Şükrü Altın: Bugün ders kitaplarımızda tarih diye bir şey yok. Basit tarih konuları işlenmiş. Çocuklara tarihimizi, geçmişimizi öğretemiyoruz, şuurlandıramıyoruz.

“Sürgündeki Son Halife Abdülmecid Efendi” eseriniz üzerine konuşmak istiyoruz. Bu eseri yazma gayeniz ve eserin muhtevası hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Son halife ile ilgili yazılmış bir kitap yoktu. Bir de Cumhuriyet dönemi halifesi olduğu için küçümsüyorlardı, hilafet makamını basitleştiriyorlardı. Ben de yazar olarak kitaplarımın Türkiye’de herkesin okuması için önemli konuları seçeyim dedim ve sürgündeki son halifeyi yazmaya karar verdim. Baktım konu güzel ve benim alanıma giriyor. Bu hususta Kadir Mısıroğlu’ndan yardım aldım. Bana “Son halifeyi niye yazıyorsun, o Batı yanlısı, ressam, bizim Osmanlı hanedanının mizacına uymayan bir şehzade.” demişti fakat yazmam için de birkaç belge vermişti. Belgeler çok etkili olmasa da kendi araştırmalarımla bu işi de bitirdim. Buna benzer kitaplar var; fakat detay ve sürgün hayatı yok. Bu kısımla daha çok alakalandım. 3 Mart 1924’te bütün hanedan soyundan kim varsa yurt dışına gönderiyorlar, pasaportlarına vatansız yazıyorlar, ceplerine bir günlük yemek parası veriyorlar. Bu zulmü kimse görmüyor. Böyle bir Osmanlı düşmanlığı vardı memleketimizde... Son halifeyi yazarken birçok belgeye, fotoğrafa da eriştim. Son halifeyle alakalı çalmadığım kapı, dinlemediğim insan kalmadı.

Son halifeyi 3 Mart 1924’te trenle yurt dışına sürecekler; fakat geceyi bekliyorlar. Çünkü halktan birisi halifeyi sürüyorlar diye İstanbul sokaklarında nida ederse halk galeyana gelir. Bu sebepten at arabalarına bindiriyorlar, pencerelerine de perde çekiyorlar, Kağıthane’nin arkasından Çatalca yokuşundan Devebağırtan tepesinden İzzettin Köyü’nün önündeki istasyona götürüyorlar. Sirkeci’de 2 tane boş vagon takıyorlar trene. Son halifenin sürüldüğü İzzettin Köyü’ne gittim. Oranın ihtiyarlarıyla sohbet ettim, “Buradan hilafet makamı kaldırıldığı zaman Abdülmecid Efendi’yi İzzettin Köyü istasyonundan yurt dışına sürdüler. Siz yaşınız itibariyle çocuktunuz, bebektiniz ama babalarınız bunu gördü. Kim ne biliyorsa bana anlatsın” diye sorunca, işin şahitleri konuştu ben yazdım. İhtiyarlardan biri şunları anlattı:

“Babam, köyümüze halife gelmiş, dedi. Koskoca halife İzzettin Köyü’ne gelir mi? Gelmiş, dediler. Biz onurlandık, gururlandık İslam coğrafyasının halifesi gelmiş tabanlara kuvvet istasyona var gücümüzle koştuk, halife bizi ziyarete geldi sandık, deliler gibi seviniyorduk. İstasyona vardığımızda bir de ne görelim halife ağlıyor, halifenin yanında kızı, hanımı, kâtibi, doktoru ve hanedandan sarayda kimler varsa hepsini mahkûm gibi toplamışlar, ellerinde bohçalarıyla, çantalarıyla vagona tıkmışlar. Abdülmecid Efendi trenin penceresini aşağı indirdi, tren gidecek, polisler etrafını sarmış, zorla gönderecekler. Ellerini pencereden çıkartmış dua eder gibi ‘Ben bu memlekete ne yaptım, padişahlık mı yaptım, benim suçum neydi?’ diyerek ağlamış. Bunu anlatırken babam da ağladı biz de ağladık.”

Zorla Bulgar sınırına kadar polisler götürmüş, sonra geri dönmüşler. O istasyonda halifenin çekilmiş fotoğrafının orijinalini buldum. Bu fotoğraf kitabımda da var. Halifenin sürgünü 3 Mart 1924 günü, Meclis’te 50 milletvekili kanun taslağı hazırlıyor, bu kanun taslağını hazırlayan mebuslara içerilerinde önderlik yapan da Urfalı bir şeyh. Yani bir şeyhin hilafetin kaldırılması, halifenin sürgün olmasıyla ilgili kanun taslağı hazırlayanlardan biri bu ilim adamı! Hazırladıkları kararla halifeyi sürecekler. Kanun taslağı hazırlayıp Meclise sunuyorlar, Mecliste tartışmalar çıkıyor. Bir grup İslamcı mebus “Göndermeyelim, hilafet makamını kaldırmayalım, bu bizim, İslam’ın gücü!” diyerek mücadele etse de bir işe yaramıyor… Mesela en çok mücadele edip de küfürler işiten Gümüşhane mebusu Zeki Bey’dir. Zeki Bey’in bununla ilgili anıları var, bana da kaynak oldu. Zeki Bey, “Ben bağımsız milletvekiliyim, hilafet makamını kaldıramazsınız, halifeyi süremezsiniz.” diye konuşma yapıyor, mebuslar aşağıdan Zeki Bey’e ana avrat küfürler ediyor.

Bu hadise 1924 senesinde yaşanıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin zabıt ceridelerini incelediğiniz zaman bu konuşmalar kayıt altına alınmış. Kastamonu mebusu Miralay Halit Bey “Arkadaşlar hilafet makamını yeryüzünden tamamen kaldırmayın.” diyor. “Hilafet makamı meclisin yetkisinde mündemiçtir.” diye bir cümle kuruyorlar. Başka bir mebus kalkıyor “Hilafet makamını ne yapacaksın, biz Batılı olacağız.” diyerek aşağılıyor, küfürler ediyor. Bu hakaretlerin hepsi zabıt ceridelerinde mevcut. Ve bu tartışmaların sonucunda Hilafet makamını 3 Mart 1924 akşamı 6-7 sularında kaldırılıyor!

1920’de Meclis’te şeriata ve hilafete dokunulmayacağı hususunda söz verildiği halde nasıl kaldırıldı?

1920’de Kurtuluş Savaşı’nın amacı neydi? Şeriatı ve Hilafeti korumaktı. Yani hanedanı değil. Bizim ordularımız Anadolu toprağını kurtarmak için Osmanlı Devletinden kalan İslam coğrafyasındaki topraklarımızı kurtarmak ve en önemlisi hilafeti kurtarmak için savaştılar. Zaten ordunun savaşa iştiraki de bu yöndeydi. Birinci Cihan Harbi’nde yanılmıyorsam Fatih Camii’nde cihat fetvası yayınlandı. Bu fetva caminin balkonunda okundu. Mehmet Akif Ersoy’un Kastamonu’ya gönderilip de Nasrullah Camii’nde yapmış olduğu vaaz kayıt altına alınıp Sebîlürreşâd gazetesinde yayınlandı ve Diyarbakır’daki El Cezire komutanı Nihat Bey’e gönderildi. Orada cuma namazında göz yaşlarıyla okuyorlar yazıyı. Orada ne için savaşıldığı yazıyor.

İşin diğer tarafı; kanun taslağı meclisten geçtikten sonra Resmi Gazete’de yayınlanır, yayınlandıktan sonra kesinleşir. Yayınlanmadan kesinleşmez, çünkü o daha kanun değildir. 3 Mart 1924’te hilafet makamını kaldırdıkları zaman Resmi Gazetenin yayınlanmasını beklemediler, gece yarısı İsmet İnönü Emniyet Genel Müdürünü makamına çağırdı, “İstanbul valisine telgraf çek, halifeyi bu gece sürsünler ve hanedanı bu gece yurt dışına alsınlar.” dedi. İstanbul’da Beşiktaş Sarayı’nda Abdülmecid Efendi, sarayda hanedan üyeleri hayatlarında böyle bir şüphe görmüyorlar. Uyurlarken gece saat 2’de Emniyet Müdürü Nihat Bey, Vali Haydar Bey, polisler, zabitler, jandarmalar eşliğinde sarayı basıyor. Yatağından pijamalarıyla Abdülmecid Efendi’yi kaldırıyorlar. Abdülmecid Efendi “hayrola ne oldu?” diyor. “Yurt dışına süreceğiz, pasaportlarınız hazırlandı, zarfın içerisine paranız konuldu, giyinin!” diye cevap alıyor. Zorla sürgüne gönderiliyor.

Sürgün sonrası Meclis’te yine tartışmalar alevleniyor. Bazı mebuslar “Hanedandan kim varsa mezarlarını yıkalım, mezar taşlarını kıralım.” diyor. Hatta Meclisteki bir grup mebus “Topluca Hristiyanlığı kabul etsek daha mı Batılı oluruz, halkın Müslüman olması bizi bağlamaz, resmi din olarak Hristiyanlığı kabul edelim.” diyecek kadar ileri gidiyor. İslam’ı ve halifeyi destekledikleri halde Batılı değerleri savunan çokça mebuslar da vardı. Mesela Kazım Karabekir Paşa hilafet yanlısıydı; fakat Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak ile uyumlu geçinmek zorunda kaldı. 1925 kanunuyla zaten Türkiye Cumhuriyeti kuruldu, şeyhülislam makamı kaldırıldı, tekke ve zaviyeler kapatıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Malum Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş amacı İslami bir devletten kurtulmaktı.

“Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdettin Han gönderdi”

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kim gönderdi?

Sultan Vahdettin Yıldız Sarayı’nda otururken Mustafa Kemal’i İstiklal Savaşı’na Anadolu'ya gönderen kişidir. Yani işgal kuvvetleri İstanbul’a gelmiş, Vahdettin sarayda bir şeyler yapmak için çırpınıyor. Herkesle görüşmeler yapıyor, gizli haberler geliyor. Vahdettin Han’ın tek derdi işgalden kurtulabilmek. Almanya seyahatinde yaver olarak güvendiği Mustafa Kemal Paşa’yı saraya davet ediyor. Mustafa Kemal Paşa birinci davete “gelmem” diyor. Bir kaynağa göre; Filistin’e komutan olarak zorunlu göreve gönderildiği için gelmemekte diretiyor. Çünkü zorunlu olarak Balkanlara gittiği gibi, istemediği bölgeye gidiyor. Herhalde bu sefer de beni İstanbul'dan uzaklaştıracaklar düşüncesinde oluyor. Yine bu süreçte Mustafa Kemal de tabii memleketin kurtuluşu ile ilgili kendi silah arkadaşlarıyla evinde ve değişik yerlerde toplantılar yapıyor. Kurtuluş için, o da mücadele ediyor. Vahdettin’in ikinci davetini kabul ediyor. Bu davette de neler yaptığı Nutuk’ta geçiyor. Masanın başında Kur’an’a elini koyarak hilafet ve saltanata karşı gelmeyeceğime, kurtuluş için mücadele edeceğime vallahi ve billahi diye bir yemin ediyor. Cumhuriyetin tarihçilerinden Falih Rıfkı Atay gibi tarihçiler de yazdı bunu. Hala Yıldız Sarayı’nda Mustafa Kemal’in Vahdettin ile buluştuğu oda diye tabela vardır. Orada Vahdettin padişahlık yetkisi de dahil her türlü vekaleti Mustafa Kemal’e veriyor. Bu durumda Vahdettin’in ne kadar yüce biri olduğu da anlaşılıyor. Vatanı için padişahlıktan vazgeçiyor. Yani Mustafa Kemal, Vahdettin Han tarafından kurtuluş amacıyla gönderilmiş oluyor. Eğer orada kendi arkadaşlarını listeye al demese, buna saray atlarını satıp da oradaki paraları yaveri ile kese kâğıdı içinde Mustafa Kemal'e vermese, kurtuluş için elde ne var ne yoksa Mustafa Kemal’e vermese, Mustafa Kemal nasıl gidecek, nasıl hareket edecek?

“Vahdettin Han giderken yanına hiçbir şey almadı”

Ankara hükümetinin Vahdettin Han’a karşı tavrı nasıl oluyor?

İstanbul hükümeti kendini fes etmiş ve Ankara Hükümeti Sultan Vahdettin’in üzerine büyük bir baskı kuruyor. Sultan Vahdettin’e Ankara’dan çekilen müstehcen telgraflardan birini okusam şok olursunuz. “Derini yüzeceğiz, kelleni kesip sırığa takacağız, vatanı terk et, hain!” gibi hakaretler de var. Bu sırada da İzmit'teki Osmanlı paşasının linç edilmesi Sultan Vahdettin’i çok etkiliyor. Adam üç aylık padişah olmuş, devlet Birinci Cihan Harbine onun zamanında sokulmamış. Devlet onun zamanında cephelerde kayıp vermemiş, yani üç aylık padişahın suçu üzerine alması olabilir mi? Ondan sonra kendi can güvenliğinden kesinlikle şüphe ediyor. Bu süreçte İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanına iki satırlık “Can güvenliğimden şüphe ediyorum, beni güvenli bir yere bırakın.” diye yazı yazıyor. Sultan Vahdettin kaçmadı, hicret etmek ihtiyacı duydu. Baskı, tehdit ve küfürlerle sarayda aşırı şekilde rahatsız edildiği için bu şekilde karar alıyor. Sultanı Malaya isimli bir savaş gemisine bindiriyorlar. Tabii ki işgal kuvvetleri komutanı bu mektubu aldıktan sonra İngiltere’ye telgraf çekiyor. Sultan Vahdettin'in böyle bir isteği var, ne yapalım diye. “İngiltere’ye değil İtalya'nın San Remo kentine bırakın!” cevabını alıyorlar. Sultanı İtalya'ya götürüyorlar. Sultan Vahdettin’in cebinde bir kuruş parası yok. İstese yanına birçok şey alabilirdi; fakat hiçbirine dokunmuyor.

İtalya'da ona çeşitli vaatlerde bulunuyorlar. Suudi Arabistan’da Şerif Hüseyin ona kırmızı halılar seriyor, hilafet makamını almak için. Sultan oradaki haccını tamamlamadan gerisin geri İtalya’ya geliyor. İtalya'daki ölümü çok vahim oluyor. Türkiye’ye mektup yazıyor fakat dikkate alınmıyor. Vefat ettiğinde yastığının altından ilaçları alınmamış reçeteler çıkıyor. Cenazesi borçtan dolayı verilmiyor. Daha sonra Mısır’dan borç para geliyor da götürülüp Şam’a defnediliyor.

“İslâm âleminin birleşmemesi için her türlü oyunu kuruyorlar”

Hilafetin kaldırılmasının Müslümanlara veya İslam âlemine nasıl etkileri oldu?

Hilafet İslam âleminin çimentosuydu. Bugün iki milyar nüfusumuz var ama başımız yok. Hristiyan aleminin başında Papa var ve sözü senettir. Maalesef bugün imamesi kopmuş bir tesbih gibi kaldık. Hilafeti meclis kaldırdıktan sonra Kahire’de yeniden hilafet makamını kuralım diyenler çıktı, kendini halife ilan edenler oldu. Pakistan’da hilafeti kuralım diyenler oldu, çünkü İstiklal Savaşında hilafeti kurtarmak için Pakistanlı, Hintli, Afgan Müslümanlar Anadolu’ya savaşmaya gelmişti, yüzüklerini çıkarıp parmaklarından Osmanlı hilafeti kurtulsun, devlet korunsun diye göndermişlerdi gençleri. İslam coğrafyası hilafete böylesine bağlıydı. Bu bağlılık Abdülhamid döneminde çok etki gösterdi. Abdülhamid bunu çok güzel değerlendirdi. Birinci Cihan Harbinde hilafet makamının sahibi Osmanlı 1914’te savaşa girerken Fatih Camii’nin balkonunda halifesiyle cihat ilan etti. İngilizlerin Arap coğrafyasında Osmanlı’nın hilafet makamından korkarak savaştılar. Çünkü herkes haçlılarla savaşırken halife adına savaşıyordu, İslam uğruna savaşıyordu. Halifeliği ortadan kaldırınca Müslümanların dünyaya etkisi de bitti. Taşı toprağı gitmedi sadece; düşüncesi, tarihi, dili de gitti. İslam coğrafyasında birlik, beraberlik ve güç de gitti. Bu sebepten İslam coğrafyası Batı’nın tasallutu altında. İslâm âleminin birleşmemesi için her türlü oyunu kuruyorlar.

Lozan’da hilafetin kaldırılması maddelerde yer almıyor, bu konuda gizli bir tutanak var mı?

Lozan Antlaşması’nda gizli konuşmaların arasında ve konuşarak söz verilen maddelerden bir tanesi hilafetin kaldırılmasıydı. Evet geçmediği halde, bu sözü verdiler. Mesela orada İsmet İnönü’nün danışmanı Haim Nahum, gelip gidip anlaşma maddeleri ile ilgili iki tarafa laf taşıdı. İki tarafa da hilafetin kaldırılmasını pompaladı. Lozan’dan bir telgraf çekiyorlar Ankara’ya, İsmet İnönü bir şey danışacak, telgraf hatları Bulgaristan ve İtalya üzerinden geçiyor. Hat merkezlerinde telgraf okunuyor Ankara’ya devam ediyor. Yani İngilizler İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in konuşmalarını önceden okuyarak hazırlanıyorlar.

“Onlar için asıl mesele hilafetin kaldırılmasıydı”

Hilafet kaldırılana kadar bizi tanımadılar, hilafet kaldırıldıktan sonra tanındık. Lozan ile verilen haklar, hilafet kalkana kadar uygulanmadı. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’ndan sonra resmen tanınması lazımdı. Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla ilgili maddeler yazıldı; fakat Türkiye Cumhuriyeti, resmi olarak İngiltere’de, Fransa’da 3 Mart 1924’e kadar tanınmadı. Ne zaman hilafeti kaldırdık o zaman tanıyoruz dediler. Onlara en büyük zararı verecek olanın hilafet olduğunu Birinci Cihan Harbinde görmüşlerdi. Yani Türklerin savaş kabiliyeti, savaş sanatı hilafetten, İslam’dan gelir, cihattan gelir, şehadetten gelir, Kur’an’dan gelir, peygamberden gelir. O yüzden hilafet makamı onlar için en büyük düşmanlık makamıydı.

“İstiklal Mahkemeleri’nde sorgusuz sualsiz nice insanı astılar”

İstiklal Mahkemeleri de hilafetin hemen akabinde mi kuruluyor?

Şimdi İstiklal Mahkemeleri konusunda arşivde çok belge var. Onları hâlâ meydana çıkarmadılar. Ben de bir ara İstiklâl Mahkemeleri ile ilgili bir kitap yazayım dedim ama çok detaya girmem lazım. Asılan, sorgusuz sualsiz kurşunlanan insanları ele almak gerekiyor. O dönemde Samsun heyeti, İzmir heyeti, Diyarbakır heyeti, Ankara heyeti gibi bölge bölge heyetler kuruldu. Bir jandarma köye gidip de kafasının estiği gibi insanları sorgusuz sualsiz gözaltına alıp, mahkeme görmeden içeri atabiliyordu. İstiklal Mahkemeleri ile ilgili bir şey yazdığınız zaman Türkiye’de ortalık karışır. Mesela İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanması fecaattir.

Zaten İskilipli Atıf Hoca, şapka kanunu çıkmadan şapkaya karşı bir risale yazıyor...

Evet, öyle olduğu halde şapka kanunundan tutuklandı ve idam edildi. Mehmet Akif Ersoy Mısır’a İstiklal Mahkemelerinde idamla yargılanacağından dolayı kaçtı. Mehmet Akif’in arkadaşı, Sebîlürreşâd Gazetesinin ana sahibi Eşref Edip Samsun’da idamla yargılandı. Mısır ile sürekli mektuplaşıyordu, Akif oradan idamla yargılandığını takip ediyordu. Akif kaçmasaydı o da yargılanacaktı. Birinci mecliste dört yıllığına seçildiler, üç yıl sonra meclis feshedildi, niye feshedildi? Atatürk’e verilen bir yetkiyle. Meclis, sürecini doldurmadan feshedildi. Sonra da Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski ismiyle Cumhuriyet Halk Fırkası, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında başladı. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nde kimlerin mebus olacağının listesi yapıldı. Burada Mehmet Akif ikinci Meclis’e İslamcı olduğu için giremedi. Trabzonlu Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından M. K. emriyle bu sebepten öldürüldü!

İstiklal Mahkemeleri aykırı sesleri susturmak için mi kurulmuştu?

Evet, aykırı sesleri susturmak için. Bir de İstiklal Mahkemeleri sağlıklı bir mahkeme değil. Haksız hukuksuz yere öldürülen o kadar çok ki, hala sayısını bilmiyoruz. İstiklal Mahkemesi’nde önce idam ederlerdi sonra yargılarlardı. Şu olay meşhurdur “Falan şahsın idamına daha sonra şahitlerin dinlenmesine.” Jandarmaların yargılamadan kurşuna dizdiği çok kişi var. Cumhuriyet dönemi Müslümanlar için çok sancılı oldu. Yani yeni bir devlet kuruluyor ve eski devletle yeni devlet arasında büyük bir uçurum var. Yazı değişmiş, harfler değişmiş, bütün eski eğitim sistemi değişmiş, kılık kıyafet değişmiş, bir sürü kanunlar gelmiş. Halk hiçbirine uyamıyor. Zorla, baskıyla, zulümle, tehditle uydurdular.

Ezan aslî dilinden koparıldıktan sonra Arapça okuyanlar deli diye derdest ediliyor, tutuklanıyordu. Eski gazete arşivlerinde bunları bulmak mümkün. Hatta Kur’an öğretiyor diye tutukluyorlar; ama gazetelere Arap harflerini öğretiyordu diye veriyorlar din düşmanlığı olarak algılanmasın diye.

Evet, türlü oyun oynayarak aslında dini yıkmaya çalışıyorlardı. Kur’an-ı Kerim okutulması da direkt olarak yasaklandı daha sonra. Kur’an kursları kapatıldı, tekke ve zaviyeler kapatıldı, Kur’an dersleri ve hafızlık yasaklandı. Nice cami, medrese kapatılıp farklı amaçlarla kullanıldı. Müslümanlar çok çekti Kemalist zulümden.

“Bugün ders kitaplarımızda tarih diye bir şey yok”

Halâ resmi tarihin aldatmacasıyla bir nesil daha uyutuluyor. Hakiki tarih ne zaman yazılacak?

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çalışmalarını, projelerini beğeniyorum, yalnız eğitim hususundaki çalışmalarını başarısız buluyorum. Hep bakanlar değişiyor; fakat müfredat bir türlü değiştirilmiyor. Tarihçi olduğum için biri, evladı tarihi öğrensin diye bana getirdi. Okullarda okutulan tarih kitabını getirdi. İçler acısıydı kitap. Benim bildiklerimle buradakiler bambaşka şeyler. Dedim ki, “Evladım ben kendi bildiğimi anlatırsam sana, sen derste sıfır alırsın.”

Geçen sene ortaokulların ve liselerin tarih kitaplarını topladım, kitaplardaki yanlışları belgeleyeyim, raporlayım, Milli Eğitim Bakanlığı’na sunayım diye. Ki bakanlık bu kitapları yeniden yazdırsın. Bugün ders kitaplarımızda tarih diye bir şey yok. Basit tarih konuları işlenmiş. Çocuklara tarihimizi, geçmişimizi öğretemiyoruz, şuurlandıramıyoruz.

İkinci Abdülhamid Efsanesi” isimli bir kitabınız var. Bu kitaptan bahsedebilir misiniz?

Bu kitaptan önce “Teşkilat-ı Mahsusa” diye bir kitap yazdım, Teşkilat-ı Mahsusa Birinci Cihan Harbi’nin Gizli İstihbaratı. Teşkilat-ı Mahsusa benim uzmanlık alanım. Abdülhamid’e darbe yapmak için özel kurulmuş bir istihbarat ajansı. Bu teşkilat ilk başta devletin istihbaratı değildi. Abdülhamid’i devirip tahtan indirmek için kurulan bir teşkilat. Bir de Teşkilat-ı Mahsusa’ya karşı Abdülhamid Han’ın kurduğu Yıldız Hafiye Teşkilatı’nı yazayım dedim. Bu kitap Yıldız İstihbarat Teşkilatı ile ilgili Türkiye'de yazılmış en detaylı kitaplardan bir tanesidir. Bu eserde de şunu göreceğiz; Abdülhamid Han’ın hafiyesi olup aynı zamanda yabancı güçlere karşı casusluk yapanlar da olmuştur. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine sebep olanlardan biri de bu husustur.

Kitabınızda okuduğuma göre, Abdülhamid’in en büyük hatasının Hareket Ordusu’na karşı koymaması olduğunu söylüyorsunuz. Peki Abdülhamid neden karşı koymadı? En büyük etken Abdülhamid’in mizacı mıydı?

Hareket Ordusu Yeşilköy’e kadar gelip konaklamış, İstanbul’a giremiyor, korkuyor. Çünkü Selimiye Kışlasında büyük bir askeri güç var. Taksim kışlası var, Topçu kışlası var, karakollarda zabitler var. İstanbul’daki askeri güç çok büyük. Üçüncü ordunun, on bin küsur bir gücü var. İstanbul’a girersek bizi mahveder diye korkuyor. Yeşilköy'de konaklıyor ve Abdülhamid’e heyet gönderiyorlar. Abdülhamid de ona paşayı gönderiyor, karşılıklı konuşuyorlar. Tabii İstanbul'da da bir karışıklık oluyor; Derviş Vahdettin işte yeşil bayrağı açıyor, Ayasofya meydanında “Yaşasın şeriat, kahrolsun istibdat” falan. Sonra devletin komutanlarını sözde askerler hapsetmiş, bir isyan ortaya çıkmış. Hareket Ordusu da bunu bahane yapmış. Abdülhamid'e zaten düşman olan ordu bu bahaneyle Yeşilköy’e gelmiş. Abdülhamid'in buradaki en büyük hatası; ordu komutanları, “Hünkarım bu ordu İstanbul’a girerse bizi keser, bizi kurşuna dizer” diyor. O da “Yok gelsinler. Onlar da bizim çocuklarımız Müslüman’ı Müslüman’a kırdıramam.” diyor. “Hünkarım bunların niyeti iyi değil bunları İstanbul’a sokma.” diyorlar. “Hayır” diyor “İstanbul’a girecek”. Zabitlere diyor ki “Askerin elinden silahları toplayın, depolara kilitleyin, çarpışmaya müsaade etmeyin.” Bütün içerideki askerlerin silahları alınmış, kilitlenmiş. İçerideki silahsız askerlerin bulunduğu yere silahlı bir orduyu alırsan, daha İstanbul'un girişindeki ilk karakoldaki askerleri kurşuna dizerler, ki dizmişler. İstanbul’un içerisine bir giriyorlar, kan gövdeyi götürüyor. Sorgusuz sualsiz, önüne gelen, yani karşı geldiğinden şüphelendiklerini vuruyorlar. Sonra Yıldız Sarayı’nı kuşatıyorlar Yıldız Sarayı’ndan Abdülhamid'i çıkarıyorlar. Devletin sarayını soyuyorlar. Darbecilerin devletin hazinesini soyma işi, başka bir zaman daha yapıldı. Saraydaki altın kaşıklar, plaketler, gümüş tabaklar, hazinede ne varsa depodaki yiyecek, içecekler hep talan edilmişti. Devleti soymuşlar. Hareket Ordusu İstanbul’da öyle bir yağma yaptı ki Beşiktaş’tan Yıldız Sarayı’nın oraya kadar gördüklerini idam ettiler.

Hâlâ bu ittihatçılığı sürdürmeye çalışan bir zihniyet var günümüzde.

Evet var. Bunların bir kısmı Batı yanlısı oluyor, kimi Türkçü oluyor. Hala bunlar memleketin altını oymakla meşguller.

Yeni projeleriniz ve çalışmalarınız var mı?

Yirminin üzerine tarihi araştırma, roman ve kitaplar yazdım. Mesela Hz. Eyüp Sultan ile ilgili bir roman yazdım. Diyanet’e verdim yayınlandı. Sonra Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferini yazdım. Sonra hilafetin tarihçesini yazdım, halifeliği yazdım. İkinci Abdülhamid’i yazdım. Teşkilat-ı Mahsusa’yı yazdım. Son Halife’yi yazdım. Veysel Karani’yi yazdım. Bugün gene çocuklarımıza, devletimize faydalı olacak bir konu olursa, onun üzerine çalışma yapabilirim. Son zamanlarda biraz da senaryo çalışmalarıyla ilgileniyorum. Tabii bizler manevi ve milli değerlerimize bağlı gençlerimizin yetişmesi için mücadele ediyoruz. Mesela bir Selçuklu romanı yazdım, sonra Medine Müdafaası Fahrettin Paşa’yı yazdım. Sonra Mehmet Akif ile ilgili biyografik bir romanım var. Senaristliğim de var. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden ödül de aldım. Dizi ve filmlerde çalıştık, danışmanlık yaptık. Şimdi bir yerden Medine Müdafaası Fahrettin Paşayı sinema filmi yapalım diye teklif geldi. Sonra Abdülmecit Efendi’yi altı bölümlük mini dizi yaptık. TRT ile anlaştık. Biz bu senaryonun sinopsisini, tretmanını, kişi karakterlerini bitirdik fakat şimdilik askıya alındı. Osmanlı döneminde bilim ve savaş teknolojisi diye bir çalışmam mevcut. Yakında bu kitap çıkacak. Bu kitabı bitirdim, altı yüz sayfa falan harika bir kitap olacak. Türkiye'de ve dünyada tek örnek olacak ama aynı zamanda üniversitede yardımcı ders kitabı olacak mahiyette. Öğrencilerimiz Osmanlı’nın teknolojisini arayıp nerede buluruz dediklerinde bu kitap karşılarına çıkacak.

Teşekkür ederiz.

İnşallah verimli olmuştur.

Aylık Baran Dergisi 18. Sayı Ağustos 2023