İlk olarak sizi tanıyabilir miyiz?

1950 Mardin doğumluyum. Liseye Mardin İmam-Hatip okulunda başladım ve Mardin Lisesi’nde bitirdim. 1969’da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden sonra İs. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldum. Bir müddet Sarı Beyazıt Camii’nde imamlık, Bakırköy Lisesi’nde öğretmenlik görevinde bulundum. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nde İslam Tarihi asistanlığı, Edebiyat Fakültesi’nde Ortaçağ Tarihi asistanlığından profesörlüğe kadar oradaydım. 28 Şubat’ta görevime son verildi. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken başörtülü kızlarımıza verdiğim destekten dolayı... On yıl sonra Danıştay tarafından alınan kararla geri döndüm. 2009-14 arası aynı fakültede bulundum. Daha sonra İslami İlimler Fakültesi’ni kurmak üzere Mardin’e gittim. 2015’ten bu yana Mardin Artuklu Üniversitesi rektörlüğünü yapmaktayım. Akademik camia 28 Şubat döneminde Kemalist zihniyetin etkisi altındaydı. Şu an ise sayısı 114 olan devlet üniversitelerimizde bizim gönül ve zihniyetimizde olan en az yüz tanesinde insanımız vardır diyebiliriz. Hayatımız İslami camia içinde geçti. Üstadlarımızın eserlerini okuyarak büyüdük. Siyasi faaliyetlerinde Erbakan hocanın çevresinde bulunduk. MSP gençlik kollarındayken Mardin’de ve Üsküdar’da sorumluluk aldım.

28 Şubat sürecinde yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

Bu süreçte akademik çalışmalarıma devam ettim. Bir vakıf bünyesinde doktora öğrencileriyle ilgilendim. O arada dönemin Devlet Güvenlik mahkemesi hakkımda iddianame hazırlayıp takibe aldı. Ben de, Yozgatlı ve Kayserili arkadaşlarımın kurduğu Rotterdam İslam Üniversitesi’nde ilahiyat fakültesi dekanlığı yapmak üzere Hollanda’ya gittim. O üniversite çökünce birkaç arkadaş Avrupa İslam Üniversitesi’ni kurduk. Bu üniversitede İslami İlimler, Diller ve Medeniyetler ve Arap dili fakültelerini kurduk. 2 buçuk yıl bu fakülteyi çalıştırdım. 2003’te siyasi iktidar değişince ülkeye döndüm. Çeşitli vakıf ve derneklerde yöneticilik yaptım. Bu on yıl içinde daha çok Kudüs’le ilgilendim. Bu davaya gönül verdik. 2006’dan itibaren 2011’e kadar merkezi Beyrut’taki Kudüs Müessesesi adlı kuruluşun 4 yıl mütevelli heyetinde bulundum. Kudüs ve Filistin’e Yardım Birliği adı altında uluslararası bir kuruluş oluşturduk. Başkanı Mısır Meclis başkanı olan bu kuruluşta ikinci başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Bunun yanında çeşitli dergilerde yazdım.

 Laikçi Zihniyetle Dinî Eğitim Verilemez”

İlahiyatçı çevrelerden bazı isimlerin yaptığı çıkışları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçenlerde bu hususta bir yerde konuşmam oldu. Dedim ki, ilahiyat kökenli veya halen ilahiyat fakültelerinde görev yapan hocaların bir kısmında, müslüman toplumun kafasını karıştıran, inancına zıt ve aykırı çıkışlar yapılıyor. Bu zihniyet modernizm adına nasları ve hadisleri farklı biçimlerde yorumluyor. Ancak 2012’nin sonundan bugüne kadar Mardin İlahiyat Fakültesi’nin dekanlığını yapan biri olarak bulunduğum ilahiyatçı dekanlar toplantısında da bahsettiğiniz anlamda belli hocaların varlığı söz konusuydu. Azınlıkta kalan bu tür hocaların hakkında, “ya Rabbi bunların yüzünden bizi helak eder misin?” ayetini sürekli söylerim. Allah muhafaza.

Size göre de sesleri fazla çıkıyor mu?

Neden sesleri çok çıkıyor; söyleyeyim. Bizim sahih fıkıh ve hadis anlayışını, usulünü medyada anlattığınız zaman kimsenin dikkatini çekmiyor. Ama “şu hadis yoktur” diye veya namaz, oruç hakkında birtakım inkarcı söylemler esas meseleler olursa asıl mesele bypass ediliyor. Bu yüzde 5’lik aykırı kesim sansasyona yol açıp dikkat çekiyor. Melekler, kabir azabı, cehennem veya cennet hakkında ileri-geri konuşmalar ilahiyatın tamamını töhmet altında bırakamaz. Mardin’de yerli-yabancı 57 hoca var. Bunlar arasında bir tane bu tür zihniyete sahip hoca bulamazsınız mesela...

Özellikle FETÖ’nün iç yüzünün açığa çıkışıyla birlikte oluşan hassasiyetten dolayı soruyorum?

Haklısınız, milletin korkması normal. Dolayısıyla bazı vakıf ve derneklerin vermekte olduğu eğitim hakkında şahsen endişelerim var.

Ne gibi endişeler?

Çığırından çıkmış bir tablo söz konusu. Başta bu FETÖ olmak üzere, zamanla yaygınlaşmış bu kuruluşların dini eğitimde kendilerini merkeze alan anlayışı dayatınca, ortaya vakıf, dernek, cemaat veya tarikat sayısı kadar İslami anlayış çıkıyor. Bu ise toplumda ciddi ihtilaflara sebebiyet veriyor. İnsanımızın birlik duygusunu zayıflatıyor. Dinî eğitimde laikçi anlayış da buna imkân tanıyor. Dinî eğitimde, İmam-Hatip ve sonrasında İlahiyat Fakülteleri’nde hoca yetişmeli, daha sonra Diyanet tarafından ilgili kurumlarda istihdam edilmeli. Sahih bir anlayış böyle müşterek çalışmalarla mümkün olur düşüncesindeyim. FETÖ benzeri grup ve yapıların varlığına da böylece ihtiyaç duyulmaz. İmam-ı Azam’ın Fıkh’ul Ekberi’nden başlayıp, Kütüb-ü Sitte, sahih hadis ve sîret kitapları esas alınmalıdır. Ömer Nasuhi Bilmen’e kadar... Bir de bu hususta yaşanan ihtilaflarda “fer’iyyat” ayrıdır, “füruat” ayrıdır. Dinin füruu ve usulü bakımından söylüyorum. Yani fıkıhta, “usul-ü fıkıh” ile “füru-u fıkıh” meseleleri ayrı ele alınır. Namaz, oruç, hac, nikâh gibi hayatın ilgilendiren başlıklar fıkhın füruundan sayılır. Usûl ve kaideler bellidir. İstihsan, istihsal, sedd’ül zerai vb. Fürû ile teferruat ayırdedilmeli.

Yani füru, teferruata göre asıl oluyor?

Elbette. Mesela namazda ihtilaf yoktur. Namazdaki iftitah tekbiri veya tahiyyatta parmak kaldırmak gibi hususlar teferruattır. İtikadda ise amentümüz bellidir. Ana sütun ehl-i sünnet. Zamanla bu sütunun sağından veya sonundan çıkmış mutezile, şia gibi akımlar -tekfir edilmemiş olsa da- yerine ve zamanına göre değerlendirilmiştir. İmam-ı Azam’dan Nesefi’ye kadar gelmiş bir gelenek bu.

Dört büyük halifenin hayatı hakkında kitap yazmış biri olarak, sahabilerin rolüne nasıl bakmalıyız?

Bizim için en büyük, en güzel örnekler onlardır. Onlar hakkında, “en hayırlı ümmettir” hadisini hatırlatırım. Ve onların devamı olan “tabiin”, tebe-i tabiin”... Dört halife, Hz. Peygamber’in en yakın arkadaşlarıdır. Öte yandan biri kayınpederi, ikisi damadı. Hz. Ömer aynı zamanda Kureyşi’dir. Kur’an’da, “iki kişiden biri” olarak Allah Resulü’nün Sevr mağarasındayken yanındaki Hz. Ebubekir kastedilir. Hz. Ömer efendimiz için, “benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu” buyuruyor. Hz. Osman için, “meleklerin bile kendisinden haya ettiği insan” buyuruyor. Hz. Ali hakkında, “ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyuruyor. Hayber’in fethinde sancağı teslim ettiği büyük sahabe. Hepsinin sevilmesi, sevmemenin ise günah olduğuna inanıyoruz. Onlara asla dil uzatamayız. Onların arasındaki ihtilaf durumları için meşruiyet ölçülerini Ehl-i Sünnet alimleri ortaya koymuştur.

“Selefilik Değil Selefçilik...”

Arap yarımadasında resmîleşen Vehhabilik ve onun “Selefilik” olarak adlandırılan uzantıları hakkında görüşleriniz alabilir miyim?

Bakın; Ehl-i Sünnet inancında “selef” kavramı vardır. Bundan kasıt, “İslam’da ilkler, önde gelenler” kastedilir. Yani sahabe, tabiin, etba-ut-tabiin. 1780’lerden sonra bugünkü Suudi Arabistan’ın Necid bölgesinde ortaya çıkarılan Vehhabilik, ilk çıkışında Ehl-i Sünnet’i yeniden toparlama iddiasıyla ortaya çıkmış fakat İngilizlerin bölgeye girişiyle birlikte M. Bin Abdulvehhab’tan sonra gelenleri etkisi altına almıştır. İngilizler siyasi faaliyetlerinde kullanmak suretiyle Ehl-i Sünnet birliğine karşı örgütlüyorlar. Köken itibariyle Hanbeli mezhebinin içinden çıktığı dikkate alınırsa Ehl-i Sünnet idi. Hanbeli mensubu olduğu bilinen M. Bin Abdulvehhab’la birlikte, 19. yy’ın son çeyreğinde, hele hele son yıllarda yayılan Suudi Selefiliği, selefilik değil, “selefçilik”tir. Bugün İngiltere’nin kucağında büyüyen Suud yönetiminin Vehhabiliğiyle öne çıkan şeyler hakkında, izninizle benim de Mezhepler Tarihi başlığıyla hazırladığım çalışmamdan aktarayım.

Buyurun...

Mezheplere bağlı kalmanın gerekli olmadığı anlayışını öne çıkarıyorlar. Kabir ve türbe ziyaretlerini bid’at kabul ederken, tasavvuf ve tarikatlerin de İslam dışı olduğunu iddia ediyorlar. Mesela Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Hz. Aişe annemizin kabri vardı. Hz. Hatice annemizin çok güzel bir türbesi vardı. Hz. Peygamber vefatından birkaç gün önce El-Bakî mezarlığına gidiyor. Vefat etmiş olan ilk sahabe Esad bin Zürare’den başlayıp son günlerde vefat eden sahabilere gelinceye kadar tek tek ziyarette bulunuyor. Eğer kabir ziyaretinde mahsur olsaydı buna şahit olunmazdı. Ve, “Ben kabirleri ziyaret etmekten sizi alıkoymuştum fakat şimdi ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü ve ahireti hatırlatır” buyuruyor. Medine’de ashab-ı kirama dair hiçbir şey bırakmadılar. Son yılarda kalkmışlar, ashabı kiramın kullandığı eşyaların maketini yapıp müzeye koyacaklarmış. Ashaba dair hiçbir şey bırakmadınız ki...

“Ilımlı İslam’ı getireceğiz” demişti son veliaht M. Bin Selman...

İslam’la alakayı kesmek istiyorlar. Selman’ın hedefi oradaki yönetimi laikleştirmektir. Büyük bir eğlence merkezi yapıyorlar Cidde’de. Suudi Arabistan’ın Kızıldeniz sahilinde plajlar yaptırıp bütün yabancı turistlere açacaklar. Mübarek topraklarda olmayacak şeyler peşindeler. Emr-i bil maruf adına fotoğrafa “haram” derlerken, krallarının resimleri her yerde asılmış. Şu anda dinin gereğiymiş gibi kısa elbise, uzun pantolon, sakal, bıyık üzerinde duruyorlar. İslam’ı şekilciliğe kapattılar. Bir adamın sakalını kesmesini adeta dinden çıkmış gibi karşılıyorlar. Kravat takan kişiyi mesela. Peki Trump’ın eşinin vakfına 150 milyon dolar bağışlamasını nasıl açıklayacaklar. Filistin’de, Suriye’de bu kadar müslüman perişan olmuşken hem de. Bu para Gazze’ye verilse Gazze ihya olurdu. Mursi’yi devirmek için 10 milyar dolar, Sisi’yi getirmek için 6 milyar dolar para harcadılar. Sırf Müslümanlar Mısır’ı yönetmesin diye.

Arapça Üzerine...

Modern Arapça ile klasik Arapça’yı ilim ve tefekkür bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok eskilere gitmeye gerek yok. Merhum Elmalı’nın Türkçe tefsirini bugünkü liseli öğrencilerimiz anlamaz. Türkçede de uyduruk istilası oldu. “Modern Türkçe” dedikleri bir şey ortaya çıktı. Çocuklarım benim okuduğum kitapları okuyamıyor, anlayamıyor. Arapçada da modern-klasik ayırımı oluştu. Teknolojiyle birlikte yeni kelimeler hayatımıza girdi. Laik bir dil ise kastınız, Türkçemiz de, Farsça da, Kürtçe de laikleşti.

Günümüzde fasih konuşan topluluk var mı?

Fasih Arapça öğretildiği zaman bir sıkıntı yok. Klasik dönem Arapçasıyla fasih Arapça arasında fark yok. Türkçede olduğu gibi, Konya yerlisiyle Trabzon yerlisi arasındaki şive farkı olduğu gibi Arapçada da böyle. Mesela “gitmek” yerine “Gidek” denildiği deniliyor bazı yörelerde, “gidelim” kastediliyor. Diyarbakırlılar “gidağ” deniliyor. Arapçada malum, 28 harf var. Bu harflerden bazıları çeşitli yörelerde dilden düşmüştür. Mesela Mısır’da “cim” harfi düşürülmüş, “g” harfi yerine gelmiş. Cemal yerine “Gemal” şeklinde telaffuz ediliyor. Ağızda kolaylık olsun diye. Mesela “kaf” harfini Suriyeliler, Lübnanlılar kullanmıyor. “Allahu kavvik” diye bir tabir var; “Allah kuvvet versin” anlamında. Oralarda “Allahu avvi”” diyorlar. Kaf’ı kaldırıyorlar. Ben de diyorum ki, “Kaf sizin hakkınızda ahirette dava açacak, kaf’ı yutuyorsunuz.” Aşağı doğru, körfeze indiğimizde ise Katar vs. “kef” harfini “g”ye çevirmişler. Bildiğimiz “G” harfini. 28 harfin tamamını çıkaran üç bölge var. Biri, Irak’ın batısındaki El-Enbar bölgesi, Musul çevresi ve Mardin. Bunlar fasih Arapça olmasa da fasihe yakın Arapça konuşur. Günlük hayatta konuşulan fasihe en yakın Arapça Yemen Arapçasıdır. Bölgenin ilim adamları bir araya geldiğinde birkaç istisna telaffuz dışında ne kasdettikleri aralarında anlaşılır. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yaptığımız uluslararası kongre ve sempozyumlarda konuşan Arap hocalarımız kürsüye geçtiğinde hepsi ortak, anlaşılır dili konuşur fakat salona indiğinde kendi yörelerine ait şive ile konuşurlar. Libyalı, Yemenli, Kuveytli anlaşır. Irak’ın berbat bir halk dili Arapçası vardır, “âmmice” dedikleri dil, yine de az-çok anlaşılır.

Tasavvuf Ve Felsefe

Tasavvuf, yüksek öğretimde felsefeyle birlikte ele alındığında felsefenin gölgesinde kalıyor, felsefi kategoriye sokuluyor. Müfredatta “akılcılık” adına bu yapılırken dini inanç ve ibadet tehlikeye girmiyor mu?

Tasavvufu takva, muhabbetullah, zühd başlıkları altında aldığımız zaman bu zaten İslam’ın kendisidir. Fakat tasavvufun düşünce ekolleriyle birlikte aldığımız zaman Hasan Basri ekolüyle Ahmed Yesevi ekolü arasında farkı vardır. Buralarda saf bir akideyle birlikte takva varken maalesef son dönemlerde tasavvuf adına cahil-cühelanın eliyle ana çizgiden uzaklaşıldığını görüyoruz. Öte yandan Şiiliğin tesirini kırmak amacıyla bazı mutasavvıfların çabası tasavvufu dönüştürmüştür. Bu açıdan bazı noktalarda Şia’da karşılığı görülür. Mesela “masum imam” anlayışına karşı kimi zaman “şeyhin masumiyeti” karşılaştırılmış. Tasavvufu felsefi izahlarla da ele alan olmuş. Bu noktada Hint ve İran düşüncesiyle iç içe geçmiş. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ashabına öğrettiği tüm güzel hasletleri yaşattığı müddetçe mükemmeldir. Kurumlaştığı andan itibaren ise farklı ve aykırı düşüncelerin tesirinde kaldığı yönleri olmuş. Eski Hint ve İran hatta Şamanizm’den bazı düşüncelerle kıyasladığımız zaman bunları ayıklamamız lazım. Biz tasavvufu ibadet ve amel sıhhatiyle içiçe öğrendik. Müslümanların en büyük sıkıntısı kibir, riya, ucub gibi nefsani hastalıklardır. İnsanın kendi nefsine hakim olması gerekirken egoya tapma tehlikesi söz konusudur. Oysa tevazu ayn-ı rif’attir hakikatte insanı yüceltir.

Aylık Dergisi 170. Sayı Kasım 2018