İbadet ederken yapılan şeyler sanattır. Nerede güzellik varsa orada sanat vardır, nerede sanat yoksa orda çirkinlik vardır.

Ocak ayında AKM’de “İlhami Atalay Resim Sergisi” düzenlendi. 15 Ocak’a kadar süreceğinin duyurusu yapılan sergi, ciddi bir ziyaretçi akınına uğraması sebebiyle 22 Ocak’a kadar uzatıldı. Bizler de 35 tablonun yer aldığı sergiyi gezmeye karar verdik. Atalay’ın birbirinden ilginç resimleri farklı bir seremoni oluşturmuştu. Bazı okullar onlarca öğrencisiyle sergiye katıldı ve öğrenciler görevlilerin rehberliğinde resimleri inceledi. Yine Cemal Toy’un öğrencilerinden Hülya Hanım’ın Zoom üzerinden öğrencilere resimleri anlattığına da şahit olduk. Sergide Atalay’ın 1970’lerden bu yana gönül gözüyle çizdiği eserlerin çekimini yaptıktan sonra Aylık Baran Dergisi olarak sanatçıyla röportaj yapmaya karar verdik. İsmail Erdoğan vasıtasıyla ulaştığımız Atalay “Hemen gelin, sergide sizi bekliyorum” deyince hiç beklemeden yanına vardık. Ömrünü sanatına adamış olmasına karşın mütevazı bir kimlikle karşımıza çıkan büyük bir sanatçı ile karşı karşıya olduğumuzu yanına varınca anladık. Bizden önce başka bir muhabire verdiği röportajın sorularını başarılı bulmayan Atalay, sizin de sorularınız bu arkadaşlarınki kadar kötü olmasın dedi. “Merak etmeyin hocam gayet memnun olacaksınız” dedik. Röportaj yapılırken etrafımıza birçok kişi toplandı ve röportajı büyük bir alaka ile dinledi. Röportaj bittiğinde Atalay sorularımızdan memnun kaldığını belirtti. Yaşına rağmen ruhu son derece genç olan sanatçı, her haliyle gençlere de örnek teşkil ediyor. İnşallah AKM’den sonra Râmi Kütüphanesi gibi önemli mekânlarda ve büyük organizasyonlarda İlhami Atalay’ın çalışmalarına tekrar kavuşma imkânı buluruz.

Sanatı satırlara sığdırılamayacak bir sanatkâr olan İlhami Atalay’ın hayatını kısaca paylaştıktan sonra sizleri röportajımızla başbaşa bırakıyoruz.

***

İlhami Atalay Kimdir?

17 Ekim 1948’de Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya geldi. 1972 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdi. Aynı yıl ihtisas bursunu kazanarak Berlin’e gitti. 1973-1978 yılları arasında Berlin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ve Tatbiki Sanatlar Akademisi’nde resim ve duvar halıcılığı alanlarında ihtisasını tamamladı. 1975-1977 yılları arasında çeşitli ülkelerde resim, tekstil obje, duvar halısı sahalarında araştırma ve incelemelerde bulundu. Bir süre halı desinatörlüğü yapan sanatçı, 1983’te yeniden resim çalışmalarına başladı. 1984’te İlhami Atalay Sanat Galerisi’ni açtı. Burada çok sayıda öğrenci yetiştirdi. “Dinamizm” grubunu kurdu. Kendini tekrar etmeyen, her bir seride yeni bir kompozisyon, yeni bir üslup geliştiren İlhami Atalay’ın eserleri Türkiye’de ve dünyanın birçok kişisel ve karma sergisinde yer aldı. Birçok ödül sahibi olan İlhami Atalay, eşsiz eserleri ve yetiştirdiği talebeleri sebebiyle 2022 Necip Fazıl Kısakürek Saygı Ödülü ne layık görüldü.

***

Sanat denince akla resim, mimarî, musiki, edebiyat gibi güzel sanatlar geliyor. Ancak geniş manasıyla sanat neye taalluk eder. Bu doğrultuda sanata nasıl bakmalıyız?

Sanat demek, güzellik demektir… Çünkü insan güzele âşık olur, güzelde ne var? Sanat… Sanatta ne var? Ritim, ahenk, uyum, mesafe ve denge var… “Bize göre sanat nasıl ortaya çıkıyor” diye soracak olursanız, Hakk kendi Nur’undan Peygamber Efendimiz’i (s.a.v) yarattı. O’na hayranlıkla bakıp, muhabbet besliyor; O’nun güzelliğine hayran oluyor ve ruhlar ile cisimler âlemini yaratıyor… “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim. Beni bilebilecek insanlar, cinler ve bütün mahlukatı yarattım” buyuruyor. 88 bin âlemi de bir sanat sergisi gibi gözümüzün önünde sergiliyor. Bu “sergi”den, ilham, ibret alabileceğimiz bir şeyler var elbet. Zaten Allah, “Yarattıklarımdan, kâinattan ibret alıp, düşünün!” diye emrediyor, “Oku” buyuruyor. İlk emir “Oku”… Sanatın kaynağının aşk olduğunu, muhabbet olduğunu anladık öyleyse. Varlığın, yaratılışın temelinde aşk var… Aşk dolu yaratılmış objelere, aşk dolu gözlerle bakmak lâzım.

“Güzelliğin kaynağı da Allah’ın Cemal sıfatından…”

Güzelliğin kaynağı da, Cenab-ı Hakk’ın “Cemal” sıfatının hazinelerinden “bir katre”nin yeryüzüne saçılmasından ibarettir. Bir damla diyoruz… Bu katreden herkes, az-çok nasibini alıyor. Her insanda bir güzellik var… Her yaratılmışta bir güzellik var. Ama Cenab-ı Hakk, tüm bu güzellikleri sonunda geri alıyor… Her şeyin sahibi Allah… Bu dünyaya vermiş olduğu bütün nimetleri geri alacak, bu dünyada sonsuza kadar kalamayız. “Oku” diye emretmiş. “Oku” deyince, Kur’an okuyacaksan, Elif Ba’yı ezberlemen lazım. Kâinatı, görsel ayetleri de okuyabilmek için “estetik alfabe”ye ihtiyaç var. Yâni bakış, bakışını görüşünü değiştirmelisin… O gözü değiştirmen gerekiyor! İnsanın üç türlü gözü var. Fiziki, akıl ve kalp gözü… Basiret ve gönül gözü diyelim sonuncusuna… Fiziki göz ile her insan bakar… Ama boşluğa… Hiçbir şey görmez… Sanat talebelerime diyorum ki: “Bak, kalp gözüyle bakmayı öğren…” İki milimetre odak uzaklığı olan insanların çoğu boşluğa, telefona bakar. İbret almaz, bütün güzellikle karşısından geçer gider. İbretle, düşünerek, anlamaya çalışarak bakmalısın. Kalp gözüyle bakan insan, tefekkür eder. Kalp gözü demek, tefekkür demektir. “Bir anlık tefekkür etmek, yüz yıllık nafile ibadete bedeldir” demiş Peygamber Efendimiz.

“Kalp gözüyle bakana her şey tablo!”

Peki ibretli bakış nasıl olacak?

Mesela domates ekiyorsun. İnek, güvercin, koyun, tavuk gübresi koyuyorsun. Sonra o sana domates olarak geri dönüyor. Nasıl bu rengi alıyor, nasıl bu lezzeti veriyor? Aslında o gübrelerden beslendiğini, damarlarında onun suyunun dolaştığını düşünürsen, ibretle bakmış olursun… Bulutlara bakarsın, onların 150 ton su taşıdığına hayret edersin. O bulut, bir gökdelene çarpsa, yıkar geçer öyleyse bu hesaba göre? Yıkmıyor, pamuk gibi süzülüp gidiyor… Kalp gözüyle bakana her şey tablo… İbret verici olan her şey sanat oluyor. Gözlerimizi değiştirmemiz lâzım. Günlük yaşayışımızda, hiçbir zaman estetik algılarla hareket etmiyoruz. Gözümüzü estetik biçimde kullanmıyoruz. Güzelliğin değerini, anlamını bilmiyoruz. Boş, bomboş bakıyoruz. Bu mânâsız bakışlarımızla bir gün kör ve sağır olarak haşrolacağız. Cenab-ı Hakk, yarattıklarının üzerinde güzelliklerini saçmış… Bu güzellikler üzerinde düşünmemizi, ibret almamızı istiyor. Çiçekler bizim için açıyor, güneş bizim için doğuyor. Aşk dolu gözler bakmasa, o güneş kocaman cüssesiyle bizim için doğmaz, çiçekler açmaz. Allah, tenha yerlerde bile bir mor menekşe yaratıyor; kusursuz ve eksiksiz… Sanat, en büyük sanatkârı anlamaktan geçer. Asıl maksat, O’nu anlamamız, O’nun varlığını düşünmemiz. Alamet olsun diye 88 bin âlemi yaratmış. Doktor bu işin tıb kısmından anlayacak, biyologlar biyoloji kısmından bir şeyler öğrenecek, matematikçi ince hesapları kavrayabilecek, astrologlar astrolojiyle ilham alacak. İlime ve bilgiye değer veren milletler dünyada ilerlemiş. Ama ilime ve bilime değer vermeyen bizler elimizde Kur’an olduğu hâlde kör ve sağırız. Gerçekten biz okuduğumuzu anlamıyoruz. Sanattan en iyi anlaması gereken insanların Allah’a en yakın insanlar olması gerekmez mi? İman eden kimseler, Allah’ı yakinen hissederler. Allah’ı yakinen hisseden insanlar, nereye bakarsa baksın, hesabı, sanatı görürler. Allah’ı en iyi bilenlerin sanattan anlaması gerekirken, “Müslüman’ım” diyenler “sanattan anlamam” diye övünüyor. Bir Müslüman’ın sanattan anlamaması, ayıptır ayıp.

İslâm zaten başlı başına estetiği gözetmiyor mu?

Kur’an’da birçok ayet var, “sanattan anla” diye. “Görmüyor musun, bakmıyor musun ey kulum. Ben göğü nasıl yükseltmişim, direksiz olarak. Havada asılı güneş duruyor. Dağları nasıl dizmişim, yerleri nasıl döşemişim, deveyi nasıl yaratmışım? Bakmıyor musun? Kör gezme kulum. Bu güzelliklerin yanından geçip gidersen, yarın seni kör olarak haşrederim” diyor birçok yerde Hakk. Nice âmâ, “kör” insan var, bakandan iyi görüyor! Kalp gözü açık, gözü açık olandan iyi görüyor.

Peki bu idrak seviyesine nasıl ulaşılır?

Cenab-ı Hakk, “Ey hassas kullarım, ey iman edenler. Ey gönül sahipleri, akledin.” diye hitap ediyor değil mi? “Ey kaba ruhlu insanlar, ey zalimler.” demiyor. Güzel bakmak, güzele yormak lâzım. Dikkat etmek lâzım. İbret almamızı istiyor ki, kendisini anlayalım. Kendisini anlamamız için ibretli bakış lâzım. Kendini anlamazsan, olmaz. En başta kendini okumaya başlaman gerek. “Ben kimim, ben neyim, bu vücut bana mı ait?” diye düşünmen lâzım. Neye sahipsin? Kaç hücren var, kaç saçın var, damarlarında neler dolaşır, içinde ne olaylar gelişir bilmezsin. Bir tarafın kesilse sen mi tedavi ediyorsun? Bu parmağı pazarda bulabiliyor musun? Gözünü milyarlara satar mısın? Satmazsın. Demek ki, bu organları sana vermiş, onca nimet… “Sanat verdiğim bu vücut, bana aittir.” diyor. Her şey, O’na ait. Sana ait bir şeyin olmadığını anladığın zaman. Kendini hiçlik âleminde bulursun. Hiçlik âlemiyle uğraştığın zaman gerçekten var olursun. “Ben ben” diyorsun ya, benlikten kurtulmadığın müddetçe olmaz. Halbuki bu nefs perdesinden kurtulursan, nereye bakarsan O’nu görürsün. İnsanın kalbinde ne varsa, gözü de onu görür.

Biz fıtraten güzeli görmeye, duymaya ayarlıyız. Demek ki, perdelerimiz var. O engelleri aşmamız lâzım ki, salih bir bakışa sahip olalım.

Zaten insanın yaratılışındaki amaç, kendini bulması. İnsanın kendini bulması, Allah’ı bulması demek. Öbür türlü boşa çiğnemiş olursun bu dünyayı.

Rabb’imiz, “İnsan neyi biriktirdiğine bir baksın” diye buyuruyor ya… Gördüklerimiz, duyduklarımızla hep bir şey biriktiriyoruz. Bunlar da rahmanî veya şeytanî melekelerimizi geliştiriyor. Şimdiki zaman dilimimizde, bu “kirlenme”nin önüne geçmek, salim noktaya ulaşabilmek için ne yapmalı?

Eskiden sokakta yürüyenler saygılı ve gurursuz, yere bakarak geçer giderlermiş. Sen günaha girmemek için fazla sağa-sola bakma. Yere bakarak yürü. (Atalay burada espri yaptığı için gülüyor) Yâni, Allah’ı düşünmek gerek, gafil yakalanmamak gerek. Anladın mı? Her an, O’nu görüyormuş gibi hareket etmeye çabalamalı. İbadet ederken de böyle, dışarıdayken de böyle. Fark etmez yani. “Nerede olursanız olun, size şah damarınızdan daha yakınım”, “Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım” diye buyuruyor. “Rabb’ini bilen, kendini bilir” diyor. Kendini okumak lâzım. Kendine ait ne var? Hiçbir şey. Sakalın beyazlamış, demek ki sendeki bu güzellikleri geri alıyor Yaradan. Gücünü, takatını alacak. Bedenini de alacak. Hiçbir şey kalmayacak sana ait. Hatamız da burada… Allah’ın varlığının dışında hiçbir varlık yoktur. Allah’tan başka hiçbir mevcut yoktur diyoruz değil mi? Allah başlangıç ve sondur. Gizli-aşikâr O’dur. “Ben mekanların mekanıyım” dediğine göre, bizi her yönden kuşatmış olduğuna göre… Kalbimizden geçeni Allah bilmez mi? O’na gizli bir şey yoktur. Damarlarına, hücrelerine varana kadar her şeyini kapsamış Allah. O’nun elindesin… Sana ruh vermemiş olsa, bakamazsın, göremezsin hiçbir şeyi. Allah’a mekân atfedemiyoruz, çünkü “mekanların mekanıyım” diyor. Münezzeh değil mi? Kendine bir mekân tanıyorsun. O’na göre secde ediyorsun. O’ndan geldik, O’na döneceğiz diyorsun. Muhyiddin Arabî diyor ki, “Peki şu an neredeyiz?” Allah’ın mekânının dışında olduğunu düşünüyorsan, şirk koşuyorsun demektir. Allah’ın dışında birer varlık değiliz. Kendimize farklı bir benlik tanımamalıyız, tanıyorsak da o şeyden kurtulmalıyız. Alnını secdeye koyduğun zaman, “Ben ben değilim, bir sen varsın” diyeceksin. “Yokluk”tan kastımız da bu. Yok olmak, “ölmeden önce ölmek” bu.

“Beni bende demen, bende değilim

Bir ben vardır bende, benden içeru

Beni benden alana ermez elim

Kim kadem basa Sultandan içeru

Süleyman kuş dilin bilir dediler

Süleyman var, Süleyman'dan içeru”

Demiş Yunus Emre…

“Nerede güzellik varsa, orada sanat vardır”

Abdülkadir Geylani Hazretlerinin “İbadet sanattır” ifadesinde ne kastediliyor?

İbadet etmenin ciddiyetinin sanat olduğunu ifade ediyor. İbadet ederken yapılan şeyler sanattır. Böyle bakarsak yemek yemek de bir sanattır, yemek yapmak da bir sanattır. Nerede güzellik varsa orada sanat vardır, nerede sanat yoksa orda çirkinlik vardır. Sanatsız hiçbir şey güzel olmaz. Mesela nar taneleri kendi kendine dizilmez. Akılsız olarak sanat olmaz. Gözle ilgili bir bilgi olmadan göz yaratılamaz. Akıl dolu olan, akıl kutusu olan beyni yaratmak için akıl lazım. Mevzubahis tablomun ismi de budur. "Bu aklın yaptığına şaşmak akıl değildir. Akıllar yaratan aklı bilmeyen akıl, akıl değildir." diyor değil mi? İşte bir şey yaratılmışsa onu mutlaka yaratan var. Şimdi profesörler ve sanat hocaları, en fazla Allah’a yakın olması ve en fazla sanatı anlamaları gerekirken en azılı düşmanlar oluyor. Çok enteresan bir şey, yüzde doksanı inkârcı oluyor. Neden? İlginç değil mi? Sanatkâr olmak için en büyük sanatkârı önceden tanımak, anlamak lazım, ki tenha, hiç kimsenin görmeyeceği yerlerde mükemmel olarak bir çiçek yaratıyor. Bir hayvana bacak yaratıyor, hasarsız ve mükemmel şekilde. Bunu kimse görecek veya görmeyecek diye düşünmüyor. Kimse övecek veya övmeyecek diye düşünmüyor. Kendi sanatını göstermek için eksiksiz ve kusursuz olarak yaratıyor. Bir hata bulamayız. Bir böcekte hata bulabiliyor muyuz? Tek başına sivrisinek Allah’ın varlığını anlamak için bir örnektir. Biz kör sinek deriz ama uzaktan kokumuzu alıyor, geliyor sokuyor, kanımızı emiyor. Onun ne kadar mükemmel bir sondaj makinesi olduğunu düşünmemiz lazım. O sivrisineğin sindirim sistemi var, solunum sistemi var… O küçük cismiyle, o nazik ayaklarla gelip bizi buluyor.

İnsan neden güzele ihtiyaç duyar ve güzel karşısında estetik heyecan duyar?

İnsanın yaratılışında altın-ilahi oranlar vardır. “İnsanı, kendi suretim üzerinde yarattım” diyor Cenabı Hak; kendi sıfatlarından sekiz sıfatı bize vermiş: hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelam ve tekvin diye. Bu sekiz sıfatla bizi yeryüzünde kendisine halife kılmış. İnsanın yaratılışında aşk var, sanat var, DNA’sında ilahi oranlar var. Bu oranlara sahip olan insanın güzellikler karşısında kör olması, geçip gitmesi mümkün değil. Güzelliklere karşı dayanamaz ve görür. Zaten insan saniyenin milyonda birinde bir şey gördüğü zaman güzel mi çirkin mi anlar. Her insanın akademiye gitmesi gerekmez, insan güzellikten anlıyor. Yemeğin, kadının ve sesin güzelinden anlıyor. Yani “güzellikten anlamam” diyebilir mi ki bu adam, diyemez. Ama “niçin güzeldir” diye sorduğumda, işte o zaman akademiye gitmesi lazım. Sanat eğitimi görmesi veya bir ustadan ders alması lazım. “Bir şey niçin güzel olur, nasıl güzel olur veya en güzel nasıl olur” diye bunları öğrenmek istiyorsa bir hocadan ders alması gerekiyor. Tabii her insanın da sanatkâr olması gerekmez. Mesela “karnım ağrıyor, başım ağrıyor” dediğinde doktora gidiyorsun, doktor diyor ki bu sebepten dolayı senin başın ağrıyor, karnın ağrıyor ama herkesin doktor olması gerekmiyor. Bunun gibi herkesin de ressam olması gerekmez.

Bu kadar çirkine maruz kalan bir toplumun güzeli hissedebilmesi mümkün mü acaba?

Bu millet gerçek sanat faaliyetlerine susamış. Burada bir sergi açtım, böyle bir ilgi daha şimdiye kadar görülmemiş olduğundan bir hafta uzattılar sergi süresini. Şimdiye kadar böyle bir şey olmamış. Şimdiye kadar insanlar hep çirkin şeyler görmeye alışmış, çirkinlikler sergilenmiş, çirkin ve güzelin arasını açmışlar. Zamanımızdaki sanatkârlar, Batı emperyalizmin kültür emperyalizminin etkisinde oldukları için onlardaki sanatı moda diye taşıyorlar.

“Benim açtığım sergi birçok gence ilham olacak”

Siz, doğru gösterildiğinde, güzel uyanıyor mu diyorsunuz?

Güzel uyanacak, benim açtığım sergi de birçok gence ilham olacak. Bu bir çığırdır. Burada bir sergiyi açmak da bir mucize. Benim on tane salonu daha dolduracak tablom var. Ancak her seriden ikişer-üçer tane örnek koyabiliyorum. Yoksa bu salon bana yeter mi? Ama başkası da bu salonu bu şekilde dolduramaz.

Albümleriniz hangi başlıklar altında?

Bunlar benim 75 yaş sergim, burada değişik serilerden örnekler var. Mesela zikir serisi var, ağaçların zikrini gösteren seriler var. Dağların ve ağaçlarının zikri var. Anadolu insanlarından etkilenerek yaptığım seri var. Onlardan iki-üç tane örnek var. Hiçlik serisi var. Bir insanın kendini “hiç” hissettikten sonra yapabileceği tablolar cinsinden hiçlik serisi... Kartalların dönüşü serisi var. Hiç figür olmadan bir tablo nasıl yapılır diye düşünerek yaptığım bir seri var. Birlik serisi var. Herhangi bir objeyi merkeze alıp, vurucu ilk etkiyi yaptıktan sonra fonunda birbiriyle hiç ilgisi olmayan objelerin onu destekleyen, birliği sağlayan bir seri var. Buradaki felsefe şu: Bir insan kendini dünyada yalnız hissedebiliyor ama hiçbir zaman yalnız değil; yanında karıncalar var, sinekler var, uçuşan arılar var; uzakta köpek havlıyor, kurbağalar ötüyor. Bütün bunlarla insanın bağlantısı var. Uzaktaki ay ile gezegenlerle insanın bağlantısı var, yıldızlarla bağlantısı var. Bu dünyanın içinde insan hiçbir zaman yalnız değil, mikro organizmalar var. Birçok âlemler var insanın etrafında ve bu alemler içinde bir âlem olduğunu bilmesi lazım. Bu düşünceyle üretiyorum.

Resimler diyalektik halinde mi sergiye koyuldu yoksa karışık bir şekilde mi?

İlk başları diyalektik halde sonrakiler karışık bir şekilde koyuldu.

Üstad Necip Fazıl sanat ve estetik anlayışına tabi olmayı “dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak” olarak formüle ediyor. Bu tam anlamıyla nasıl olmalı?

Lezzete göre dudak olmalı. Demek ki sanat eserinde sunduğumuz şeyleri anlayabilecek, lezzeti tadabilecek, bu estetik hazzı alabilecek insanlara ihtiyacımız var. Ancak bu seyirciyi çoğaltamazsın. Türkiye’de birçok insan boşluğa bakar. Sanata bakmaz, güzellikler ile ilgilenmez insanlar. İnsan olabilmesi için yediğinin içtiğinin rengini, kokusunu, nereden geldiğini, nasıl geldiğini, ne şekilde geldiğini düşünmesi lazım. Bir tavuk yumurta yapıyor sana ama o yumurta yaparken senin için ne sancılar çektiğini düşünmen lazım. İbretlik olarak her şeyi düşünürsen, daha çok insan olursun, yani insan hissedebiliyorsa insandır. Hissedilmeyen insanın kayadan taştan farkı olmaz. Aşksız gönül taş gibidir, sevmek güzeldir. Taşlaşmış gönülden pınarlar akmaz, sanat ortaya çıkmaz, sevgisiz ot bile bitmez. Sevgilisinden uzak kalanın kalbi hüzünlenir. Bir daha güneş doğmayacak gibi kendini karanlıkta, yoklukta hisseder. Onun için sevmek lazım. Sevmeden bir şey olmaz.

Buradaki resimler zevken idrak halinde çıkan yani gönülden, kalpten çıkan resimler, haliyle insanlar bunlara maruz kalmadığı, görmediği için anlamakta da zorlanıyorlar.

İnsan ne kadar hissedebiliyorsa o kadar çok insandır, hissetmeyen insan, ölü gibidir. Ölüye sorsanız ki hissediyor musun? Sıcağı soğuğu hissediyor musun? Hissetmez. Hissedebilmek için canlı olmak lazım. Olaylar karşısında canlı, diri olmak lazım. Sanatkâr demek, aşk, heyecan, ilham ve enerji yüklü insan olup o enerjiyi insanlara aksettirebilmek demektir. Ama sanatkâr öyle ot gibi kolay yetişmiyor.

“Sanatsız yaşanabileceğine inanan bir topluluk var ortada”

Sanatın ölçüsü bizim zevkimiz mi olmalı yoksa sanatın ölçüsünü besleyen başka unsurlar da var mı?

Başka unsurlar vardır tabii. Bizim milletimizin zevki kaybolmuştur. Batı eğitiminden, Batı kültür emperyalizminden sonra milletimizin takdir gücü, güzellikten anlama ölçüleri kaybolmuştur. Sanatın içinde olan bir millet yedi kat sanata yabancılaşmış, sanattan estetikten anlamaz olmuş, kaba ruhlu, sanata ihtiyaç duymayan, sanatkâra ihtiyaç duymayan, sanatsız yaşanabileceğine inanan bir topluluk var ortada. Bu topluluk öyle kolay kolay 80 senede değişmez diye hissediyordum; ama son zamanlarda bana bu sergi imkânını tanıdıklarına göre, ödüller vermeye başladıklarına göre demek ki resme ve sanata karşı sanki bir uyanma olduğu hissi doğdu bende. Gruplar halinde geliyor insanlar sergiye. Girişleri kapatıyorlar, sabote ediyorlar sergiyi kimse girmesin diye ama gene de insanlar geliyor. Gerçek sanat faaliyetlerine yaklaşıldığında herkeste bir heyecan olmaya başlıyor. Yani benden resim dersi almak isteyen çoğalıyor. Çünkü sanatkâr olmak isteyen artıyor. Ufak çocuklar daha çok ilgi gösteriyor. Benim manyetik alanıma giren kim varsa sanatkâr olmak istiyor.

“Resimlerim, insanlarda resim yapma heyecanını uyandırıyor”

Ben milletin içinde bu tabloları yaptım. 33 sene galeri yürüttüm. O galerinin ortasında çalıştığım herkes buna şahit. İnsanların içinde çalışırken etrafımda turistler, insanlar seyrediyordu. Benle vedalaşan turistler ve insanlar diyordu ki, “Evime geldim ve hemen başlayacağım.” Demek ki insanlarda resim yapma heyecanını uyandırıyor. Şimdi ben hafta sonunda ders veriyorum. Yani çok ısrar ettiler de ders veriyorum. Daha hiç hayatında resim yapmamış insanlar resim çalışıyor. Demek ki sanatın halka inmesi lazım. Halkın içinde olması lazım. Bunun için yetkililerden çok yer istedim ama böyle bir imkân tanımadılar. Öyle bir imkân tanımış olsalar “Savunma sanayinde nasıl hamleler yapılmışsa biz de sanatta benzerini yapardık.” dedim. “Fatih Sultan Mehmet sağ olsaydı” dedim belediye başkanına “Bana geniş imkanlar verirdi. ‘Al bu bina senin olsun. Burada bir sürü talebe yetiştir.’ derdi. Ben 75 yaşına gelmişim, bundan sonra ne yapacağım? Ben bir şey istemiyorum ama gençler resim yapmak, benden resim dersi almak istiyorlar. Bir şeyler öğrenmek istiyorlar, heyecan var, gençlerde aşk var.” O da bana “Sen önce bir öl, tablolarını belediyeye hibe et. Biz hibeyle senin müzeni açarız.” diyor. Ben öldükten sonra bana müze açsan ne olur? Yani sanatkârın ölüsü makbuldür diyorlar. Sanatkârın dirisine kimse önem vermiyor. Sanatkârın ölüsüne değer veriyor insanlar.

“Batı, sanatı sömürge aracı olarak kullanıyor”

Batı her açıdan kendi bâtıl davasını süsler ve insanları bu yolla aldatırken biz kendi sanat anlayışımızı nasıl bir tavırla ve neye nisbet ederek göstermeliyiz?

Şimdi Batı emperyalizmi, başka ülkeler üzerinde hakimiyetini kurabilmek, ülkeleri kendine sömürge yapabilmek ve onun kanını emmek için kendi sanatını, kültürünü yaymaya çalışıyor. Bizim gençler niye akademiye gidiyor? Batılı ressamların hayat hikayesini okuyup bohem takılmak, çatlayana kadar içmek, genç kızlarla düşüp kalkmak, pipoyu ağzına yandan takıp sanatkâr görünmek için gidiyor. Senede 3 bin kişi mezun oluyor akademilerden ama bir tane sanatkâr yetişmiyor. Eğitimin yanlışlığına bak! Çünkü bizim gençlerimiz Batılı ressamların hayat hikayelerini okuyor; mesela “kulağımı kesersem sanatkâr olurum”, “burnumu kesersem sanatkâr olurum” diye düşünüyor. Sanatın insanın aklını, yüreğini etkileme gücü var. Batılı, sanatın gücünü biliyor; bu gücü bilen emperyalist ülkeler, başka ülkeler üzerinde hakimiyetlerini kurmak için sanatı sömürge aracı olarak kullanıyor. Avrupa’da her şey alaturka iken biz onların esiri olduk. Her şey alafrangaya döndü. Piyano çalmasını bilmeyen, dans etmesini bilmeyen, eteğinin nasıl öpüleceğini bilmeyen, Fransızca konuşmasını bilmeyen evde kalıyor. Resmen Fransa'dan Hristiyan mürebbiyeler getirdik bizim gençlerimizi Hristiyanlaştırsınlar diye. “Biz Hristiyanlaşmazsak Batılı olamayız” anlayışı hâkim oldu. 16. yüzyıldan sonraki ekonomik gerilemenin oluşturduğu aşağılık komplesi ile tuvaleti, tahareti olmayan Fransız kültürüne bizi mahkûm etti. Böylece bir Osmanlı içinde asilzade sınıfı oluştu. Bu asilzade sınıfı tepeden inme halka baskı yaparak Batı kültürünü yaymaya başladı.

“Sanatı olmayan bir millet tarihte uzun süre kalamaz”

Kompleksli bir sınıf oluştu…

Evet kompleksli bir sınıf oluştu. Biz kendi kültürümüzü kaybettik ve Batı’nın da ağırlığı altında eziliyoruz. Batı’ya olan hayranlığın sonucunda Batılı sanatçılara dediler ki, “Siz bir şey bulun yapın, ne yaparsanız biz de onu yaparız!” Böyle bir anlayış hâkim. Biz bu anlayışı yıkabilmek için önce sanatkârlarımızın şuurlanması lazım. Şuurlu sanatkarların ortaya çıkması lazım. Bizim Batılı sanatçılardan ne farkımız var bunu ortaya koymamız lazım. Mesela Osman Hamdi asilzade sınıfından yetişmiş, hukuk tahsili için Avrupa’ya gitmiş, sonra dışarıdan ressam görünerek gelmiş. Kendisini Osmanlı sınıfından düşünen Sakızlı Rum Ethem Paşa'nın devşirme oğludur ve kendi Rum kültürünü muhafaza etmek için arkeoloji müzesini kurmuştur. Onun yanında da akademinin içinde padişahların savaş tabloları, el yazması eserler, hat sanatları gibi örnekler varken Avrupa kültürüne göre bir akademi yapamayacakları için akademiyi yaktılar. Bazı eserler kalınca tekrar yaktılar. Ondan sonra o eserler ortadan yok olunca arkeoloji müzesinden heykellerin kopyasını doldurdular akademiye, Yunan heykellerinin gölgesinde bir eğitim sürdürülmeye başladı. Ondan sonra da eski Yunan'da güzel sanatların sembolü olan baykuşu… Bizim güzel sanatlar akademisini alarak Yunan akademisindeki çalışma tarzını getirdiler; yani çıplak model vs. İslam ülkesinde çıplak modele neden ihtiyaç duyulur? Fakat Yunan sanatında insan ilahlaştırılan ve tapılan bir varlık olduğu için resimleri de o şekilde yaparlar. İslam sanatkârı için insan bedeninin o kadar önemi yok. Her şeyin üstünde Allah vardır ve bu sebepten ölçülü hareket ederiz. Mesela Âdem ile Havva anamızın çıplak resimlerini yapamazsın. Mesela Davut Aleyhisselam'ın heykelini çıplak ve sakalsız olarak yapmış. Bunlar İslâm sanatında yoktur.

Onlar kendi tasavvurlarındaki peygamberi çizmişler aslında.

Evet. Bu ressamlar bir taassup içinde ve kilisenin desteğiyle hareket ediyor. Kilisenin desteği olmasa zaten sanat yapamayacaklar. O sebeple insanların tapınması için putlar üretiyorlar. Mesela Âdem Aleyhisselam'ın yaratılışı tablosunda elini uzatan ihtiyar güya Allah. Bize göre Allah ne ihtiyarlar ne de suret alır. Çok farklıyız bunlardan, bu yüzden biz farklılıklarımızı görmeliyiz.

Hiçbir kurala, ölçüye riayet edilmiyor…

Bunlar kural tanımaz ama bizim sanatkâr olarak sorumluluğumuz var, millet olarak sorumluluklarımız var. Biz sanata Batılılar gibi bakmadığımız için, put yapmadığımız için, Allah'ın resmini, peygamberin resmini yapmadığımız için “İslam'da sanat yoktur, İslam'da resim yasağı vardır” diyorlar. Aslında bunlar hep Müslümanları sanatsız bırakmak için söylenen sözler. Sanatsız olan bir millet yok olmaya mahkûmdur. Sanatı olmayan bir millet tarihte uzun süre kalamaz. Şimdi savunma sanayiinde vs. sahalarda ilerliyoruz; sanat sahasında da büyük yatırımlar olmalı. Çünkü medeniyetler sanatlarıyla tanınır. AB, ABD neden Yunanlılara destek oluyor? Çünkü kendi kültürlerinin temelinde eski Yunan kültürü yatıyor. Bu kültürle dünyaya hâkim olmaya çalışıyor, dünyayı kendisine çekebiliyor.

Ecdadın sanat anlayışı bir bakıma inancın eyleme dönüşmüş hali değil mi?

Elbette, sanat anlayışımızın eyleme dönüştüğü dönemler oldu; fakat Batı emperyalizmin etkisine girdiğimizden beri zihnimizi Batı’ya adapte etmişiz. Batı yönünü nereye çevirirse biz de oraya çeviriyoruz, onları taklit ediyoruz. Bu sebepten de Batı pençesini bizden hiç çekmiyor.

“Tiyatromuz da Batı kültüründen kurtulmuş değil!”

Şimdi de kültür ve sanata dair çok fazla bir şey yok. Kültür-sanat faaliyeti dediğimiz şey resim veya tiyatrodan, birkaç restorasyondan ibaret sanılıyor. Bugün gazetelerin kültür-sanat sayfaları bomboş.

Maalesef öyle. Tiyatromuz da Batı kültüründen kurtulmuş değil. Hala sahnelerde Midas’ın Kulakları, Mikado’nun Çöplüğü, Romeo ve Juliet, Şekspir gibi eserler sahneleniyor. Bizim kendimize ait tam manasıyla yerli tiyatromuz yok. Hâlâ her şeye Batı’nın gözüyle bakıyoruz. Ölçü hâlâ Batı.

“Yenilik yoksa sanat da yoktur”

Salih Mirzabeyoğlu da hat sanatıyla resim sanatını terkip ederek yeni bir yorumda bulunuyor.

Bu şekilde bir çıkış da olabilir. Hat gibi geleneksel sanatlarda bir yenilik yapılamıyor. Geleneksel sanatlar genellikle yenilik istemiyor, geleneksel sanatlarda bir kendi ekseni etrafında dönme var. Sanatın ruhunda yenilikçi olmak şart. Yenilik yoksa sanat da yoktur. Sanatkârın sürekli ileri gitmesi lazım. Ben şimdi resimlerime bakıyorum, bunlar benim için çoktan geçmiş şeyler diyorum. Bunlar artık eskidi, yeniyi arıyorum sürekli. Her eserimde bir yenilik düşünüyor bir felsefe oluşturuyorum. Sanatın felsefesi olmalı. Biz hâlâ sanatın felsefesini bile Batı’dan alıyoruz; kavramsal sanat, sanal sanat vs. Sizin sanal dediğiniz hayali olan, gerçek olmayan. NTF’ye koydukları bir iki motifle insanları oyalayıp duruyorlar. Bir de bunları milyon dolarlara satıyorlar. Sanal dünyayla kendilerini aldatıyorlar, bizi de oraya çekmeye çalışıyorlar. Bu sanal dünyada sanal araziler, sanal evler, sanal resimler alıyorlar; sonu ise hayal kırıklığı. Kavramsal sanat da bize ait bir kavram değil. Kendi kavramlarımızı oluşturmak zorundayız. Mesela birlik, sonsuzluk, vahdet gibi kavramlar bize ait. Batı’da sanat bunalıma girdiği için kavramsal sanat diyor. Sanat yok ortada ama kavram var. Mesela talebemin biri kavramsal sanat yapıyor, gidiyor Çifte Minareler’e balon asıyor, sonra balonlar patlıyor. Bu kadar, ortada bir şey yok. Yörükleri incelemek için Toroslara gittiğimde yolda yere uzanmış beş genç gördüm. El ele tutuşmuşlar, kavramsal sanat yapıyorlarmış. Hızla gelen kamyon hepsini çiğnedi geçti. Demek ki zamanın kamyonu böyle şeyleri ezip geçiyor. Zaten kavramsal sanat denen şeyden geriye hiçbir şey kalmıyor. Kalıcı bir eser bırakılmıyor. Ressam dediğin ortaya da kalıcı bir eser koyar. Ortaya koyduğun eseri de sürekli aşma halinde olacaksın. Eseri olmayanın yerinde yeller eser. Bir eser ortaya koyamadıktan sonra, kalıcı bir şey ortaya koyamadıktan sonra, senden sonra yetişen nesil nasıl ilham alacak, ilerleyecek, yeni eserler meydana getirecek?

Salih Mirzabeyoğlu’nun 1979 yılında çıkardığı Akıncı Güç dergisinin 2. sayısında sizin hakkınızda bir iktibas haber, 8. sayısında ise “Sanat, Sanatçı İnsanımız” başlıklı bir yazı kaleme alınmış. Ayrıca sizin de serginizin haberi yapılmış. Yine o sayfada sizin Akıncılar isimli tablonuzun da fotoğrafı yer almış. Hatırlıyor musunuz o zamanları?

Evet, 1979 yılında İstanbul İş Sanat Galerisinde “Yeni Dinamizm” manifestosuyla “Hareket ve Zaman” konulu 119 resimden oluşan bir sergi açmıştım. Tabii o zaman o tabloları akademiye sokmadılar. Ve o tablolar 2 saat boyunca yağmurda ıslandılar. Asistanlık imtihanında tablolarımı sergilemek istedim buna izin vermediler. Beyoğlu Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Akıncılar tablosu sebebiyle sergimi kapattılar. Jüriyi çağırdılar ve resimde mesajlar var yani sarık, hilal, Osmanlı-Türk ordusu bulunuyor diyerek izin vermediler. Zaten sıkı yönetim de vardı. Bir de “Yeni Dinamizm” diye bir manifesto yayınladım. “Estetiğimiz uyanış, silkinme ve uyuşukluğun karşısında hareketlilik, coşku ve heyecanın ifadesidir. Sanat ve cemiyet hayatına çöreklenmiş her türlü gevşekliğe, tembelliğe ve sefalete karşı gönüllerde uyanan taze bir heyecan, bir diriliş akımıdır. Sanatkâr duyarlılığımızla toplumsal rolümüzü hatırlayarak birlik halinde bir şeyler gerçekleştirmek arzusunun verdiği iç huzursuzluktur. Medeniyetimizin Batı kültürü karşısında geçirdiği değişim ve etkileşim sonucunda meydana gelen yozlaşma bütün hızıyla devam ederken, umutsuzluğa düşmeden cesaret ve medeniyetimizin yeniden biçimlenmesindeki sorumluluğumuzu unutmamaktır. Kafasının suni, sahte değerlerin evrensel değerler olarak tanıtıldığı kültürel düzlemdeki bu yoğun bayağılaşma sürecinde sanatımıza evrensel boyut kazandırmaktır.” diye devam eden on sayfalık bir manifestoydu.

Güzel sohbet için teşekkür ederiz hocam.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 12. Sayı, Şubat 2023