Halk dilinde maddeden ilk anlaşılan şey, insan çalışmasının bir gayeye göre kullandığı ve değiştirdiği bütün tabiî şeyler; başka bir ifadeyle, insan çalışmalarında kullanılan bütün malzemelerdir.

İlk çağ düşüncesinde, maddeyi, yapıcı faaliyetin zıddı olarak almışlar ve bu faaliyetin işlediği, üzerinde çalıştığı bütün şeylere madde demişlerdir; buna göre, işlenen ve işleyen iki nevi mevcudiyetten birincisi madde oluyor.

Yeni çağda maddenin tasviri ise şöyledir:

— «Maddenin tabiat, yahut mahiyeti, sadece mekâna serilmiş olmak ve tasavvur edilebilecek bütün mekânları aynı zamanda işgal etmek, ondan başka hiçbir madde fikrini kendimizde bulamamaktan ibarettir.»

«Maddenin unsurları mekân ve harekete irca olunabilir.» telâkkisine bakarak, madde ile «kuvvet - enerji» ve «hareketi» birbirine zıt görenler, neticeyi ruha yanaştırırlarken, zıt görmeyenler onların birbirinden ayrılmaz olduklarını yalnız topunun birden düşünceye zıt olduğunu müdafaa etmişlerdir.

Görülüyor ki, halk dilinde evvelâ sadece işlenen şeyler olarak kullanılan madde, tefekkür plânında, işlenirlik mevcudiyeti gibi atıl bir mahiyet ve mücerret bir mânâ alıyor. Arkasından onun esas hassa ve tabiatı tasvir edilmek isteniyor...

Ve neticede, sadece mekâna serilmiş olmak, aynı zamanda hep birden bulunmak ve madde olarak kendisinden başka bir madde fikrine sahip olmamak suretinde tasvir edildikten başka, bir de onda hareket, kuvvet (enerji) bulunduğuna hükmediliyor. işaret ettiğimiz gibi, bunları birbirlerinden ayrılabilir ve ayrılamaz olarak tasavvur edenler ve aynı zamanda bu yüzden birbirleriyle çarpışanlar da vardır.

Maddenin dışına ait olan bu tasvirlerden başka, yapısına ait fikirleri de görmek lâzımdır... En eski mütefekkirlerin ortaya attığı atomculuk faraziyesine bakılırsa, maddenin unsurları, mutlak surette parçalanma kabul etmez; ve ayrı ayrı görünemeyecek kadar küçüktür. Aynı zamanda ezelî ve ebedîdirler, değişmezler, bir cinstendirler, ancak şekilleri, vaziyetleri ve hareketleriyle birbirlerinden ayrılırlar. Hissedilebilir cisimlerin bütün hadiselerini de, terkib vasıtasiyle atomların hassası tevlid eder; şu kadar ki, kâinattaki küçüklük ve büyüklüğe bir had biçmek imkân dahilinde olmadığı için, parçalanamayacak kadar küçük bir atom tasavvurunun hiçbir mânâsı kalmamak iktiza eder. Aynı zamanda atomların muhetlif şekil, vaziyet ve hareketlerde bulunmalarının neden ileri geldiği de anlaşılır gibi değildir, çünkü sebepleri gösterilememiştir,

Maddenin ezelilik ve ebedilik fikri ise, dinî telâkkiye tamamen zıttır. Gerçekten, .madde yapısı hakkındaki bu ilk faraziye ayakta duracak gibi olmadığından mütemadiyen tadillere uğramıştır... Hattâ dikkat edilirse, burada son derece ufalmış bir cisim parçacığı halinde tasarlanıyor; böylece hemen herkesin kolayca anlayabileceği bir mahiyette gösterilmiş bulunuyor... Bu faraziyenin uzun zaman revaç bulması da bundan dolayıdır.

Fazla olarak insan zekâsı, en çok göze bağlı ve her şeyden evvel gözle terbiye edildiği için, ortaya atılan bu ilk atom faraziyesinde, ona en uygun gelen, şekilli, durumlu, hareketli cisimlerin tasavvur ettirilmesinden daha tâbiî bir şey olamazdı; göze mülâyim gelen tasavvurlar, akla da uygun geliyor... Madde ve âlemin esasında da bu akla yakınlığı aramak icap ediyor. Bu suretle göz için âdeta bir bedahet olan şeye madde deniyor ve biz de onu bir bedahet gibi kabul etmeğe son derece mütemayil bulunuyoruz. Gözle görülemeyen, biçim verilemeyen şeylerin de yok olduklarına kolayca inanabiliyoruz. Evet, duyularımız arasında en aydını ve berrak olanı şüphesiz gözdür; fakat aynı zamanda, akıl ve zekâmızı, daima görünürlük ve aydınlığa alıştırması ve her şeyi aydınlıkta tasarlaması bakımından, bizi en çok aldatan da olur. Eğer gözümüze inanmakta ısrar etseydik, astronomi ve mikroplar alemi gibi daha nice varlıklar meçhulümüz kalacak; .görünen alem de, göründüğü şekilde sanılacak ve bir bedahet olarak kabul edilecekti.

Felsefedeki «entellektüalist - zihinci» ve «rasyonalist - akılcı» telâkkilerin, mevcutlar içinde en doğru gibi görünmesi ve asırlarca birinci plânda mevki alması; buna karşılık şüpheci ve mistik telâkkilerin, ekseriyetle garip ve hayâli gibi gelmesinin başlıca sebebi, her şeyden çok gözlerimize itimat etmemiz olmuştur. Hâlbuki yeni çağda göz, basit ve iptidaî çapta telkin ettiği itimat fakültesini kaybediyor ve görünmezler âlemine bir nevî sed çekişiyle, göstermenin değil, saklamanın âleti oluyor... En nihayet has idrak çerçevesinde, madde ve maddeciliğe «inanma»nın, hiç de ruha ve ruhçuluğa inanmadan müşahhas olmadığını gösteren şu tesbit; — «Ruhun ne olduğunu bilmiyoruz; şuuraltı diye adlandırmamızın sebebi ise nitelenenin gerçekten şuurumuzun, dışında olmasındandır. FİZİKÇİ MADDE HAKKINDA NE BİLİYORSA, BİZİM RUH MEVZUUNDA BİLEBİLDİĞİMİZ DE O KADAR. Madde mevzuunda yalnız varsayımlar var, yani tanımlar, tek kelimeyle işaretler. Bir süre tariflerine uygun olarak var sayılıyorlar, ardından bir önceki kavramı yere çalan yeni bir buluş geliyor. MADDE Mİ DEĞİŞMİŞ OLUYOR, YOKSA GERÇEKLİĞİ Mİ ZAYIFLIYOR?»

Bütün bilginin dış dünyanın basit çözümlemesiyle elde edileceğine yönlendirilenler, bugün kesin olarak biliyorlar ki, şuuraltının yoğun bir muhtevası vardır ve bu muhteva şuura çıkarılabilirse, engin bir bilgi artışı elde edilir.

Madde ve onun marifet kombinezonu olan makineyi ruhçu gözle görenler, onda, ruhun, her şeyi kendisine tâbi kılıcı nakış ve damgasından başka bir mahiyet ve hüviyet bulamazlar.

Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, s. 176-179