Ortada yalnızca yüzeysel bir kültürel yozlaşma problemi yok. Bu durum, uzun süredir devam eden bir kimlik tasfiyesinin açık göstergesidir. Topluma ait değerler, kökler, davranış kalıpları sistemli şekilde törpüleniyor. Aile yapısından dil kullanımına, mahremiyet anlayışından estetik zevke kadar her alan, medya üzerinden yeniden biçimlendiriliyor. Toplumun zihni inşa edilirken, kendi geçmişinden ve hakikatinden koparılmış, yönsüz ve yersiz bir kimlik kalıbı sunuluyor.
İçinde yaşadığımız çağda yalnızca savaşlar, krizler ve çöküşler çoğalmıyor; bu felaketlerin görsel dille normalleştirilmesi de sıradan bir hale geliyor. Ekranlarda dönen diziler, sinema filmleri ve eğlence programları, artık yalnızca vakit geçirme araçları değil; insan zihnini biçimlendiren başlıca unsurlar hâline gelmiş durumda.
Günümüz televizyon ve dijital platform içeriklerinin büyük bölümü karanlık temaları işliyor. Neredeyse her yapımda birbirini aldatan karakterler, parçalanmış aileler, şiddetle çözülen ilişkiler, ahlaki sınırların ortadan kalktığı hayatlar ön planda tutuluyor. Şiddet, zina, dedikodu, cinsellik, baskı ve uyuşturucu gibi temalar, kurgu kisvesi altında sistemli şekilde pompalanıyor. Filmlerde neredeyse hiç umut barınmıyor. Senaryo dediğimiz şey, çoğu zaman birbirine ihaneti konu alan, güveni, sadakati ve merhameti yok sayan birkaç kalıptan ibaret.
Bu içeriklerin asıl problemi ise artık rahatsız etmiyor oluşları. Seyirci bunlara alışıyor. Olağanüstü durumlar olağanlaşıyor. Cinayet, boşanma, kaos, yalan, hatta sapkınlık ekranlarda ne kadar çok tekrar edilirse, zihin onu o kadar sıradan kabul ediyor. Toplumun acıya, kötülüğe, yıkıma karşı bağışıklığı artarken; iyiliğe, erdeme, sahiciliğe olan hassasiyeti azalıyor. İşte bugün karşı karşıya olduğumuz manzara bu: ekranın başında şekillenen, ama hayatın tamamına sirayet eden bir zihin bozulması.
Bu içerikler sadece insanı duyarsızlaştırmıyor, kendi kültüründen, ahlâkından, kimliğinden de koparıyor. Bugün Türkiye’de üretilen diziler, yurt dışına satıldıkça bir başarı olarak sunuluyor. Halbuki bu ihracın içeriğine bakıldığında karşımıza çıkan tablo, Türk toplumundan öte Batı’nın bireyci, ahlâk dışı, kaotik yapısının taklidi olan sahnelerle dolu.
Türkiye ekranlarında dönen dizilerin neredeyse tamamı Batı kültüründen ithal edilmiş senaryo kalıplarıyla hazırlanıyor. Evet, konuşmalar Türkçe ama zihniyet Batılı. Karakterler bizim insanımıza ait değil; bizim sokaklarımızda yetişmemiş. Ekranda gördüğümüz, bize zıt ve aykırı şeyler. Üstelik bu senaryolar sadece Türkiye’yi içeride çürütmekle kalmıyor, dünyaya da yanlış bir Türkiye portresi çiziyor. Dışarıdan bakıldığında Türkiye, entrikanın, tecavüzün, kadına şiddetin, aile yıkımının merkeziymiş gibi sunuluyor.
Başka ülkelerdeki durumu ele alalım. Güney Kore, "Hallyu" yani "Kore Dalgası" stratejisiyle, dizi ve film endüstrisini millî kültürünü tanıtmak için etkili bir araç olarak kullanıyor. Örneğin, "Squid Game" ve "Parasite" gibi yapımlar, eğlence temalı olmaltan öte Kore'nin sosyal yapısını ve kültürel değerlerini dünya çapında tanıttı. Bu strateji, Güney Kore'nin kültürel ihracatını önemli ölçüde artırdı. 2020 yılında Güney Kore'nin toplam ihracatı 513 milyar dolara ulaşarak, ülkeyi dünyanın en büyük yedinci ihracatçısı konumuna getirdi.
Japonya ise, anime ve manga gibi kültürel ürünlerle küresel bir etki oluşturuyor. "Naruto", "One Piece" ve "Attack on Titan" gibi yapımlar, Japon kültürünü dünya genelinde tanıtarak, ülkenin yumuşak gücünü artırıyor. Japonya'nın bu alandaki başarısı, kültürel ihracatının önemli bir kısmını oluşturuyor.
Çin, son yıllarda kültürel ihracatını artırmak için büyük yatırımlar yapıyor. "The Wandering Earth" ve "Wolf Warrior" gibi filmler, Çin'in kültürel değerlerini ve ulusal kimliğini yansıtıyor. Bu strateji, Çin'in kültürel ihracatını çeşitlendirmesine ve küresel etkisini artırmasına yardımcı oluyor.
Türkiye de, dizi ihracatında dünya genelinde önemli bir konuma sahip. 2024 yılında Türk dizi ve film sektörü, 602 milyon dolar ihracat geliri elde etti ve 150'yi aşkın ülkede 800 milyondan fazla izleyiciye ulaştı. Ancak, içeriklerin büyük bir kısmı, Türk toplumunun kültürel değerlerini yansıtmaktan ziyade, Batı kültürünün etkisi altında şekilleniyor. Bu durum, Türkiye'nin kültürel ihracatının, millî kimliğini tanıtmak yerine, kültürel asimilasyona hizmet etmesine sebep oluyor.
Ortada yalnızca yüzeysel bir kültürel yozlaşma problemi yok. Bu durum, uzun süredir devam eden bir kimlik tasfiyesinin açık göstergesidir. Topluma ait değerler, kökler, davranış kalıpları sistemli şekilde törpüleniyor. Aile yapısından dil kullanımına, mahremiyet anlayışından estetik zevke kadar her alan, medya üzerinden yeniden biçimlendiriliyor. Toplumun zihni inşa edilirken, kendi geçmişinden ve hakikatinden koparılmış, yönsüz ve yersiz bir kimlik kalıbı sunuluyor.
Üstelik bu tasfiye süreci, görünüşte olumlu görünen bazı çabalarla aynı anda ilerliyor. Eğitim müfredatlarında değerler eğitimi başlığı açılıyor, okullarda ahlâkî duyarlılıklardan söz ediliyor, gençlik üzerine projeler geliştiriliyor. Fakat aynı dönemde ekranlarda bu söylemlerle bağdaşmayan senaryolar hâkimiyet kuruyor. Dizilerde toplumsal çözülme olağan bir yaşam biçimi gibi sunuluyor. Tecavüz, cinayet, ahlâksızlık ve ihanet, sıradanlaştırılmış bir kurgu diliyle sürekli tekrar ediliyor. Çocuklar bu dünyaya doğuyor, gençler bu içeriklerle büyüyor.
Böyle bir ortamda yapılan her iyilik çağrısı, arka plandaki yoğun gürültüyle bastırılıyor. Toplum bir taraftan ıslah edilmeye çalışılırken, diğer taraftan tam tersine, ekranlar üzerinden her gün bir adım daha geri çekiliyor. Bu çelişkinin uzun süre birlikte yaşaması mümkün değil. Ya toplumu tutan değerler gerçekten ayağa kaldırılacak ya da bu yapay inşa süreciyle birlikte her şey dağılacak.
Toplumu yeniden kuracak olan şey yasaklar veya yüzeysel tepkilerle değil, doğru bir üretim anlayışıyla mümkün olur. Medya dilinin yeniden şekillendirilmesi, içeriklerin sahici bir zemine oturtulması gerekir. Hikâyelerin kökü bu topraklara, bu medeniyete, bu ruha dayanmalıdır.
Bu büyük inşa, yalnızca televizyoncuların ya da dizi yapımcılarının görevi olarak görülemez. Düşünürlerimiz, sosyologlarımız, sanatçılarımız bu yapının taşıyıcı unsurlarıdır. İş onlara düşüyor.