Şehzade Mehmet’in çok genç yaşta bu dünyadan ayrılmış olması, içimde derin bir hüzün uyandırdı. Onun için inşa edilen bu cami, yalnızca bir ibadethane değil, aynı zamanda bir aşkın, bir kaybın ve büyük bir özlemin mimari ifadesi gibi geldi bana.
Yazıma önemli bir detayla başlamak istiyorum. Cami gezilerine başlama kararımda bana ilham olan, gördüklerimi ve hissettiklerimi kaleme dökerek İstanbul’un tarihini yeniden keşfetmemi sağlayan sevgili ağabeyim Gürsel Tanrıverdi’ye içtenlikle teşekkür ederim.
Bu yolculukta ilk durağımız, sevgili kız kardeşim Reyyan ile birlikte ziyaret ettiğimiz Şehzade Camii oldu. Yapımına 1543 yılında başlanan ve 1548’de tamamlanan bu muazzam eser, Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta kaybettiği, çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet adına Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Caminin, İstanbul’un Fatih ilçesinde, Kalenderhane Mahallesi’nde, Şehzadebaşı Caddesi üzerinde, Belediye Sarayı’nın tam karşısında yer alıyor.
Giriş kapısının üzerindeki kitabede “Mabedi Ümmet-i Resul-i Mübin, sene 955” yazılıdır. Daha adımımı atar atmaz yemyeşil bahçesiyle karşılandım. Caminin üç kapısı ve içinde pek çok türbe bulunuyor. Haziresinde; Rüstem Paşa, İbrahim Paşa, Şehzade Mahmut, Hatice Sultan ve Fatma Sultan gibi önemli şahsiyetlerin ebedi istirahatgâhları yer alıyor.
Caminin Saraçhane Kapısı dışında karşıma çıkan klasik çeşme, 1603 yılında Ayşe Sultan tarafından Bosnalı İbrahim Paşa için yaptırılmış. Taşların diliyle konuşur gibi duran bu yapı da en az cami kadar etkileyici.
Avluya adım attığımda, şehir hayatının gürültüsünden sıyrılmış, adeta zamanın dışında bir yerdeymişim gibi hissettim. Kuşların uçuşu, rüzgârın sesi, taşların serinliği… Hepsi bir araya gelip içimi tarifsiz bir huzurla doldurdu. Kendimi tarihin kalbinde, yüzyıllar öncesinin İstanbul’unda hayal ettim.
Caminin içine girdiğimde ise başka bir dünya açıldı önümde. Renkli vitraylardan süzülen ışık huzmeleri, taş duvarlar üzerinde dans ediyordu. Her köşede bir anlam, her detayda bir ruh vardı. Oturup sadece o ışığı, duvarları ve sessizliği izlemek bile insanın kalbini derinden etkiliyordu.
Bu muhteşem mimarinin zarafetini gösteren detaylardan biri ise mukarnaslar. Bu karmaşık sanatın büyüsüne baktıkça kayboluyorsunuz. Estetiği ve ince işçiliği, ustanın el emeğini, sabrını ve zarafetini gösteriyor. Mukarnaslara her baktığımda sabrı, zarafeti, güzelliği ve inceliği görüyorum.
Sütunlara baktığımda ise bana serinliği, sessizliği ve sakinliği çağrıştırıyor. Bir o kadar da asil duruşu beni etkiliyor. Sütunları ve mukarnasları görünce Osmanlı ustalarının sanatsal ve teknik dehasına hayranlık duyuyorum.
Türbeleri ziyaret ettiğimde, Şehzade Mehmet’in çok genç yaşta bu dünyadan ayrılmış olması, içimde derin bir hüzün uyandırdı. Onun için inşa edilen bu cami, yalnızca bir ibadethane değil, aynı zamanda bir aşkın, bir kaybın ve büyük bir özlemin mimari ifadesi gibi geldi bana.
5 yaşında ki kız kardeşim Reyyan’ın camiyi ziyaret ederken yaşadığı heyecan, içten gelen bağlılığı ve diğer cami gezilerini gerçekleştirirken, “Bir kez daha Zeccade Camii’ne gitmek istiyorum,” diye ısrar etmesi üzerine camiyi gün içinde iki kez ziyaret ettik. Reyyan’ın küçücük elleriyle sütunlara, duvarlara, taşlara dokunuşu ve caminin içinde heyecanla koşturması, oradan hiç çıkmak istememesi… Caminin manevi atmosferiyle birleşince bu an, benim için en özel anlardan biri oldu.
Bu yapının ihtişamını bir çocuğun gözünden yeniden keşfettim. Bir çocuğun dilinden söylenen “Zeccade Camii” gibi sade bir ifade, çok büyük anlamlar taşır. Bu yapıyı ikinci kez ziyaret etmek ruhumu besledi.
Bu geziden geriye sadece fotoğraflar değil, hisler kaldı. İstanbul’u ve onun görkemli geçmişini sevmek için bir neden daha buldum kendime. Sessizliğin içinde anlamlarla dolu bu muhteşem yapı, Şehzade Camii, kalbimde özel bir yer edindi.