Balkanlar’da, Osmanlının çekilmesinden sonra Müslüman nüfus defalarca katliama maruz bırakılmış, yüz yıldan fazla bir zaman bir yandan katledilerek diğer yandan asimilasyon politikaları uygulanarak yok edilmek istenmişti. Milyonlarca Arnavut ve Boşnak ülkelerinden sürgün edildiler. Türkiye’de milyonlarca Arnavut ve Boşnak göçmen olduğu biliniyor. Balkanlardan çıkarılmak ve etkisiz hale getirmek için yapılan bütün mezalime rağmen Müslümanlıklarını korumuş iki millet Boşnaklar ve Arnavutlar.  Bu yüzden de ümmetin diğer milletleri gibi çok kıymetliler.
Bölge tarihini incelediğimiz zaman, egemen güçlerin desteklediği farklı milletler, kendi içlerinde menfaat odaklı savaşlara tutuşsalar da, Müslümanlar söz konusu olduğunda çoğunlukla birlikte hareket edebilmişlerdir.
 1912 Balkan yenilgisiyle bölgeden çekilen Osmanlı sonrasında burada yaşayan ve bu bölgenin insanı olan Müslüman milletler doğrudan hedef haline geldi. Bosna’dan başlayarak Türkiye’nin Trakya sınırına kadar her bölgede Müslümanlara saldırılar başladı. Toprakları ellerinden alındı. Kadınlarına tecavüz edildi, çocuklarına varıncaya kadar katledildiler… Artık onları koruyacak Osmanlı yoktu bölgede.  Yüzbinlerce Türk, Arnavut ve Boşnak katledildi. Çok daha fazlası ise vatanlarından sürgün edildi.
Bu gün  Balkanlarda Müslüman varlığı Batı için hala tehdit olarak görülmeye devam ediyor ve yine bölgede destekledikleri güçler eliyle yeni oyunlar sergiliyorlar Müslümanlara karşı. Geçtiğimiz sayıda yazdığımız gibi, Arnavutlara yapılan baskıların altında kahir ekseriyesi Müslüman olan Arnavutların kontrol edilmesi davası yatmaktadır. Bosna’da yaşanan ve yaşanması muhtemel hadiseler için yapılan hazırlıklarla da Boşnak Müslümanlar kuşatılmaya çalışılıyor.
Makedonya Kumanova’da Arnavutlara operasyon adı altında bir saldırı düzenlendi. Bu saldırı sonucunda oluşan katliam görüntüleri herkesi rahatsız etmiş olsa gerek ki, Makedon hükümeti, üzerini örtmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişti ve şehid edilen Müslüman Arnavutları terörist gibi lanse etmeye çalıştı. Makedon hükümeti, OHRİ antlaşmasının hükümlerini yerine getirmeyerek Müslümanlara baskıyı artırıyor ve Müslümanlara yönelik ülke içinde açığa çıkan yolsuzluklarının üstünü örtmeye matuf saldırılarına uluslar arası kamuoyunda destek bulmaya çalışıyor. Bu politikaların ülkede ciddi bir çatışma ortamını doğurduğu ikaz edilse de Makedon yönetimi pek aldırış edermiş gibi gözükmüyor. Öncelikle Sırp ve arkasındaki Rusya’ya, diğer yandan da Almanya özelinde Batı devletlerinin desteğine güvendiği çok açık görülüyor.
Bosna’da ise durum daha da karışık aslında.  Geçtiğimiz haftalarda Zvornik’te 24 yaşındaki Nerdin İbriç adlı Boşnak genç, karakol basarak bir Sırp polisini öldürmüştü. Öldürülen polisin savaş döneminde savaş suçu işlemiş bir katil olduğu belgelendi. Eylemi düzenleyen Nerdin’in babasının ise savaşta 1992 yılında Zvornik’te Bijeli Potok bölgesinde, Sırp Çetnikler tarafından kurşuna dizilerek katledilen 750 Boşnak’tan birisi olduğu ortaya çıktı. Bu hadiseden sonra Sırp kantonunda Müslümanlara karşı operasyon yapılarak otuzdan fazla Müslüman “teröre destek” adı altında gözaltına alındı. Helikopterler ve özel tim eşliğinde kreşlere kadar yapılan baskının asıl amacı ise Bosna’daki savaştan sonra Boşnakların en fazla geri dönüş yaptığı kentlerden biri olan Zvornik’e geri dönüşü engellemek olduğu söyleniyor. Evlerinden çıkararak toprakları ellerinden alınan Boşnaklar, özellikle son dönemde Türkiye’nin verdiği geri dönüş kredileri sayesinde kendi evlerine geri dönmeye başlamışlardı. Müslüman nüfusun artması ise nüfus olarak zaten azınlıkta olan Sırpların özellikle ileriye dönük referandum veya yeni bir savaşla Bosna’dan tamamen ayrılıp Sırbistan’a katılma isteklerinin önündeki en büyük engellerden birisi. 
Evet son dönemde Balkanlarda bir yandan Makedonya üzerinden Müslüman Arnavutlara diğer yandan da Müslüman Boşnaklara karşı yeni oyun planları devrede. Aslında uzun zamandır yapılan planlar fiiliyata koyuluyor desek daha doğru olur. Bosna federasyonunda Boşnaklarla birlikte yaşayan Hırvat kesimden de ayrılık sesleri yükseliyor.  Mevcut işleyişin bu şekilde gitmeyeceğini herkes biliyor aslında. Avrupa’nın göbeğinde Müslüman bir devlet istemeyen Batı, bölgedeki etkinliğini artırma çabasının yanında, yeni bir Sırp Hırvat Boşnak savaşına dönecek çatışmada önceki savaşta olduğu gibi Müslümanların karşısında tavır alacağını şimdiki uygulamalarıyla göstermekte.
Dayton Antlaşmasının sonucu olarak Bosna’da yüzbinlerce insanı katleden Sırp Çetnik katiller, Sırp kantonlarında ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Ülkenin üçlü başkanlık şeklinde yönetilmesi ve yine Dayton Antlaşması gereği antlaşma hükümlerinin uygulanmasını denetleyecek olan “Yüksek Temsilcilik Ofisi”nin seçimle gelen başkanların ve meclisin de üzerinde bir güç olması durumu izah eder nitelikte. “Yüksek Temsilci” diye belirlenen, aslında Batının kontrolörü bu kurum ve bu kuruma 1997’de Bonn Konferansı’nda gerekirse bağlayıcı kararlar alma ve antlaşmayı uygulamayan memurları azletme yetkisi tanındı. Bu ise ülkedeki Yüksek Temsilcinin istediği zaman istediği kişiyi göreve ataması ve görevden alması anlamına geliyor. Bunun ne demek olduğunu ise  Rahmetli ALİYA İzzetbegoviç, 2000 yılında görevinden istifa ederken istifa gerekçesinin sadece sağlık sorunları olmadığını, Avrupa'nın kurduğu Bosna yönetiminin Müslümanlara baskı uyguladığını ve kabul edemeyecekleri tavizlere zorladığını söyleyerek izah etmişti.
Mesele yine gelip bizim Türkiye olarak ne yapacağımızda düğümleniyor. Yapmamız gerekenler ve yapmamız gerekirken yapamadıklarımızda... Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist rejim kurulduktan sonra dış politika olarak, aynı iç politikada olduğu gibi, İslâm olan, Müslüman olan, Osmanlıya ait olan hiçbir meseleye dâhil olmadı. Ülkenin çıkarına olabilecek meselelerde bile İslâm ve Müslümanlar söz konusu ise adım atmadı. Dış politikasını kendisi belirlemedi, uyguladığı politikalar ise Batıya endeksliydi. “Mevcudiyetini korumak ötesine karışmamak.” Bu yüzden senelerce, dönüp bakılmayan ve hiçbir güvenceleri olmayan Müslüman milletler sürekli ezildiler. Varlıklarını korumak için yapabilecekleri tek şey boyun eğmek oldu. Direnenler çoğunlukla zindanlar, işkenceler ve infazlarla yok edildiler. Çok sayıda Müslüman sürgün edildi, kalanların çoğu ise asimilasyona boyun eğmek zorunda kaldı. Fakat bugün baktığımızda her şeye rağmen Müslümanlıktan kopmamışlar ve gözleri yine Anadolu’ya dönük halde ümitlerini korumaya çalışıyorlar. 
Mesele Türkiye’nin tarihî misyonunu üstlenmesiyle alakalı. Bu şartlarda, mevcut sistem ve politikalarla yapılabileceklerin en iyisinin yapıldığını söyleyebiliriz; kimi zaman kanayan yaraya merhem olmanın ötesinde, köklü adımların atılması mümkün görünmüyor. Osmanlı döneminde merkezi hükümetin zayıflamasıyla etki alanının zayıflaması ve toprakların bir bir elimizden çıkmasıyla sonuçlanan durum bugün, Türkiye’nin o tarihi misyonunu üstlenmesiyle tersine çevrilebilir. Bir yandan Balkanlar ve diğer bölgelerde yaşayan Müslümanların sorunlarını çözmeye çalışırken asıl olarak kendi ülkemizde Başyücelik idealini hayata geçirmeliyiz. Bunu gerçekleştiremediğimiz her an yaşananların vebali sırtımıza yüklenmekte.
Vesselam.

Baran Dergisi 438. Sayı