Günümüzde belli kesimlerce dînî rolünden soyutlayıp sırf isyanlarının öne çıkarıldığı tartışmalı bir âlim tipi olan Bedreddin Simâvî, Edirne’de 1359 yılında doğmuş ve ömrünü tüm İslam dünyasını gezerek yaşamıştır. Her gittiği yerde saygıyla karşılanmış ve birçok âlimle bir araya gelmiştir. Fıkıh, kelam, felsefe, tasavvuf ve matematik gibi ana ilimlerde tahsili olan Bedreddin Simavi müstesna bir şahsiyettir. Biz siyasi hayatını bir tarafı bırakıp onun daha çok ilmi şahsiyetine odaklanmak istiyoruz. Şeyh Bedreddin, İslâmî ilimlerden bilhassa fıkıh ve tasavvufta temayüz etmiştir. Gerek eserleri gerekse hakkında yazılmış diğer kaynaklar onun fıkıhta sadece ansiklopedik bilgi sahibi ve bir aktarıcı olmayıp aynı zamanda müctehid derecesinde bir âlim olduğunu göstermektedir. Fakat o asıl ününü siyasî faaliyetleri yanında tasavvufî ve felsefî görüşleriyle yapmıştır. Zikir, riyâzet, mücahede vb. tasavvufî uygulamalara büyük önem vermiş, Mısır’da tasavvufa intisap etmesinden sonra kendisi de böyle bir hayat yaşamaya itina göstermiştir. Şeyh Bedreddin’e göre fikir ve nazar yolu yani felsefe ve kelâm eşyanın hakikatini ve Tanrı-âlem-insan ilişkisini tam olarak idrakten uzaktır. O tasavvufî keşfin de ancak Allah’a yönelme, kalbin arındırılması ve peygamberlerin yolundan gitmekle gerçekleşebileceğini belirtir.

Şeyh Bedreddin vahdet-i vücûd çizgisinde bir mutasavvıftır. Ona göre her türlü sınırlamaların ötesinde sırf ve gerçek varlık (vücûd) Allah’tır. Allah ne küllî ne de cüz’î bir varlıktır; çünkü küllî kavramı O’nun bir cüzünün olduğu, cüz’î kavramı da O’nun bir küllîsinin bulunduğu fikrini doğurmaktadır. Oysa Allah bu türlü alâkalardan münezzehtir. Hak’ta zuhûra bir meyil vardır; bu sebeple, “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim ve bilineyim diye halkı yarattım.” buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki yaratma O’nun zuhûrundan başka bir şey değildir. Gerçek varlık Hakk’ın varlığından ibarettir; eşyadaki başkalık ve zıtlıklar zuhûrun mertebeleri dolayısıyla nisbî ve itibarîdir. Her şey Hakk’ın zâtında ve Hakk’ın zâtı her şeydedir ve O’nun zâtı her bakımdan vâcibdir.

Allah’ın kendileriyle tecelli ettiği eşya (mezâhir) sûreti itibariyle mümkin ve hâdis, hakikati itibariyle vücûd-ı mutlak ve vâcibdir. Çünkü görünür eşyada tecelli eden ve görünür olan (zâhir) Allah’tır. O bazı mutasavvıfların hulûl ve ittihad yolundaki iddialarına da karşı çıkmıştır. Çünkü hulûl ve ittihad kavramları iki ayrı varlığı hatıra getirmektedir, oysa varlıkta yalnız birlik vardır; âlem Hakk’ın zuhûrundan ibarettir. Bu açıdan o mutlak ve biricik varlığın Hak’tan ibaret bulunduğunu, zâtının gereği olarak ve muhabbet sâikiyle Hakk’ın zuhura meylettiğini, mümkün varlıkların bu zuhur sebebiyle ve Hakk’ın isim ve sıfatları vasıtasıyla varlık kazandığını, Hakk’ın zâtının her şeyden münezzeh olmakla birlikte her şeye varlık vermesi itibariyle eşyanın “ayn”ı olduğunu, varlıkta göreceli ikilik ve mutlak birlik bulunduğunu, vahdet-i vücûdu en kâmil tarzda insân-ı kâmilin yansıttığını ileri sürmektedir.

Şeyh Bedreddin’in eleştiriye konu olan fikirleri temelde iki konuya, kıyametin ve cismanî haşrin inkârı ile âlemin kadîm olmasına dairdir. Ona göre beden çürüyüp toprağa karıştıktan sonra parçaları daha önce olduğu gibi yeniden teşekkül etmeyecektir. O cismanî haşr konusunda bedenin öldükten sonra dört unsurdan meydana gelen terkibinin çözülüp fenâ bulacağını, bir daha eskisi gibi aynı terkibin teşekkül etmeyeceğini ve bedenin ölümle birbirinden ayrılan her bir parçasının aslına döneceğini, ardından melekût âleminin cinsinden bir latif sûrete bürünerek yeni bir terkibin gerçekleşeceğini ileri sürer. Esasen o mutlak anlamda beden-ruh ayırımına da taraftar değildir. Çünkü insan bedeni aslında ruh, daha doğrusu hak olup sûretlerin birikmesiyle yoğunluk kazanmıştır. Sûretler ortadan kalktıkça insan bedeni letâfet kazanır ve nihayet bir olan ve ortağı bulunmayan Hakk’ın kendisi kalır. Ona göre halkın anladığı mânada bedenlerin haşri mümkün gibi gözükmüyor.

İkinci eleştiri noktası, müellifin âlemin sonradan yaratılmış (hâdis) değil ezelî ve kadîm olduğunu ikrar ettiği iddiasıdır. “Âlem cins, nevi ve mutlak şahsıyla kadîm olmakla beraber hâdistir. Fakat bu hâdislik zamana bağlı değil âlemin zatına mahsus bir hâdisliktir.” ifadesini şerh eden Nakşibendî şeyhi Abdullah-ı İlâhî’ye göre bu kilit mesele bazı nüshalarda yer almamaktadır. Bununla birlikte müellif bu cümlesiyle âlemin dışta zuhur etmeden önce Allah’ın ilminde ezelî ve kadîm olduğunu, Allah’ın varlık vermesiyle varlık sahasında göründüğünü, bu anlamda âlemin hudûsundan bahsedilebileceğini kastetmiştir.

Şeyh Bedrettin’in tasavvuf tarihinde özellikle en çok tartışılan eseri olan Varidât üzerinden okunan fikirleri tıpkı İbn Arabi’nin Füsus’unda olduğu gibi lehte ve aleyhte taraftarlar bulmuştur. Sözgelimi Halvetî Şeyhi Nûreddinzâde Muslihuddin, Aziz Mahmud Hüdâyî, Ebüssuûd Efendi sert eleştiriler yöneltirken, Abdullah-ı İlahî, Harîrîzâde, Niyaz-ı Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî müspet yorumlar yapmışlardır. Vâridât’a yönelik tepkilerin XIX. yüzyılda da devam ettiği anlaşılmaktadır. İstanbul’da Vâridât nüshalarını bulmanın güç olduğunu, zira Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in insanların inancına zarar vereceği endişesiyle kitabı satın alıp yaktırdığını söyleyen Ahmed Cevdet Paşa’ya göre Vâridât, Füsus’u taklit yoluyla yazılmış bir risâledir. Esere hem sûfîler hem ulemâ tarafından çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir.

Baran Dergisi 777. sayı