Kuzey İrlanda da bir polis bombalı saldırıda öldürüldü. IRA’dan ayrılan grupların yaptığı iddia ediliyor. Bize göre bu saldırıların bir mahzuru yok. Hatta şunu belirtelim ki, Ulu Hakan Abdülhamid Han, İngiltere’ye karşı IRA’ya yardım etmişti. Saf olmayalım, düşmanımızın düşmanı dostumuzdur.

Amerika’da bir rahibin Kuran-ı Kerim yakması Afganistan’da Amerikan nefretini patlattı; 7 BM görevlisi öldürüldü. Cenazede konuşan BM görevlisi, Afgan halkının değil, Kur’an yakan rahibin sorumlu olduğunu söyledi. Söyleyene değil, söyletene bak, demişler. Afganistan’da pabuç pahalı çünkü.

Amerika devamlı savaş suçu işliyor; Amerika ne doğal hukuka ne pozitif hukuka, ne insanî değerlere ne de sözleşmelere uyuyor. Nasıl olsa Amerika güçlü devlet ve ona sözleşmelere uymadı diye kimse ambargo ve askerî seçenekleri uygulayamaz. Fakat Amerika güçsüz ülkelere her türlü baskı yapabiliyor, zorla demokratik rejim getiriyor, ondan sonra sömürüyor.

Kızılderilileri ve zencileri katletti diye Amerika’ya ambargo konup ve peşinden askerî seçenekler uygulanabilir mi? Kim böyle bir şeyi yapacak? Demek ki haklı olmak yeterli değil, güçlü olanın dediği oluyor.

BM ve benzeri İnsan Hakları örgütleri güçlü devletlerin diğer devletleri denetlemesi için bir bahanedir; çünkü büyük devletler denetlenemez ve müdahale edilemez. Bunu bilen büyük devletler insan hakları şampiyonu kesilir ve müdahale ettikleri ülkelerde bir çok katliama imza atarlar. Nasıl olsa onları sorgulayacak ve yargılayacak bir makam ve güç yoktur.

Obama, Guantanamo’yu kapatacağını söylemişti, ama değişen bir şey olmadı ve oradaki savaş esirleri Amerikan askerî mahkemesine çıkarılıyor, savaş esiri değil, terörist muamelesi yapılarak.

İki ülke arasındaki savaşta esirler savaş esiridir, terör suçlusu falan değil. Cenevre esir sözleşmesine göre muamele görmeleri lazım. Fakat Amerika kendi menfaatine göre hukuku ve sözleşmeleri nasıl yorumluyorsa öyle oluyor.

Amerikan işgaline karşı ülkelerini savunanlar kahramandır, terör suçlusu değil. Eğer esir düşerlerse de savaş esiri muamelesi görmeleri lazım. Fakat Amerika bu tabiî kuralı tanımıyor ve tam bir çapulcu gibi davranıyor.

Amerika tıpkı Moğol istilacıları gibi davranıyor, esir aldığı askerleri öldürüyor, halkı yağmalıyor, çoluk-çocuk demeden katlediyor.

Uluslararası İnsan Hakları Örgütleri de Amerika’nın işgaline zemin hazırlıyor, dişini geçirecekleri ülkeler hakkında rapor hazırlıyorlar. Hukukî ve insanî gerekçelerle, evrensel değerlerle vs. süslü raporlar yazıyorlar.

Her şey onların ekonomik ve siyasî çıkarlarına göre, İnsan Hakları, demokrasi, evrensel değerler vs. hepsi emperyalizme hizmet ettiği kadarıyla var. Yukarıda da işaretlediğimiz üzere, güçlü devletlerin kendilerinden güçsüz devletlere hesap sormasının aracıdır bu hukukî ve insanî kılıflar. Eğer güçsüz devletlerin güçlü devletlere hesap sorma ihtimali olsa idi böyle insan hakları şampiyonu kesilmezdiler. Günümüz sömürü düzeninde hukuk, güçlü olanların geçtiği, zayıf olanların takılıp kaldığı ağ gibidir. Tekrar soruyoruz: Kızılderililere ve zencilere karşı yaptıklarından, Irak, Afganistan ve Libya’da öldürdükleri sivillerden dolayı Amerika’yı yargılayacak ve cezalandıracak güç var mı? Böyle BM var mı?

Hastalıklar çok arttı. Bu durumu hekimler düşünmüyor, onlar işler iyi gidiyor diye düşünüyor herhalde. Bu, ahlakî bir sorun ve modern tıp alanına girmiyor. “Tıbbî Nebevî”yi çağımızda tatbik edecek anlayış nerede? Süt tatlısının üzerine tarçın koyan Osmanlı mutfağı böylece yükselen kan şekerini dengeliyormuş. Kuru kuru geçmişi taklitle de bu iş olmaz, bu çağda tatbik fikri gerek, her konuda olduğu gibi. Eskiye dönüş değil, eskinin birikimini de içine alan yeni bir fikir yeni bir proje gerek.

“Elektromanyetik radyasyon hekimlerin derdi mi?” diye soruyor Dr. Suat Arusan. “Doğal yiyecekleri kuruttuk kimyasal ilaçlarla tedavi arıyoruz” diyor Arusan. Doğal tedavi, koruyucu hekimlik, tıbbî nebevî gibi kavramlar unutuldu. Çağdaş yaşamın doğurduğu hastalıkları çağdaş yaşamın ürettiği kimyasal ilaçlarla tedavi etmeye çalışıyoruz. Bir yandan bozuyoruz, diğer yandan tedavi ediyoruz. Bir yandan obez oluyoruz, bir yandan obezden kurtulmak için masraf ediyoruz.

Bütçe 7 milyar açık vermiş. Büyüme iyi de, kimlerin cebine yansıyor? Belli kesimler büyümeden faydalanıyor ve bize de rakamlar kalıyor. Bankaların kârı yüzde 108 artmış, halkımız üretiyor, ekonomi büyüyor, fakat en çok bankalar kâr ediyor.

Halkımızın boğazı doyarsa Allaha şükrediyor , ekonomik krizde boğaz tokluğunu kâr görüyor. Fakat bankalar ve rantiyeciler boğaz tokluğuna değil, normal kârlılığa değil, krize rağmen yüzde yüzleri aşan kârlılığa ulaşıyor.

Paradan para kazanmak, faizcilik… Ekonominin başına bela faiz sarmalı içinde yuvarlanıyoruz ve bundan da en fazla orta ve alt sınıf zarar görüyor. Gerçek sanayici ve gerçek tüccarlarda zarar görüyor. Çünkü onların da müteşebbisliğini sömürüyor faizci ve rantiyeciler. Bir ülkenin tacirlerinin faizcilere muhtaç olması ve onlarla beraber çalışması iyi değil. Maalesef bırakın tacir sınıfını devlet faizcilerle içli dışlı ve bekasını onlara borçlu. Buna ne demeli?  Rahmetli Erbakan Hoca, havuz sistemi ile faizcilere engel oldu diye başına çorap ördüler. Gerçi şimdi bir çok şey değişti fakat hükümetin eli güçlü olmasına rağmen yerli ve yabancı rantiyecilerle birlikte oluyor. Bu arada halka da şirin görünmeyi iyi başarıyor; yol yapıyor, sağlık hizmetleri yapıyor,  gıda ve kömür yardımı yapıyor. Fakat dar gelirliler, işçiler, memurlar ve köylüler yoksullaştı; rantiyeciler ve bankerler zenginleşti. Fakat AKP’nin yaptığı nasıl bir gözbağcılıksa, halk kesimine birkaç kuruş yardıma karşı, “Allah razı olsun” dedirtiliyor.

Borçlarımız katlanmış, geleceğimiz ipotek altına alınmış, yeşil kart sahipleri yanında milyarderler artmış bu tablonun ne mânâya geldiği anlaşılmıyor. Yeşil kart alanlar bundan memnun ama yeşil kart sahiplerinin artmasının halkın yoksullaştığı manasına geldiği düşünülmüyor. Bu arada artan milyarderler sayısı da yeşil kart alanları pek ilgilendirmiyor veya bir parmak bala razı oluyorlar. AKP ise bu paradokstan faydalanıyor, hem milyarderler memnun, hem yeşil kart alanlar memnun AKP hükümetinden. Tuhaf bir çelişki. Birbirine zıt ve düşman olması gerekenler, AKP’de birleşiyorlar, asıl zıtlık burada. Diğer yandan da işsizlik sorunu ortada iken. İşsizlik tehdidi, boğaz tokluğuna iş bulanları AKP hükümetinden razı hale getiriyor. Bu da başka bir çelişki.

AKP, pragmatist politikalarla, günü birlik reel politikalarla ekonomiyi idare ediyor. Dünya krizini de halimize razı olma noktasından kullanıyor. Bölgesel bazı avantajlardan da konjonktür gereği istifade ediyor. Aslında AKP’nin şansı yaver gidiyor ve halka yakın siyaset gütmesi onu kitleler nezdinde etkili kılıyor. Fakat büyümeye rağmen ekonomi bağımsız ve olması gereken seviyede değil. Gelir dağılımında uçurum devam ediyor ve yoksulluk ve işsizlik artıyor. İşler kırılma noktasına doğru gidiyor.

İşçilerin haklarını alacağı bir düzen yok ve emek ucuza kapatılıyor. Bu, alın terinin sömürüsü değil mi? Diğer yanda işçi, işsizlik korkusundan ucuz işgücüne razı oluyor. Bu mu ekonomik adil düzen?

Bizim düzenimizde sendika olmaz ama bu düzende yani kapitalist düzende işçilerin haklarını arayacakları sendika gibi kuruluşlar şart. Şimdi sendikalı sayısı 600-700 bin gibi çok az ve sendikaların bir çoğu sarı sendika veya yandaş sendika. Sendikalar, çalışanının hakkını aramıyor.

“Dünyada Diktatörler devriliyor” söylemiyle aldanacağımıza kendi zalim düzenimizi devirsek daha iyi olmaz mı?



Baran Dergisi 222. Sayı