Hükümetin baroların yapısıyla ilgili meclise sunduğu ve oy çokluğuyla kabul edilen yasa değişikliği son haftalarda kamuoyunun en çok tartıştığı konuların başında geldi. Öyle anlaşılıyor ki, uzun bir süre gündemin ilk sıralarındaki yerini koruyacak. İsterseniz biraz geriye dönüp düzenlemenin ya da tartışmanın fitilini ateşleyen olayı hatırlayalım.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bir Cuma hutbesinde İslâm’ın eşcinselliği lanetlediğini ifade etmesi üzerine Ankara Barosu’ndan yapılan yazılı açıklamada, Ali Erbaş ve onun üzerinden açıkça İslâm dini hedef alınmış ve çok çirkin ifadelerle muazzez dinimize hakaret edilmeye çalışılmıştı. Son derece militan bir üslupla kaleme alınan açıklamada sadece eşcinselleri değil, enva-i çeşit sapkınlığı da içinde barındıran LGBTİ örgütlerinin hamiliğine soyunulmuştu.

Kamuoyunda ciddi bir infial yaratan bu açıklamaya karşı re’sen soruşturma açılmış, cumhurbaşkanının da o açıklamayı eleştiren ve Ali Erbaş’ı destekleyen beyanlarıyla bugün tartışılan barolarla ilgili düzenlemenin fitili ateşlenmişti.

Ankara Barosu’nun toplumun genel ahlâk anlayışına meydan okuyan, halkın ezici çoğunluğunun değer yargıları ile çatışan bu açıklaması bardağı taşıran son damla oldu ve hükümeti adım atmaya zorlayarak işi bu hafta Meclis’te oylanacak olan yasa değişikliğine getirdi. Esasında iki yıl önce baroların yapısı ile ilgili bir çalışma yapılması talimatı verilmiş, fakat bu çalışma daha sonra rafa kaldırılmıştı.

Türkiye’de İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehir baroları başta olmak üzere, öteden beri baroların kahir ekseriyeti toplumun gündeminden kopuk, topluma her şeyiyle yabancı olmak gibi bir illetle maluldür. Kökleri neredeyse Cumhuriyet öncesine dayanan bu zihniyet, bugün kangren halini almış ve umutsuz bir vakaya doğru evrilmiştir. Üstelik bu durum sadece barolara has bir durum da değildir. Büyükşehirlerin tabip odaları, mimar ve mühendisler odaları gibi meslek örgütleri de aynı illetle malul olup, çatışmacı-sabotajcı zihniyetin ürünü olarak sık sık benzer reaksiyonları gösteren yapılardır.

Üstad Necip Fazıl’ın “Haliç’in neresinden numune alırsanız alın, hep aynı sonuç çıkar” sözünde olduğu gibi, devlet mekanizmasının hangi kurumuna bakarsanız bakın aynı hastalıklı bakış açısına rastlayabilirsiniz. Üyesi olduğum İstanbul Barosu üzerinden devam edecek olursak, karakteristik yapısı kurulduğu günden beri hiç değişmemiş, adına “Cumhuriyet devrimleri” dedikleri hak ve halk düşmanı bir zihniyetten tevarüs eden militan laikliğin yuvalandığı ve her seçimde yerini koruduğu barolardan biri olmuştur.

Yargının üç kurucu unsurundan biri olan savunmayı temsil eden baroların normal şartlarda toplumun gerçek gündemine odaklanması, öncelikle üyelerinin çalışma şartları ve özlük hakları gibi konularda kalıcı çözüm önerileri ile hükümete destek olması beklenir. Fakat baroların önemli bir kısmının bu tabii beklentilerin aksine, suni gündemlerin peşinde, provokatif ve sadece kendi ideolojik kalıplarını topluma dayatma üzerine kurulu tutum ve davranışlarıyla düzenlenmesi gereken bir “sorun” olduğu açıktır.

Toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği ahlaki ve moral değerleri hor gören bu yapı, kendilerinin de içinde bulunduğu bir avuç marjinal azınlığın menfaatlerini kırmızı çizgileri olarak ilân etmekte, kimi zaman ise iktidarın karşısında ana muhalefet partisi gibi hareket ederek, kol kola yürüdüğü siyasi ve zaman zaman yasadışı oluşumların sözcülüğüne ve hamiliğine soyunmaktadır.

Şu an görevde bulunan İstanbul Barosu Başkanı M. Durakoğlu’nun bir konuşmasında kullandığı “Biz aydınlanma devriminin avukatlarıyız. Başka değerlerin değil. Biz laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, Atatürk Devrimlerinden neşet ettiğini biliriz... Biz onun avukatlığını yaparız.” şeklindeki ifadeleri, İstanbul Barosu’nun hadiselere yaklaşırken kendini nisbet ettiği zihniyeti özetlemektedir.

Sayın başkanın kendini ifade ederken referans verdiği adresler halktan kopmasına fazlasıyla yetmektedir. Anadolu’muzun İslâm’la yoğrulmuş irfan geleneğine sırtını dönerek kurtuluşu, Batı’yı bu gün ne hale getirdiği herkesçe malum olan “aydınlanma devriminde” arayan bu zihniyet, aslında sorunun bizatihi kendisidir. Bu sorunlu düşüncenin ürünü olarak başörtülü üyelerini yakın zamana kadar baronun kapısından içeri sokmamış, baş açık resim vermeyi reddedenlere ruhsatlarını vermeyerek hukuksuzluğun dik alasını yapmaktan geri durmamıştır.

İmdi, meselelere böyle yaklaşan bir baronun üyelerinin tamamını temsil ettiğini kim iddia edebilir? Bir baro düşünün ki, üyelerinden aldığı güçle bir avuç elit ve militan bir zümrenin ideolojik propagandasını yapmakta ve birçok toplumsal meselede olduğu gibi kamu vicdanını örseleyen yaklaşımlarla milletin bin yıldır üzerinde ittifak ettiği temel değerleri ayaklar altına almaktadır.

Barolar yargının kurucu unsuru olarak kamusal bir hizmet ifa etmesinin yanında aynı zamanda bir meslek kuruluşudur ve gücünün önemli bir kısmını üyelerinden almaktadır. Gerek üyelerinden aldığı aidatlar, gerekse adliyelerde avukatla takip edilen her bir dosyaya sunulan vekâletname için yapıştırılması zorunlu olan baro pullarından elde ettiği devasa gelirler, ciddi bir bütçeyi idare etmektedir. Üyelerinin sosyolojik ve ideolojik bakımlardan sayıca dağılımları, yönetimlerini belirlemede önemli amillerden biridir.

Büyük illerin barolarında bu sayı üstünlüğü avantaja çevrilerek adeta görünmez bir kast sistemi oluşturulmuştur. Mevcut baroların önemli bir kısmının yukarıya aldığımız başkanın sözleriyle ifade olunan, kronik problemleri besleyen ve barındıran yaklaşımlarının milletin temel değerleriyle barışık bir baro anlayışının önünde ciddi bir problem teşkil ettiği izahtan varestedir. Fakat meselenin çözümüne dair büyük ihtimalle Meclis’ten geçirilecek değişiklik teklifi, “hükümet etme” usul ve esaslarını ciddi şekilde sorgulatmıştır.

Zira bu değişiklik, bir meselenin sebebini, varoluş gerekçesini ortadan kaldırmadan sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmak gibi imkânsız bir işe girişilmiştir. Bir de baro başkanlarının ve beraberinde yüzlerce avukatın Ankara’ya yaptıkları yürüyüşün gereksiz bir engelleme ve arbedeyle karşılanması, buradan mağduriyet çıkarmak isteyen baro başkanlarına aradıkları fırsatı altın tepside sunmuştur.

Öncelikle değişikliğin “çoklu baro” olarak ifade edilen kısmına yönelik AK Parti’nin kendi içinden bile itirazların olduğu bilinmektedir. Hakeza AK Partili çok sayıda meslektaşımızın da düzenlemenin bu haline karşı olduğu bizim gözlemimizdir. O halde bu değişikliğin kimi memnun ettiği ya da edeceği gerçekten muammadır. Baroların mevcut haliyle ıslahı için ciddi ve kalıcı bir proje geliştirilemeyince, bölünmüş dolayısıyla gücü zayıflamış bir baronun kimsenin işine yaramayacağı düşünülmeden ve bunun yargıya olan güveni daha da sarsacağı hesaba katılmadan hareket edilmiştir. Fakat burada şunu da belirtmek gerekir ki; yasa değişikliğinin ilgili muhataplarınca tartışılamadan mevcut haliyle geçmesindeki nedenlerden biri de, onca girişime rağmen özellikle üç büyük ilin baro başkanlarının müzakerelere katılmayı reddederek ortaya koydukları “istemezükçü” tavırlarıdır.

Diğer taraftan baroların önemli birçok meselede milletin iradesiyle çatışan pozisyonları millete

doğru ve sağlıklı bir şekilde anlatılamamış, bu yüzden kamuoyu desteği de eksik kalmıştır. Örneğin Ankara ve İstanbul barolarının ülkenin geleceği ve bölünmez bütünlüğüne dair kritik meselelerde milli irade ile çatışan ve son tahlilde “aydınlanma devriminden” ilham alan reaksiyonları topluma doğru tercüme edilebilmiş olsaydı kamuoyu desteği bir yere kadar sağlanabilirdi. Baroların ıslahı için bizce en makul ve kalıcı çözüm, en son 15 Temmuz direnişinde tecelli eden milli iradeyi benimseyen herkesin, aynı direnişi hukuk saflarına da taşıyarak sivil bir inisiyatifle, yetişen evlatlarını istidatları doğrultusunda hukuk ve avukatlık hizmetlerine teşvik edici ciddi bir çalışma ile pekâlâ sağlanabilirdi. Çünkü bir mevzi nasıl kaybedildiyse öyle kazanılır. Belki kısa sürede sonuca ulaşmazdı, fakat hükümet müdahalesine gerek kalmadan barolarda daha kalıcı ve sağlam bir arınma süreci yaşanırdı. Çünkü FETÖ’nün son kırk yılda, Kemalizm’in ise başından beri üzerinde tepinerek operasyon yaptığı en önemli erklerden biri yargı erki olmuştur. Dolayısıyla yargının kurucu unsuru olan savunma da bundan nasibini fazlasıyla almıştır.

Özelikle unutulmaz hukuk facialarının yaşandığı 28 Şubat sürecinden bu yana millî kimliğiyle siyasî- hukukî örgütlenmelere girişilseydi ve gelen yeni nesil üzerinde çalışmalara başlanmış olsaydı; bugün milletin iradesi ile çatışmayan, milletle aynı geçmiş ve gelecek muhasebesine sahip, aile ve topluma kasteden cinsi sapıklığı savunacak kadar ileri giden ajan örgütlenmeler değil, bu topraklara ait ahlâkî değerleri müdafaa eden bir baro söz konusu olabilirdi.

Müslüman Anadolu halkının değerlerine düşman örgütlere güzelleme yapan bir baro yerine, devletin ve milletin güvenliğini, barış ve huzurunu müdafaa eden bir baro söz konusu olabilirdi. Düzenlemeye karşı çıkan barolarca “çoklu baro” sistemine yönelik itirazların temelindeki en önemli argüman ise, mevcut baroların tarafsızlığını kaybederek politize olacağı, marjinalleşip kutuplaşacağı endişesi... Bu argümanı ileri sürenler yukarıda belirtmiş olduğumuz “Biz laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, Atatürk Devrimlerinden neşet ettiğini biliriz... Biz onun avukatlığını yaparız.” şeklinde itirafta bulunmasalardı bu endişelerini ciddiye alabilirdik. Fakat tam da bu sebepten ötürü baroların hiçbir zaman tarafsız ve politikadan bağımsız bir çizgide olmadığını bildiğimiz için ciddiye alamıyoruz. Bu cümlede ifade edilenden âlâ kutuplaştırma olabilir mi?

Kısaca barolar hiçbir zaman tarafsız ve siyaset kurumu ile arasında olması gereken mesafeyi koruyucu bir irade gösteremedi. Bunun en büyük ispatı dünyanın en büyük barosu olan İstanbul barosunun sayın başkanının yukarıya aldığımız itiraf niteliğindeki sözleridir. Dolayısıyla yapılan değişikliğe bu noktadan yükselttikleri itirazlar samimi olmadığı gibi kendi tutumlarıyla çelişmektedir. Bizce bu düzenlemenin tek bir iyi yönü var ise o da Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu’nun delege seçimi yapısının değiştirilmesidir. Önceki sistemde üye sayısı fazla olan il baroları üye sayıları ile orantılı olarak daha çok delege ile temsil ediliyordu. Bu da üye sayısı düşük olan Anadolu illerindeki baroların genel kurulda temsilini çok düşük bir seviyeye çekiyor ve temsilde büyük bir adaletsizliğe sebep oluyordu. Böylece üye sayısı en fazla olan illerin birlik yönetimindeki hâkimiyeti oldukça sınırlandırılmış ve üye sayısı az olan illere oldukça yakın bir seviyeye çekilmiş oldu. Özetle hükümetin sorunların teşhisinde zayıf kaldığı için çözümünde de zayıf kaldığını bir kez daha görmemizi sağlayan baro düzenlemesi, sorunların halının altına süpürüldüğü ve gerçek çözümü bekleyen nice başlıklardan biri olarak kayıtlara geçmiş oldu.

Baran Dergisi 704.Sayı