Üst düzey İranlı askerî yetkililer ve nükleer bilim insanlarını hedef alan saldırılar dizisi, Netanyahu'nun “Yükselen Aslan Harekâtı” adını verdiği kapsamlı savaşın başlangıcını işaret etti. Bu isim, peygamber Balaam’ın İsrail’i “zafer kazanılana kadar dinlenmeyecek bir aslan” olarak tanımladığı İncil ayetine göndermede bulunuyor.
Dini terminoloji tesadüfi değil. İsrail'in siyasi seçkinleri, savaşı kutsal bir görev olarak çerçevelemek için mesihçi bir dil kullanma geleneğini sürdürüyor. Bu yolla Netanyahu yalnızca şiddeti meşrulaştırmıyor, aynı zamanda onu ilahi bir amaç kisvesine büründürüyor.
Ancak bu gerilim tırmanışı, İsrail'in zaten hem içeride hem dışarıda baskılarla sarsıldığı bir dönemde meydana geldi.
İsrail ordusu, laik ve ultra-Ortodoks vatandaşlar arasındaki savaş yükü eşitsizliği nedeniyle artan kamuoyu öfkesiyle personel sıkıntısı yaşarken, Hamas ile rehine müzakereleri hâlâ durma noktasında. İran’a karşı başlatılan savaşla birlikte, Gazze’deki vahşeti sona erdirme veya İsrailli esirleri kurtarma yönündeki ciddi çabalar da artık terk edilmiş gibi görünüyor.
ABD Sessiz Kaldı
İsrail’in gittikçe derinleşen uluslararası izolasyonuna ve Netanyahu ile eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında çıkarılan tutuklama emirlerine rağmen, devlet her şeyi göze almayı tercih etti. Netanyahu, küresel medyanın bu saldırıyı İsrail’in “tek başına meydan okuması” olarak yansıtacağından emin biçimde İran’ın nükleer programına saldırdı.
Gerçekte ise ABD bu operasyondan tamamen haberdardı ve müdahale etmeyi tercih etmedi. Washington, İsrail’in askerî tırmanışını kendi Tahran müzakerelerinde stratejik bir kaldıraç olarak görmüşe benziyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio kamuoyuna “gerilimi azaltma” çağrısı yaparken, Amerikan silahları ve istihbarat verileri İsrail’in eline geçmeye devam etti.
Başkan Donald Trump’ın sosyal medya mesajı, ABD’nin pozisyonunu net biçimde ortaya koydu: İran uzlaşmayı reddederse, daha fazla saldırıyla karşı karşıya kalacak.
“Varoluşsal Tehdit”
İsrail açısından hedefler yalnızca nükleer programı sınırlandırmaktan ibaret değil. Asıl amaç, İran İslam Cumhuriyeti’ni istikrarsızlaştırmak. İsrailli liderler, İsrail’in İran’ın nükleer ilerleyişini en fazla geciktirebileceğini biliyor – tamamen durduramayacağını da.
Bu çerçeveleme, eski Başbakan Yitzhak Rabin’in 1990’larda İran’ı “varoluşsal tehdit” olarak tanımlamasını hatırlatıyor. Rabin, İran’ın yalnızca askerî bir tehdit değil, aynı zamanda İsrail’in bölgesel hegemonyasına uzun vadeli bir meydan okuma teşkil ettiğini anlamıştı – özellikle de İran’ın nükleer silaha sahip olma ihtimali ve İsrail’in İran iç siyasetindeki müdahaleleri (örneğin Şah rejimine verilen destek) düşünüldüğünde.
Savaşın ilk hamlesi, İran Devrim Muhafızları ve üst düzey askerî liderler ile nükleer bilim insanlarını hedef aldı. Netanyahu saf değil; misillemenin kaçınılmaz olduğunu biliyor. Ancak Hizbullah, saldırıyı başlatmayacağını sinyaliyle duyurdu. Öte yandan, geçen yıl İran’ın stratejik savunma sistemlerine yönelik İsrail saldırıları, Tel Aviv’de “İran cephesini kırmak için tarihi bir fırsat” olarak görüldü.
İsrail ekonomisi durgunlukta, yaşam maliyetleri yükseliyor ve toplumsal ayrışmalar derinleşiyor. Netanyahu ise bitmek bilmeyen bir savaş doktrini uyguluyor.
İçerde Birlik, Dışarda Tehlike
Netanyahu, savaşın içerde birlik doğuracağını da biliyor. Nitekim Cuma sabahına gelindiğinde, daha önce hükümeti en sert şekilde eleştiren Yahudi muhalefet liderlerinin neredeyse tamamı hükümetin arkasında hizalandı.
Buna rağmen İsrail ordusu sert uyarılarda bulunuyor: Bu savaşın sonuçları eşi benzeri görülmemiş olabilir. İran’dan büyük bir karşılık gelmese bile, bu savaş yaklaşık iki yıldır süren çok cepheli bir çatışma ortamının devamı olarak, on binlerce yedek askerin sivil hayattan uzun süreli olarak çekilmesiyle gerçekleşiyor.
İsrail’in itibarı ise çoktan bölgesel bir “parya devlete” dönmüş durumda. Nükleer tesislerin hedef alınması kararı sadece İran’ı değil, tüm bölgeyi potansiyel radyoaktif serpinti tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Bu tür saldırılar, nükleer altyapılara yönelik askerî müdahalelerin sonuçları gözetilmeksizin meşrulaştırılmasına dair tehlikeli bir küresel emsal oluşturuyor.
Netanyahu’nun Siyasi Mirası
Netanyahu için bu an, siyasi mirası açısından bir sınav. Kendini uzun süredir “Yahudi halkının koruyucusu” olarak tanıtan Netanyahu, son on yılı İran’ın nükleer hedeflerini kamuoyuna anlatmakla geçirdi ve kendisini “Bay Güvenlik” olarak pazarladı.
2015’te ABD Kongresi’nde dönemin Başkanı Barack Obama’yı açıkça eleştirmesinden, Trump yönetimiyle birlikte nükleer anlaşmayı bozmaya kadar Netanyahu kariyerini bu çatışma üzerine inşa etti. Ancak bugün, Washington’da benzer bir hamle yapmanın –örneğin yeniden başlayan müzakerelere müdahale etmenin– Trump’ı öfkelendirebileceğini biliyor. Zira Trump, Obama’nın aksine İsrail’in Amerikan siyasetine karışmasına tahammül etmiyor.
Bu savaş, İsrail’in bölgesel tehditlere yönelik tarihsel yaklaşımıyla keskin bir kopuşu temsil ediyor. Önceki on yıllarda İsrail, doğrudan askerî çatışmalardan kaçınmayı, bunun yerine ABD’ye baskı yaparak savaşı onun yürütmesini tercih ediyordu (Irak’ta olduğu gibi).
Ancak diplomasinin tükendiği ve stratejik gücün Körfez ülkelerine kaydığı bir ortamda –Trump’ın yakın tarihli Orta Doğu turunda İsrail’i tamamen pas geçmesi bunun göstergesi– Netanyahu, ABD’nin artık İsrail’i bölgesel stratejisinin merkezinde görmediğini anladı. Washington’un odağı artık Çin ve ticaret savaşları; Orta Doğu’da yeni savaşlar değil.
Bu kumarı oynamaya Netanyahu’yu bir dizi faktör itti. Ancak önceki kampanyalardan farklı olarak, bu sefer ortada net bir çıkış stratejisi yok. Nükleer tesislere yapılan saldırının bedeli, küresel petrol fiyatlarındaki sıçrama ve İran’ın vereceği karşılığın belirsizliği, İsrail halkını millî bir endişe bulutunun içine soktu.
Sonuçlarını değerlendirmek için henüz erken. Eğer saldırı, büyük bir misillemeye yol açmadan hedeflerine ulaşırsa, Netanyahu sadece seçim pozisyonunu değil, “Yahudi milletinin savunucusu” kimliğini de pekiştirebilir.
Ancak savaş başarısız olursa ya da İsrail’e ağır bir bedel ödetirse, sonuç bunun tam tersi olabilir: siyasî çöküş, diplomatik yalnızlaşma ve Orta Doğu’daki yanlış hesaplamalar tarihine yazılacak yeni bir bölüm.
Tüm ihtimaller masada.
Middle East Eye Abed Abou Shhade