Olumsuzluklar davası hakkında geçen "Levha'da üzerinde durduğumuz örnekler, aslında olumsuzluğun sebebini işaretleyerek aşmanın bahanesiydi... İnsanın şekillenmesinin “sosyal çevre” şartlarıyla ilgisi ve sosyal ilişkiler bütününün yalnızca "tâbi" bir parçası olmamakla birlikte "sosyal çevre" tesirinin hakikati üzerin­ de gerek "Bütün Fikrin Gerekliliği" ve gerekse "İdeolocya ve İhtilâl" isimli eserlerimizde muhtelif vesilelerle durduk... Olumsuzlukların bir sebebi de bununla ilgili. Hatırlatalım:

— "Şuur süzgeci, toplumda karşılıklı tesirlerle belirlenen ve böylece üyelerine belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandıran, yeni doğanlara kendini empoze eden içtimaî bir vakıa'dır. Yakından bakarsak; İnsanın duygu ve düşünce yapısı ve kapasitesi içinde kendini kuşatan "şartların" ve "ilişkilerin" onda ulaştığı terkip, onun yetiştiği vasatın “duygu ve düşünce kanunları”nı göstericidir. Bu duygu ve düşünce kanunları ise, tahlil, araştırma ve yorumda, onun “strüktür-yapısı”nı, “hadiseye yanaşan insan şuuru”nu gösterici bakış açısı ve objektifidir... Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir şuur terkibi ifâde eden "Mutlak Fikir'e muhatap Vasıta sistem" olmadan ve bu kuşanılmadan, "şuur"un kendisini belirleyen “nizam, akıl ve ahlâk” unsurlarını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir."

Anlaşılıyor ki kuşanılması gereken “Vasıta sistem” şuuru, toplumun verdiği “şuur süzgeci” ile bakış ilişkileri süreci sırasında, sıra dışı bir sıçramanın cehdi ile kazanılması gerekendir.

Bir ilim adamının, karşı oluşta bile düşünceyi "hâkim şuur süzgeci"nin belirlemesine ait güzel misâlini anmak yerinde olur;

-"Marks, teorisini kurarken liberalizmden alınma deliller kullanmış ve liberalizmin kendi mantığını onun aleyhine çevirmiştir; bu bakımdan Marks, liberallerin sonuncusudur"

Aynı şekilde; “Bütün Fikrin Gerekliği”nde üzerinde durduğumuz gibi, iktidarın kaynağım halk hakimiyetinde bulan görüş, iktidarın kaynağını millet hakimiyetine dayandıran görüşten, iktidarın kaynağını Allah gayesi dışında toplumda arıyor olması bakımından tümelde farklı değildir.

Diğer taraftan bu mesele mücadele bakımından değerlendirildiğinde, "toplum" ve "eğitim"in insana belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandırması açısından, ilk iş olarak “içtimai şuur süzgeci”nin kafalarda değişiminin birinci şart olduğunu görüyoruz; "ideolojik eğitim" dediğimiz şey.,. Yani, bağlı olunan "sistem şuuru"nun tüteceği akıl ve duygu alışkanlığının kazanılması... Bu, işin en zor tarafı olduğu gibi, hem ihtilâli gerçekleştirebilmenin ilk şartı, hem de bizzat ihtilâlin yapılışının sebebi ve gayesi». Aynı şekilde, “öncü kadro”nun ne demek olduğunu ve öncü kadronun gerekliliğini gösterici.

Kısaca; kendimizden başlayarak insanımızın düşüncesinin "genel fikir çerçevesi"ne kendi dünya görüşümüzü yerleştirmek... Başarı oranı da, bunun gerçekleştirilebilip gerçekleştirilememesinde.

"Allah isimleri Adem’e öğretti" ölçüsünün bildirdiği üzere, ilk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamberdi; “Allah bir şeyin olmasını dileyince OL der ve olur” ölçüsü ve "her şeyden önce kelâm vardı" hikmeti de, varlığın vücuda gelişindeki kelâm sırrını ayan eder-... Bu temel üzerinde yüründüğünde görülür ki, insan, dil âletine bağlı bir sezişle çevresini tanımaya başlar ve tanıdıklarını kavramlaştırarak hafızasına yerleştirir; insanın kelimeleri kullanması ve onları birbirine bağlaması, kavramların birbirine bağlanarak kafada bir kavram bütünlüğü kurulmasıyla sonuçlanır ki, bu “teorik düşünce”dir...

Bu bahis çerçevesinde çevre hakikati:

-"Bir iç hayatın şuura ulaşabilmesi, ancak bir düşünce sisteminin ve onun kategorilerinin düzeniyle bağdaşması, onlarla bağıntı içinde kavranabilmesiyle mümkün... Düşünce sistemi, içinde doğana nazaran toplum gelişiminin oluşturduğu bir şey; ve her toplumun yaşama çabası çerçevesinde hayat biçimine bağımlı olarak bir duygulanma ve etkilenme yolu geliştirmiş olması, nelerin şuura, ulaşacağını ve nelerin şuura ulaşmayacağını belirleyen bir kategoriler sisteminin oluşmasına sebep oluyor. Bu sistem, sanki "toplumun şartlandırma süzgeci" gibi görev yapıyor; bu süzgeçten geçemeyen ruhî hâller, şuura ulaşamıyor."

Her kültürün ayrı bir duyarlılık belirtmesi haki­katinin ışığında, hangi kültürü ele alırsak alalım, insanların düşüncelerine yön veren ve ancak belirli şeylerin şuura ulaşmasına izin veren süzgecin başka bir yanı da mantıktır… İnsanların çoğunun kendi dillerini tabiî kabul edip, başka dillerin “aynı şeyleri” söylemek için değişik kelâm klişeleri kullandıklarını sanmaları gibi, yine insanların çoğu, doğru düşünmenin kurallarını belirleyen mantığın da tabiî ve "âlemşümul-genel geçerli" olduğunu sanıyorlar; yani onlara göre, bir kültürde mantıksız olan şey, başka kültürlerde de mantık­ sızdır. Oysa gerçek böyle değildir ve mantık, kullanana göre hizmet eden ve onun tarafından niteliği, belirlenen bir âlettir.

Anlaşılıyor ki, "şuur süzgeci", belirli, bir "diyalektik" ve “ahlâk”ın ifadesidir.

*

Şuur süzgeci meselesini, rastgele el atılan "Batı tefekkürü" verimlerinin ne kadar beyhude bir neticeye varacağını da gösteren başka bir açıdan noktalayalım:

-“Bir toplumdaki fertlerin ortaya koyduğu fikirler, o toplumun mensub olduğu medeniyet ve kültür ortamında yoğurulduğundan ve bu ortam da muhtelif toplumlarda farklı bulunduğundan, toplumdan topluma nakledilen fikirlerden fazla istifade edilemez- Bilhassa yabancı fikirlerin ithâl edildiği toplumun fertleri muayyen bir ilim kapasitesinden mahrum iseler, alınan fikirler o toplumun mahvına sebebiyet verir. Bu hususlar biyolojide de aynıdır: Gıda olarak aldığımız, - meselâ sığır proteinini- organizmamız aynen kullanamaz... Onu evvelâ insan proteinine çevirir ve sonra kullanır. Bu itibarla şayet müfekkiremizin metabolizması düşük ise, okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan elde ettiğimiz fikirlerimizin kendisine pek faydası olmaz.”

Kültür Davamız, Salih Mirzabeyoğlu, s. 35-38