağını görmek için 20 küsur yıllık Ak Parti iktidarları dönemine bakmak yeterlidir.
TÜİK’in verilerine göre 2023 yılında Türkiye'de doğurganlık oranı 1,51'e düştü; Şanlıurfa 3,27 ile en yüksek, Bartın ise 1,13 ile en düşük orana sahip oldu. 2016'dan bu yana doğurganlık hızı sürekli azalarak, 2,11'den 1,51'e geriledi. Yine TÜİK'in tahminlerine göre, doğurganlık hızındaki düşüş, böyle giderse Türkiye'nin nüfus yapısının yaşlanmasına ve 2044'ten sonra azalmasına yol açacak. Ki 2024 yılında Türkiye'nin 85 milyonluk nüfusunun 22 milyon 206 bin 34'ü çocuk, çocuk nüfusun oranı ise %26. Yine tahminlere göre, 2080'de her beş kişiden sadece biri çocuk olacak.
İstatistiklere baktığımızda doğurganlık oranının düşmesi evliliklerin azaldığını, boşanmaların çoğaldığını, aile yapısının zayıfladığını hatta bozulmaya gittiğini haber veriyor. Bu vaziyetin arkasında ise birçok saik bulunuyor. Seküler ve modern hayat tarzının benimsenmesi teşvik edildi. Buna karşı önlem almak yerine desteklenmesi tercih edildi. Popüler kültür akımları baskın hale geldi. Kemalizm’e sorgusuz sualsiz bağlılık anlayışı yaygınlaştı. Sabah kuşağı programları, dizi-film sektörü ve sosyal medya, aile birliğine zarar verdi. Ahlâkî değerlerimiz, dinimiz ve kültürümüz Batılı değerler karşısında gericilik şeklinde empoze edildi. Sapkın davranışlar dayatılarak normalleştirildi. Tüm bu gelişmelerin neticesinde içtimaî değerlerde ciddi bir çürüme meydana geldi.
Bu saydıklarımız artık bilinen bir gerçek. Fakat aile müessesesinin yıkılmasında asıl saik kadının iş hayatına katılımının artması hatta teşvik edilmesi ve ev kadınlarının hor görülmesi gibi bir anlayış sapkınlığı oldu. Aileyi aile yapan unsurların yok edilmesi adına kadının ev ile olan bağlantısının kesilmesi yönünde yapılan algı çalışmaları maalesef başarılı oldu. Çocuk doğurmak, onun sorumluluğunu almak gibi fıtrî, dolayısıyla tabiî bir süreç kadının özgürlüğünün kısıtlanması, kadının aşağılaması olarak görüldü. Kocasına hizmet etmek esaret olarak lanse edilirken, sabahtan akşama kadar patronuna hizmet etmek bir özgürlük olarak addedildi. Çocuk doğurmak ve çocuğuna bakmak eziyet ve külfet olarak gösterilirken, çalıştığı yerde akşama kadar maddî ve manevî yıpranmak bir marifet olarak öğretildi. İş hayatından erkek geri plana atılırken, erkeklerin yapabileceği her işin kadınların da yapabileceği propagandası yapıldı. Adeta masa başı işlerden kamyon şoförlüğüne varana kadar her işe kadın da sokuldu. Hatta kadının kadınlığını kaybettiğine yönelik ortaya konulan fikirler “aforoz” edildi. Kadın kadınlığını, naifliğini, zarafetini, fıtratını, inceliğini, kibarlığını erkekleşerek kaybederken; erkek de erkekliğini, kadına tayin ettiği bu sefaletle birlikte kaybetti. Yani erkek erkek olamadığından, kadın da kadın olamadı. Halbuki erkek ve kadın arasındaki ilişkinin esası, birbirlerinin tamamlayıcısı olmaya dayanıyordu. Çünkü bu fıtrat üzere yaratıldılar. Fakat modern çağ bu tabii dengeyi bozarak, erkeği ve kadını rekabet içinde eşitlemeye çalıştı. Böylece erkek ve kadının toplum içindeki rolleri değişti. Kadını hayatın vahşi kollarında yalnız bırakıp, bir sömürü aracı, tüketim çılgını haline getirdi. Özellikle kadın bedenini ön plana çıkararak, onu nesneleştirdi. Neticede bu değişim fertleri, aileyi ve toplumu temelinden sarsarak, aslî vazifeleri unutturdu. “Kadına şiddet”, “toplumsal cinsiyet”, “cinsiyet eşitliği”, “cinsel yönelim” gibi söylemlerle kadın, kadın olmaktan çıkarıldı ve adeta haz merkezi haline getirildi. Kadın ve erkek rolleri belirsizleşti, aile içindeki denge bozuldu. Mahremiyet, namus gibi kavramlar unutuldu. Kısacası kadın ve erkeğin birbirine olan ihtiyacı ve birlikte bir bütün olması gerektiği unutturuldu.
İçtimaî manada böylesi bir tehlike karşısında elbette ekonomik faktörler de bu sorunun tuzu biberi oldu.
Geldiğimiz noktadan bakacak olursak… Kadını iş hayatına mecbur eden ekonomik şartlar yeniden tertib edilmeden, kadının evde olmasını sağlayacak teşvik politikaları uygulanmadan, hatta evlilik kurumunu aşağılayıcı, sorumsuzluğu teşvik edici çalışmalar engellenmeden bu mesele vuzuha kavuşmayacak. Özellikle, “acaba kadın neden doğurmuyor, bir sahaya inip bakalım” diyerek, hiç evlenmemiş veya çocuk yapmamış kadınların sahada araştırma yapmaya gitmesi de Nasreddin Hoca’nın samanlıkta kaybettiği iğnesini bahçesinde aramasına benziyor. Yani diledikleri kadar sahaya inilsin, o kaçtıkları ve kendilerine bile itiraf etmekten imtina ettikleri sorunun cevabı herkesçe malum! Yahut “neden kimse doğurmuyor?” sorusunun cevabını en çok doğum yapan ilde arasınlar.
Neler yapılabilir?
Meseleyi mücerret plandan müşahhas plana taşıyacak ve çözüm önerilerimizi sıralayacak olursak:
STK'lar, yerel yönetimler, sosyologlar, akademisyenler, yazarlar ve hocalar aileye yönelik yeni ve İslâm’a, dolayısıyla fıtrata uygun bir anlayış ortaya koymalı ve devletin de teşvikiyle bu anlayış topluma empoze etmeli.
Devlet, medya ve eğitim aracılığıyla aile müessesesini destekleyici içerikler üretmeye teşvik edilmeli.
Medyanın boşanma, aldatma, çocuk yapmama, sapkınlık ve aile düşmanı her türlü yayını cezai müeyyideye bağlanarak engellenmeli.
Aileyi tamir edici çalışmalar maddî teşviklerle birlikte manevî ve kültürel boyutlarıyla da desteklenmeli.
Zina ve evlilik dışı ilişkilere karşı hukukî düzenlemeler için hükümete baskı yapılmalı, iktidar da mevcut vaziyeti kendisine dayanak yaparak bu düzenlemeleri hızlı bir şekilde meclisten geçirmeli.
Batılı hazcı, sapık ferdîyetçilik anlayışına karşı cemiyetçiliğin temelini teşkil eden İslâmî aile yapısı sürekli dayatılmalı. Bize yabancı olan hayat tarzı tüm yayın kanalları ile aşağılanırken, fıtrî, meşru ve tabiî olan özendirilmeli.
Kadının ev hanımı olması, çocuk doğurması ve ailesine sahip çıkmasının en üstün fazilet olduğuna yönelik propaganda yapılmalı ve bunun dışında kadına toplum içinde biçilen bütün roller en galiz şekilde resmedilmeli, aşağılanmalı.
Aile yapısının güçlenmesi için sıkı bir ahlâkî düzen teşkil edilmeli, devlet tarafından denetlenmeli ve manevî değerlere göre şekillendirilmeli.
Aile yapısını tehdit eden unsurlar ortadan kaldırılmalı, manevî duygulara yönlendirecek müesseseler ihdas edilmeli ve bunlar hayatın içinde faal, canlı olmalı.
Belki de bütün bunlardan önemlisi, kadın sermayenin emrinden alınıp ait olduğu yere iade edilirken, ailenin geçim kapısını teşkil eden erkeğin meşru kazancının onun bu rolünü sürdürülebilir kılacak sosyo-ekonomik tedbirler alınalı ve uygulanmalıdır.
Sonuç olarak kadını evden kopararak annelik gibi mukaddes bir hüviyet ile aile gibi mukaddes bir müesseseyi tahrip etmek hiçbir topluma fayda getirmeyecektir. Asırlardır bu deneniyor ve dünyanın geldiği içinden çıkılamaz vaziyet ayan beyan ortada. İdeal aile yapısı ancak İslâmî değerler çerçevesinde teşkil edilebilir ve muhafaza edilebilir. Bunun dışındaki çözüm arayışlarının ise faydadan çok zarar sağlayacağını görmek için 20 küsur yıllık Ak Parti iktidarları dönemine bakmak yeterlidir.
Aylık Baran Dergisi 36. Sayı Şubat 2025