Öğle vakti, güneş tam tepemizdeyken, kız kardeşimle birlikte yola çıktık. Gaziosmanpaşa Poligon Caddesi’nden otobüse binip Perşembe Pazarı durağına doğru yol aldık. Şehrin kımıl kımıl sokakları arasında ilerledikten sonra durağa ulaştık ve otobüsten indik. Buradan yürüyerek Karaköy’ün dar, gürültülü ve karmaşık ara sokaklarına daldık. Bu sokaklarda gezerken geçmişten bugüne taşınmış hanlar, cumbalı taş binalar, yıpranmış ama gururla ayakta duran duvarlar bizi başka bir zamana götürdü.

İlk durağımız Arap Camii oldu. Bu yapı, tarih boyunca geçirdiği dönüşümlerle etkileyici bir geçmişe sahip. Fetih sonrasında, Osmanlı geleneğine uygun biçimde bu büyük kilise camiye çevrilmiş; Fatih Sultan Mehmed’in vakfı olarak 1475 civarında Galata Camii adını almış.

Arap Cami

1492’de İspanya’dan göç eden Müslümanlar bu çevreye yerleştirilince cami, halk arasında Arap Camii diye anılmaya başlamış.

Arap Cami.psd E

Mimari yapısı ise Türk mimarisine tamamen yabancı. Özellikle kare planlı eski çan kulesi, Şam’daki Emeviye Camii’nin minaresini andırıyor. Bu benzerlik, caminin fetih öncesinde Araplar tarafından yapıldığı efsanesini doğurmuş.

Arap Cami.psdeee

Camiye adım attığımızda iç mekândaki hafif karanlık hava, yüksek tavanlar ve ahşap detaylar dikkatimi çekti. Loş ışık altında sessizlikle örtülü bu ibadethane, insana derin bir sükûnet sunuyordu.

Yolumuza devam ederken Karaköy’ün en dikkat çekici sokaklarından birine rastladık: Tepesinde rengârenk şemsiyeler diziliydi, çevresi ise çiçeklerle ve aynalarla süslenmişti.

Şemsiyeli

Sokakta sıralanmış kafeler, minik dükkânlar ve her köşede ayrı bir fotoğraf karesi saklıydı. O aynaların birinin önünde kardeşimle birlikte bir hatıra fotoğrafı çektirdik; bu anı unutmak istemedik.

Yürüyüşümüz sırasında tramvayın karşısında yer alan 105 yıllık Yapı Kredi binası dikkatimi çekti. Zarif mimarisi, modern binaların arasında adeta bir zaman tanığı gibi dimdik duruyordu.

Yapıkredi

Daha sonra Yeraltı Camii’ne ulaştık. Yeraltı Camii, aslında Bizans’tan kalma bir sur mahzeniymiş. Zamanla camiye çevrilmiş, halk arasında Kurşunlu Mahzen olarak da anılıyor.

Yeralıt Cami

Yeraltı Cami S

Rivayete göre, 7. yüzyıldaki Arap kuşatmasında şehit düşen iki Müslüman komutanın mezarı burada yer alıyor. Bu söylence, mekâna ayrı bir manevi hava katmış.

Yer seviyesinin biraz altında yer alan bu cami, taş duvarları ve loş havasıyla içeri adım attığınız anda sizi farklı bir atmosfere çekiyor. Sessizlik, sükûnet ve derinlik burada bir aradaydı.

Tophane’ye vardığımızda, deniz kokusunun eşlik ettiği kısa bir yürüyüşle Kılıç Ali Paşa Camii’nin avlusuna ulaştık.

Kılıç Ali

Burası sadece bir ibadet yeri değil, adeta tarihin içinden süzülen bir huzur mekânıydı. 16. yüzyılda, Osmanlı donanmasının ünlü kaptanı Kılıç Ali Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Caminin mimarisi hemen dikkat çekiyor; kubbesiyle ve iç düzeniyle Ayasofya’yı andırıyor. Meğer bu benzerlik tesadüf değilmiş—denizciler için bir Ayasofya gibi olsun diye inşa edilmiş. Caminin çevresinde medrese, hamam, türbe ve çeşmeden oluşan küçük bir külliye de yer alıyor. Sessizlik ve taşların arasına sinmiş zaman duygusu insanı sarıveriyor.

Bir sonraki durağımız Nusretiye Camii oldu. 19. yüzyılın başlarında inşa edilen bu yapı, klasik Osmanlı ve barok mimarinin birleşimini taşıyor. Caminin yanında bulunan küçük çeşme ve Tophane tramvay durağı yakınındaki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin tarihi binası ise çevreye kültürel bir zenginlik katıyordu.

Tophane durağından tramvaya binip Çemberlitaş’ta indik. Hemen yakındaki Nuruosmaniye Camii’ni gezdik.

Nuruosmaniye

Barok mimarinin etkileyici çizgileriyle süslenmiş bu cami, zarafetiyle büyüledi.

Nuruosmaniye.jpge

Nuruosmaniye.jpgee

Ardından çarşının içinde gizli bir köşede, caminin dışında yer alan Nuruosmaniye Mahzeni’ne (Ahsen) geçtik. Mahzen, karanlık yapısı ve taş duvarlarına süzülen yumuşak ışıklarla büyülü bir atmosfer sunuyordu.

Mahzen Nuru Osmaniye.jpg E

Mahzen Nuru Osmaniye.jpgt

İçeride şırıl şırıl akan bir su sesi eşliğinde dolaştık. Kız kardeşim biraz ürkse de bu deneyim bizim için oldukça etkileyiciydi. Mahzen çıkışında küçük taburelere oturup, sırtımızı taş duvara yaslayarak çayımızı yudumladık. Şehrin sesinden uzakta, sessizce geçen dakikalar paha biçilemezdi.

Mahzen Nuru Osmaniye

Yolumuza Kapalıçarşı ile devam ettik. Girişinden itibaren bambaşka bir dünyaya adım attığımızı hissettik. Dar sokaklar boyunca sıralanmış kuyumcuların vitrinlerinde parlayan altınlar, gümüşler ve el emeği mücevherler göz kamaştırıyordu. Halıcılar, baharatçılar ve antikacılar da çarşının diğer yüzünü oluşturuyordu. Tavandan süzülen gün ışığı, içerideki tarihi dokuya büyüleyici bir yumuşaklık katıyordu. Merkezdeki küçük tarihi çeşme ve taş kemerli geçitler Kapalıçarşı’nın yüzyıllara meydan okuyan zarafetini daha da öne çıkarıyordu.

Çarşının sonuna geldiğimizde kendimizi Beyazıt Meydanı’nda bulduk. Burada görkemli Beyazıt Camii bizi karşıladı. Tramvayın karşısına geçip sol tarafıma baktığımda, bir sokak arasından görünen masmavi denizin gökyüzüyle bütünleştiği o manzara kalbimize işledi. Sağ tarafımızda ise cami, heybetiyle tüm zarafeti sergiliyordu.

Beyazıt Camii

Meydandan Sahaflar Çarşısı’na doğru yürüdük. Eski kitaplar arasında dolaştık, kapağı sararmış klasiklerden göz kamaştıran hat sanatlarına kadar pek çok eseri inceledik. Hat çalışmalarım için kendime bir hat kalemi almayı da ihmal etmedim.

Son olarak Beyazıt’tan tramvaya binip Karaköy’e geçtik. Oradan Eminönü’ne doğru yürüdük; balıkçıların önünden geçip sahil boyunca ilerledik ve otobüs duraklarına ulaştık. Kız kardeşim biraz yorulmuştu ama içimizde tarifsiz bir huzur vardı. Böylece İstanbul’un sokaklarında, tarih kokan yapılar arasında geçen bu dolu dolu gün, anılarımıza silinmez bir iz bırakarak sona erdi.