Mustafa Öztürk, nihayet Kur’ân’ın mânâen Allah Teâlâ’ya ve fakat lafzen Resûlullah’a ait olduğunu/olabileceğini dile getirdi.

Vahy-i İlâhî’nin Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e inzâl keyfiyeti son dönemde muhtelif iddiaların muhatabı oldu. Kur’ân-ı Kerîm’in kelâmullah oluşunun mânâsı etrafında tarihten bugüne cereyan eden ihtilafların, nevzuhur söylem ve bidat görüşlerin hiçbirinde tesadüf edilmeyeni bulup çıkarmakta mahir olan ahir zaman ulemâ-i kirâmından Mustafa Öztürk, nihayet Kur’ân’ın mânâen Allah Teâlâ’ya ve fakat lafzen Resûlullah’a ait olduğunu/olabileceğini dile getirdi. Fırkalar tarihinin muasır şubelerinden Tarihselcilik hareketinin müdafiî olan Öztürk’ün bu iddiası aslında kendi dinî anlayışı ile muvafık görünmektedir. Nitekim Tarihselcilere göre her hitap yahud metin, irâd edildiği zamanın ve hitap ettiği ilk muhatap kitlenin bilgi, kültür ve ilim seviyesini aşan bir muhtevayı haiz olamaz. Çünkü o da her hitap yahud metin gibi belli bir tarihin ürünüdür. Tarihin belli bir anında ve mekânın belli bir muhitinde inzâl olunan Kur’ân da bu vasfı haizdir. Bu görüşün Allah’a nispeti bitmek bilmez müşküller peyda ettiği ve edeceği için, ilgili görüşün en sorunsuz nispet edilebileceği kimse Resûlullah (s.a.v.) hâlinde belirmektedir.

Öztürk, söz konusu Tarihselcilik iddiasını temellendirebilmek adına hem âyetlerden hem de âyetlerin anlaşılma biçimlerinden (tefsirlerden) pek çok seçki-örnekler sunmakta ve bu örneklerden hareketle Kur’ân’ın belli bir imgesellik içerisinde, metaforlarla, mecazlarla ve tabir caizse İlâhî maksada havale eden ve toplumun tedrici gelişimi ile anlaşılma derinliğini arttırıp, mesajını zaman içerisinde lafza bağlılıktan kurtaracak şekilde vaz’ edildiğini ifade etmektedir. Ve anlaşıldığı kadarıyla zamanın kıvamını bulup, mukaddes kitlesini yakaladığı kutlu gün bugündür!

Öztürk’ün Tarihsellik anlayışını dayandırdığı noktaları ele almadan evvel, konunun daha da ehemmiyet arz eden bir cephesine odaklanmak gerekmektedir. Yani vahy-i İlâhî’nin inzâl keyfiyeti üzerine sarf-ı kelâm etmeden evvel, vahyin mânâsı ve keyfiyeti üzerine tefekkür etmek gerekmektedir. Vahyi herhangi bir hitap ya da metinden ayıran herhangi bir özellik var mıdır, yok mudur? Eğer vahiy de herhangi metnin taşıdığı sınırlılıkları bünyesinde barındırıyorsa hatibin Allah, hitabın vahiy oluşunun esprisi nedir?

Tam bu noktada daha ciddi ve paradoksal bir müşkülün mevcudiyetini de dikkatlere sunmak gerekmektedir. Tarihselcilik, kıymeti kendinden menkul bir bilgi kaynaklığı ile hareket edip devr-i teselsül oluşturmaktadır. Bugüne değin İslâm âlimlerinin anladığı şekliyle din, insan zihnini inşâ eden, inşâ etmek için inzâl edilen haberleri ifade etmekteydi. Lakin Tarihselci tasavvur ise vahyi inşâ edecek birtakım ön kabullerle yola çıkmakta daha sonra da bu ön kabullerle inşâ ettiği vahyin zihinlerimizi inşâ etmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yani bir şekilde insan yine kendi doğrularının garantörü olmuş ve fasit bir devr-i teselsüle girmiş bulunmaktadır.

Konuyu bir misal üzerinden müşahhaslaştıralım: Öztürk’e göre Kur’ân’da örneğin bugünün bilimsel çalışmalarıyla tespit edilip ortaya çıkarılan herhangi bir fizikî, tıbbî vb. olaya atıf yapıldığından bahsedilemez. Çünkü Kur’ân da her hitap gibi kendi muhataplarının zihin dünyalarında bulunmayan bir bilgiyi muhtevasında barındıramaz, bu abes olur.(1) Vahyi önce böylesi bir ön kabulle inşâ edip sınırlayan Öztürk, daha sonra Kur’ân’ın mahallî öğelere atıf yapmasının, Kur’ân’ın inzâl dönemindeki bazı hadiselere temas etmesinin -hâşâ- bir ufuk darlığı ve çapsızlık olduğunu ifade edebilmektedir. Ona göre Kur’ân eğer lafzıyla birlikte kelâm-ı İlâhî ise, vahyin sahibinin nâmütenâhi ufkunun galaksi ve nebulalardan birtakım misallerle aşikâr edilmesi beklenirdi!

Öztürk, kıymeti kendinden menkul bir kaide ile yola çıkıp evvela Kur’ân’ın lafzının delâlet sahasına kota koymakta, daha sonra da Kur’ân lafzının delâletini hiçbir türlü kabul etmediği galaksilerden, nebulalardan atıfla Rabbanî ufuk ve çap aramaktadır. Bu durum bize, Zâhid el-Kevserî’nin şu sözünü hatırlatmaktadır: “Hiçbir bidat ehli görmedim ki kendi içerisinde tenakuza düşmesin.”

Tarihselcilerin düştüğü diğer bir önemli müşkül de Kur’ân’ın inzâl dönemindeki muhataplarına vahyin inzâl keyfiyeti hakkında ne söylediğini, bu konuda mevcut rivayetleri dikkat-i nazara almaksızın “tarih-üstü bir tarihselcilik” açmazına girilmesidir. Kur’ân’ın muhataplarına ve muhataplarının, zaman geçtikçe zamanın şartlarına göre anlam çıkaracaklarına, lafzı değil mânâyı esas ittihaz etmelerine delâlet eden herhangi bir rivayet bulunmadığı gibi Kur’ân-ı Azîm’in hem mânâ hem de lafzen inzâl edildiğine delâlet eden sahih onlarca rivayet bulunmaktadır. Madem biz Kur’ân’ın hitabını kendi muhatap kitlesinin anlayışını dikkate alarak ortaya çıkaracağız, o vakit bu konudaki rivayetleri ve rivayetlerden süzülen anlayışı kendimize rehber yapmamız icab etmez mi?

Sahîh-i Buharî’nin bed’ü’l-vahy bâbına birlikte bakalım. Bakalım fakat Öztürk’ün eserlerini mütalaa etmiş biri olarak şunu peşinen belirtmeliyim ki, onun hadîs usûlünden ve hadîs ilimlerinden yana behresi tamamen boştur. Dolayısıyla Öztürk herhangi bir tarih kitabında yer alan bir rivayeti, senedin durumunu, râvilerin kimliğini, -varsa- zaafın illetini vb. bilmeksizin kullanabildiği gibi en muteber senede sahip bir rivayeti yine aynı bilgi boşluğundan ötürü ya da kendi ön kabullerine uygun düşmediği için zayıf hatta mevzû addedebilmektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm de pek çok âyet-i celîlede âyetlerin lafzının Arapça olduğunu -takdir edilir ki mânânın Arapça olması diye bir şey söz konusu olmayacaktır- bildirmekte(1), Arapça yani lafzı ile beraber inzâl edilen kelâm-ı İlâhî’nin ezberi ve muhafazası için peygamberin telaş etmemesi buyrulmakta(3) ve yine Kur’ân’ın lafzıyla alakalı pek çok unsura işaret etmektedir.

Tekrar Sahîh-i Buhârî’ye dönelim, ashâbtan bazı kimselerin vahyin ne’liğini merak ettiklerini ve bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sual yönelttiklerini görebiliyoruz. Mesela Hâris b. Hişâm (r.a.)’ın, ‘Yâ Resûlallah! Sana vahiy nasıl gelir?’ şeklindeki sualine Resûl-i Kibriya’nın, vahyin geliş şekilleri üzerinden bir cevap verdiği görülmektedir. O cevabın şu kısmı, Kur’ân lafzının peygambere ait olmadığı konusunda açık bir karine sunmaktadır: “Bazen çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o [ağırlık] hâli kalkınca [meleğin] bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazen melek bana bir insan suretinde gelir. Benimle konuşur. Bende söylediğini iyice bellerim.”(4)

Yine Sahîh-i Buhârî’de yer alan bir rivayet İbn Abbas (r.a.)’ın dilinden Kıyame Sûresi’nin 16. ayetinin tefsiri olarak bağlamında izahı görüyoruz: “Resûlullah (s.a.v.) inzâl edilen âyetler[in zabtı yüzün]den güçlük çeker ve bu [lafızları ezberleyip muhafaza etme telaşı]ndan dolayı çok kere mübarek dudaklarını kımıldatırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Ey habîb-i muhteremim, sana nâzil olan âyât-ı Kur’âniyye’yi nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl, tilâvetini tamamlamadan lisanını, dudaklarını hemen kımıldatıp durma. Kur’ân’ı sadrında cemetmek, sana tilâvet ettirmek bize aittir. Lisân-ı Cibrîl ile Kur’ân’ı sana okuduğumuzda sen yalnız dinle. Ondan sonra onu anlatıp belletmek yine bize aittir.”(5)

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üç senelik inzâl döneminin yirmi bir yılı boyunca Ramazan ayında gerçekleşen arza, vefat senesinin Ramazan’ında ise iki defa gerçekleşen arza-i ahirenin(6) mânâ mukabelesi olduğunu kim, hangi delile dayanarak beyan edebilir? Burada Kur’ân-ı Kerîm’in inzâl keyfiyeti hakkındaki sualleri, verilen cevapları, bu meseleye delâlet eden pasajları yani ilk muhatap kitlenin bu konudaki anlayışını gösteren rivayetleri tek tek aktarmamız gibi bir durumun olamayacağı aşikârdır. Fakat bunu bizden ziyade Kur’ân âyetlerinin kavl-i sarihini, ilk muhatap neslin anlayışı ile mukayyed gören, Kur’ân’ın anlam havzasına bu yolla mutlak bir hudud çizen ve bu kabulden hareketle bir nazariye teşebbüsüne girişenlerin tedkik ve takdim etmesi icap etmez miydi?

Aslında hemen fark edileceği üzere şimdiye değin yazdıklarımız, böylesi garip bir iddianın sathî nazarla akla getirdiği ilk düşüncelerden ibarettir. Konunun i’câzü’l-Kur’ân, tefsir usûlü, esbâb-ı Kur’ân ve daha da önemlisi kelâmî cepheden ciddi problemlere sebebiyet verdiği/vereceği; Kur’ân, vahiy, sıfatullah ve nihayetinde Zât-ı İlâhî hakkında gayr-i münasip düşüncelere sevk edebileceği aşikardır. Devamı gelecek…

Dipnotlar

1- Mustafa Öztürk, Kur’ân, Tefsir ve Usûl Üzerine, Ankara: Ankara Okulu, s. 55-56.

2-Yusuf, 12/2; Zuhruf, 43/3.

3-Kıyame, 75/16.

4-Buhârî, es-Sahîh, Bed’ü’l-Vahy, 1.

5-Meâl, Babanzâde Ahmed Naîm Efendi’ye aittir. Bkz. Babanzâde Ahmed Naîm, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhi, İstanbul: DİB, 2019, I, s. 27-28.

6-Buhârî, es-Sahîh, Bed’ü’l-Vahy, 5; Müslim, es-Sahîh, Fezâilü’s-Sahabe, 98, 99.

Aylık Dergisi Ocak 2021