Selâm ile…

Türkiye uzun bir süredir ateş çemberinin tam ortasında bulunuyor. Suriye, Doğu Akdeniz, Libya derken birçok devlet ve devletdışı unsurla mücadele eden Türkiye, bugüne kadar müttefiklik martavalıyla uyutulduğu Batı tarafından kuşatılmış vaziyette. Avrupalı devletler “öteki”si olan İslâm’a saldırırken bunu İslâm dünyasının lideri gördüğü Türkiye ve Tayyip Erdoğan üzerinden yapıyor. Fransa, Türkiye’nin içişlerine müdahale edebileceğini söylerken İtalya Başbakanı çıkıp Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı diktatör olmakla itham edebiliyor. ABD, Türkiye’nin dibine askerî yığınak yapıyor, öte yandan Rusya’ya karşı da ön safta cepheye sürmek için çaba sarfediyor.

İç politikanın dışarıya tesiri bakımından bu kuşatmayı yarmanın yolu ise gücü tahkim etmekten geçiyor. İçeriye baktığımızda ise daha kötü bir manzara ile karşılaşıyoruz. Dışarıdan aldığı suflelerle memlekette bir takım operasyonlara tetikçilik yapan Batıcı zevat, amansız bir şekilde saldırılarını devam ettiriyor. Senelerdir Batı ve Batıcılar tarafından sürekli dillendirilen “diktatör Erdoğan” lâfı yüzünden artık Ak Parti seçmeni dahi Erdoğan’ın diktatör olduğunu düşünüyor. Batı ajanlarının ve kuyrukçularının cezalandırılması Türkiye’de özgürlüğün olmamasına yorumlanıyor. İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı diye Cumhurbaşkanı kadın düşmanı ilân ediliyor, yıllarca sırtında taşıdıklarının yaptıklarının hesabı da yine kendisine kesiliyor ve arkasındaki halk desteğinin azaltılması sağlanıyor. Tüm bunlara rağmen etrafındakiler derdini kendilerine inanan halka dahi anlatamıyor, operasyonu tersine çevirmek bir yana nasıl bir çemberin içinde olduklarının dahi idrakinden yoksun şekilde devletçilik oynuyorlar. Bunlardan anlaşılacağı üzere, bir “diktatör” tarafından yönetildiği iddia edilen Türkiye’de esasında özgürlük öylesine fazla ki artık anarşi seviyesine varmış durumda. Zira bu kadar haysiyetsizin “Türkiye’de özgürlük yok” diyebilmesi dahi bunun ispatı niteliğindedir ve bu batı uşağı hainler bir şekilde tasfiye edilmeden bu memleket rahat yüzü görmeyecektir.

Hem dış hem de iç politikaya dair manzaranın genel bir resmini çizdik. İktidar bu vaziyet karşısında, kendisine atfedilen şeylerin olmadığını göstermek için âdeta Batı ve Batıcıların çizdiği çizgide yürümeye çalışıyor. Oysaki bu cendereden çıkışın yolu kadrolardaki çürükleri temizleyip topyekûn taarruza kalkmaktan geçiyor. Kapağımızda bu meseleyi işledik ve “Zor oyunu bozar; Kuşatmayı kırmanın yolu savunma değil taarruzdur!” manşetini attık. Kapak mevzumuzu Ömer Emre Akcebe “Diktatör Bağını Koparmak” başlıklı yazısında işledi.

Doç. Dr. Enes Bayraklı ile Doğu Akdeniz’i ve Avrupa’nın Türkiye tutumunu konuştuk.

İbrahim Tatlı, Rusya-Ukrayna krizi çerçevesinde NATO-Türkiye ilişkisini ele alırken "Türkiye NATO'dan Çıkar mı?" sorusuna cevap arıyor.

ANKASAM Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doğacan Başaran ile Ukrayna-Rusya arasındaki Donbass gerilimi çerçevesinde suların ısındığı Karadeniz ve Akdeniz’i konuştuk. Başaran, Rusya’nın Donbass ile sınırlı kalmayacağını söyledi.

Carlos (S. Muhammed) “Prens Philip’in Ölümü Etrafında” bir değerlendirme yaptı.

Kâzım Albay, “Zâhir ve Bâtın Uyumu ve İslâmî İlimlerin Birliği” başlıklı yazısında “İslâm’da güzellik idraki zâhir-bâtının birlikte olmasıdır” diyor. Ve zâhir-bâtının birbirinden ayrı görülmemesi gerektiğini vurguluyor.

Üstad Necip Fazıl’ın İman ve İslâm Atlası isimli eserinden oruç bahsine dair bir iktibas yaptık…

Sinami Orhan “Muteber Olmaktan Daha Büyük Şeref var mı?” başlıklı yazısıyla dergimizde.

Harun Şimşak “Sahteler ve Gerçekler Ortaya Çıktı” başlıklı yazısında Boynukalın Hoca’nın istifasının perde arkasına temas ediyor.

Eren Haklı ise “Azıcık da Dinle” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Arka kapağımıza da Ayasofya’yı poster şeklinde koyduk ve “bir asır sonra Ayasofya’da ilk ramazan” ifadesini düştük. Cenab-ı Hakk Ramazan-ı Şerif’in hikmetlerinden istifade edebilmeyi nasib etsin.

Dergimizde ayrıca sizler için derleyip-yorumladığımız haberleri bulabileceksiniz.

Allah’a emanet olunuz.

Nice sayılarda görüşmek dileğiyle.