Mehmet Sait Şimşek, Hayat Kaynağı: Kur’ân Tefsiri isimli tefsir çalışmasının mütevazi önsözünde belirttiği kadarıyla söz konusu çalışmasını on bir yıllık bir emeğin mahsulü olarak ortaya çıkarmış ve eser, Beyan Yayınları’nın 2016 senesinde gerçekleştirdiği ilk baskısıyla okuyucu ile buluşmuştur.(1) Beş ciltlik mütevazi bir hacme sahip, genel okuyucu için kaleme alındığı ilk bakışta dahi anlaşılan, muhtevasında teknik ve yoğun tartışmalar barındırmaktan ziyade çoğunlukla müellifin kanaatini yansıtan izahlara yer veren bu eser, Cumhuriyet dönemi te’lif tefsirler literatürüne dahil olmuştur.

Şimşek, çalışmasının önsözünde ‘herhangi bir ekol ya da şahsın etkisinde kalmadığını’ belirterek amelî ve itikadî meselelerde mezhepler arası geçişler yapabileceğini yahud tüm mezheplerin dışında nev’i şahsına münhasır bir kısım kanaatlerini paylaşabileceğini işaret etmiş gibidir. İnceleme alanımız, tefsirin itikadî muhteva analizi olduğu için bu açıdan bakıldığında Şimşek’in söz konusu işaretini hatalı yorumlamamış olduğumuzu peşinen ifade edebiliriz. Mushaf sırasına riayetle gerçekleştirilen tefsirin ilk sayfalarında Şimşek şöyle güzel bir paragraf sunar;

“Bir peygamberin ancak gayba dair verdiği haberlere iman edilir. Peygamber’e iman ise şehadet âlemindeki kesin bir delile dayalıdır; çünkü bir peygamberin peygamberliği, ancak peygamberliğine dair mucizenin varlığıyla gerçekleşir. Peygamberlerin mucizeleri ise şehadet âlemine girer. Peygamberlere iman edenler, onların elinden meydana gelen ve peygamber olduklarını ispatlayan mucizeleri görür yahud duyar ve bu gördüklerini ve duyduklarını muhakeme süzgecinden geçirir, böylece onların peygamberliklerine iman ederler. Onların peygamberliklerine iman ettikten sonra ise o peygamberlerin gayba dair verdikleri haberlere inanırlar.”(2)

Şimşek, klasik kelâm anlayışı içerisinde hâkim kanaat haline gelen “bir şey kendi kendisinin kanıtı olmaz” ilkesince Kur’ân buyruklarına imanın peygambere iman ile, peygambere imanın ise mucizelere -bilhassa hissî- iman ile gerçekleşeceği hususunu beyan etmiştir. Peygamberlerin elinden zuhur eden mucizeleri görüp duymak yani kevnî/hissî mucizelere şahit olmak, ardından onların peygamberliklerine iman etmek ve daha sonra ise peygamberlerin gayba dair verdikleri haberlere iman etme süreci aklî bir zaruretin neticesidir. Şimşek de bu hususu başarılı bir şekilde özetlemiştir fakat ne yazık ki birkaç sayfa sonra kendi izahına aykırı beyanları da yine kendisi ifade etmektedir:

“Her peygamber, peygamberlik mucizesi ile gönderilir. Hz. Muhammed’in mucizesi ise nesilden nesile intikal edebilen, bir yerden başka bir yere taşınabilen Kur’ân-ı Kerîm’dir.”(3)

Şimşek söz konusu satırlarında yer alan ifadeleriyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hissî mucizesi olmadığını ve onun nübüvvet iddiasının sübûtunun ancak Kur’ân-ı Kerîm ile ispat edildiği kanaatindedir. Fakat bu durumda, “Resûl-i Ekrem’in peygamber oluşunun delili Kur’ân, Kur’ân’ın Kur’ân oluşunun delili de peygamber” olmakta ve ortaya çıkan devr-i teselsülün fasit bir durum olduğunu, bu devri aşmak için Kur’ân dışında haricî bir mucizeye ihtiyacın elzem oluşunu nasıl aştığını tefsirinin hiçbir yerinde cevaplamamıştır. Belki şu cümleyi bir cevap teşebbüsü olarak değerlendirmemiz mümkündür:

“Kevnî mucizeler, ancak onlara şahit olanları bağlar. Bu nedenle bütün insanlığa ve gelecek nesillerin tamamına gönderilmiş olan bir peygamberin peygamberliğinin isbatı, kevnî mucizelerle olamaz.”(4)

Şimşek’in muhakemesi son derece hatalıdır ve bilgi kaynaklarına dair bir boşluğu yansıttığı açıktır. İnsanlar, sadece kendileri gördükleri bilgilere iltifat ederek hayatlarını idame ettirmezler. Kişilerde bizzat kendileri görmüşçesine bilgi oluşmasına vesile olan başka yollar da mevcuttur ki bunların başında mütevatir haberler gelmektedir. Şöyle ki biz Amerika’ya veya Japonya’ya gitmemiş olduğumuz halde, Amerika ve Japonya’nın var olduğunu, bu ülkelerin/yerlerin mevcudiyeti konusundaki mütevatir haberler sayesinde bilmekteyiz. Bugün Amerika’nın aslında var olmadığını söyleyen birisine, Dünya’nın düz olduğunu söyleyen birisine; Dünya’yı uzaktan, Amerika’yı da yakından görmemiş olsak dahi itiraz edeceğimiz muhakkaktır. Amerika’yı yakından görüp bilenle mütevatir haberle bilen arasında ‘bilgiye sahip olmak bakımından’ aynılık fakat bilgideki yakîn hali açısından farklılık olması ise başka bir meseledir. Söz konusu izah, hissî mucizelerin kıyamete kadar gelecek insanlar için neden hala mucize olma vasfını haiz olacağını da ortaya koymaktadır.

Sait Şimşek’in ortaya koyduğumuz hakikatin farkında olmadığı yani bir bilgiye muttali olmak ile o bilgide yakîn sahibi olmak arasındaki farktan habersiz olduğu ve bu sebeple de yaptığımız izahla hemen uzlaşmasının mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü onun haberle olan ilişkisi de son derece sağlıksız bir temel üzerine inşa edilmiştir. Tefsirde yer alan şu satırlar meramımızı ifadeye kâfi gelecektir kanaatindeyim:

“Peygamber’e itaat, sağlığında bizzat kendisine itaat etmekle olur. Ölümünden sonra ona itaat, ancak kendisinden nakledilen sünnetine ve hadislerine itaat şeklinde olabilir. Bununla birlikte Peygamber’e atfedilen bir sünnet veya hadis sahih yolla nakledilmiş olsa bile Peygamber’in yüz yüze söyledikleri ölçüsünde bağlayıcı değildir. Zira araya o sünnet veya hadisi rivayet eden kimseler girmiştir ve onların ne âdil oluşları ne de hafızalarına olan güven Allah tarafından gönderilen kesin delillerle beyan edilmiştir. Hatta tevatür yoluyla nakledilen rivayetler için bile böyle bir sabitlik söz konusu değildir.(5)

Peygambere ait bir hadisin yani buyruğun ‘sahih yolla geldiği bilindiği halde’ bağlayıcı olmaması ne demek, bunu anlamak mümkün değildir. Kaldı ki sahih olmanın en yüksek ifadesi mütevatir olarak intikal etmektir ki bütün ulemâya göre mütevatir bir haber -bilgiye sahip olma bakımından- kişinin o haberi bizzat kendisinin duymuş olması ile aynı seviyede bir kaynaktır. Halbuki ‘tevatür yoluyla nakledilen rivayetlerin bile yüz yüze şahit olmak gibi bir sabitliği’ söz konusu olmadığını düşünen bir kimsenin Kur’ân’a neden inandığı ve onu neden tefsir ettiğini açıklaması mümkün değildir! Nihayetinde bugün bizler Kur’ân diye rivayet edilen bir mütevatir habere muhatap olmaktayız. Eğer ki mütevâtirât yüz yüze muhataplık ayarında bir bilgi hasıl edemiyorsa Kur’ân’a olan güven nasıl temellendirilebilir? Bu noktada Şimşek kendisini belki; “Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız”(6) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hüccet görebilir lakin Kur’ân’ın Allah tarafından korunacağını bildiren bu âyet de bugün bizim mütevatir olarak muhatap olduğumuz rivayetlerden bir rivayettir. Eğer ki mütevatir haberlerin böyle bir bağlayıcılığı ve sabitliği söz konusu değilse -ki iddiası bu yönde- o zaman Kur’ân’ın bu âyeti de dahil olmak üzere tüm âyetleri ilk muhataplar dışındaki müstakbel muhataplar için aynı derecede bağlayıcı değildir. Şimşek’in bu fâhiş hatasını, usûliddîn konusundaki büyük bilgi boşluğuna bağlamamız gerektiği açıktır.

Mucize konusundaki itikadî izahlarda görülen modernist yaklaşımın bir diğer örneği şefaat bahsine dair sarf edilen sözlerde karşımıza çıkmaktadır. Şimşek, şefaate topyekûn karşı değilmiş gibi görünmekle birlikte yaptığı izahlarla şefaate imkân bırakmamaktadır.(7) Hatta ona göre;

“Bazı tasavvufî kesimlerde şu veya bu velinin şu kadar kişiyi kurtarıp Cennet’e sokacağı şeklindeki görüşler de Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın kurtarıcılığı inancından temelde farksızdır.”(8)

Şimşek, bu izahında hak ile bâtılı birkaç defa birleştirmiştir. Evvela Hıristiyanlığın Hz. İsa’ya yüklediği kurtarıcılık tamamen yanlıştır, bunda ihtilaf yok. Lakin bu durumun şefaat ile ilişkilendirilerek takdim edilmesi hilaf-ı hakikattir. Öte yandan velilerin, hafızların, âlimlerin, salihlerin vb. zümrelerin ahirette bir şefaat hakkına malik olacaklarına dair birçok rivayet mevcuttur. Bu rivayetlerde yer alan rakamların daha doğrusu sayı ihtiva eden rivayetlerin asılsız olması, bu zümrelerin şefaatinin asılsız olması değildir. Tabiî Şimşek’in hadis-i şerifleri dikkat-i nazara almadığı daha evvel paylaştığımız satırlardan öğrenildiği için, böylesi bir neticeye varması hiç de şaşırtıcı olmamaktadır. Bazı âyetlerde şefaatin Allah Teâlâ’nın iznine bağlanmış olmasını, şefaatin varlığı ve fakat belli sınırlılıklara sahip olduğuna değil de şefaatin olmadığına çıkarmak için yapılan zorlama yorumlar da tefsirde okuyucunun karşısına çıkmaktadır:

“Belirtelim ki şefaatin ancak izin ile olacağının söylenmesi, mutlaka izin verileceği anlamına gelmez.”(9)

Yani Allah Teâlâ aslında hiç kimseye vermeyeceği bir şefaat iznini sanki verebilirmişçesine bir mânâ ile bildirerek insanları -haşa- kandırmaktadır! Bu iddianın çocuksu bir komiklik taşıdığı aşikârdır. Öte yandan tefsirin çeşitli bölümlerinde yer alan izahlarından onun tasavvufî uygulamalar ile mesafeli olduğu ve böylesi uygulamalara imkân tanıyan âyetlerin izahında -tevessül örneğinde görülebileceği gibi-(10) tavrını açıkça ifade etmektedir.

Şimşek’in modern telakkilere iştirak ettiği meselelerin bir diğeri ise Nüzûl-i İsa (a.s.) konusudur. Yakın dönemde kaleme alınan hemen bütün tefsirlerde görülen izahların ardından o da şu kanaate sahip olduğunu paylaşmaktadır:

“Sıraladığımız gerekçelerle Hz. İsa’nın öldüğüne ve bir daha yeryüzüne inmeyeceğine inanıyoruz.”(11)

Hem usûl-i hadîs hem de usûliddîn konusunda bariz bir bilgi boşluğu taşımasına rağmen -ki bu durum sadece Şimşek’e özgü değildir- yine de nüzûl-i İsa, ru’yetullah, kabir hayatı vb. konular geldiğinde “Bu konudaki rivayetler ahaddır, ahad haber hüccet değildir.” şeklindeki ilkeyi istismar etmek yakın zaman modasıdır. Halbuki bir rivayetin rivayet tekniği açısından ahad olması ile bilinirlik ve uygulanırlık açısından ahad olması farklı şeylerdir.(12) Öte yandan rivayetlerin lafzî açıdan ahad seviyede kalması ile manevî açıdan tevatüre erişmesi de birbirlerinden farklıdır. Bu gibi hususlar hakkında nitelikli bir tetkike girişmeden ve bu ihtimalleri ele alıp cevap getirmeden ‘haber-i ahad itikadda hüccet değildir’ ilkesini anmak ne yazık ki bu kaideyi istismar etmekten daha fazla bir anlam taşımamaktadır.

M. Sait Şimşek’in kaleme aldığı Hayat Kaynağı isimli tefsir itikadî muhteva özelinde bakıldığında; kelâmî arkaplan, Ehl-i Sünnet’e muvafakat ve iç tutarlılık taşımaktan oldukça uzaktır. Umuyoruz ki işaretlediğimiz hususlar tashih edilir. Bu haliyle sade bir Müslümanın zihin dünyasında -ne yazık ki- ciddi bir karışıklık oluşturacağı ve kalıcı zararlar vereceği söylenilebilir.

Dipnotlar

1-M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı: Kur’ân Tefsiri, I-V, Beyan, İstanbul, 2016.

2-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 27.

3-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 41.

4-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 150. Aynı beyanı muhtelif yerlerde tekrar eder bz.; I, 592, II, 205, III, 226.

5-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 526.

6-Hicr, 15/9.

7-Bz.; M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 81, 155, III, 371-372.

8-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 71.

9-M. Sait Şimşek, a.g.e., IV, s. 224.

10-M. Sait Şimşek, a.g.e., II, s. 48.

11-M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 360.

12-Melikşah Sezen, İlm-i Hadîs, Hanefîlik, Mâturîdîlik, s. 87 vd.

Aylık Dergisi 189. Sayı Haziran 2020