Müslümanlığı da mirasyedi gibi tüketmek değil, onu her daim yürütme gayreti içinde olmalıyız. Dertsiz Müslümanlığın asıl dert olduğu idrakinde olarak, rahatı rahatsızlıkta bilmeliyiz.
Her türlü zorluklara karşı dik durmak, Allah’a kulluğun ve şahsiyetin alâmetidir. Bu zorluklar, içimizdeki zaaflardan gelebileceği gibi yakın çevremizden ve içinde yaşadığımız düzenin maddî ve manevî baskılarından da gelebilir. İnsanın şahsiyeti istikamet üzerine olup olmamasıyla ölçülür. Kur’an’da emredilen istikamet davası Doğru Yol’da yürüyenler için önemlidir. Zira istikamet davası üzerinde bulunanlar, kurtulanlar olacaktır.
Çevremizde istikametsiz ve tutarsız tiplerin bolca olması, bizim için ölçü olamayacağı gibi bir müddet istikrarlı gidip daha sonra pörsüyen ve Hakka ve hakikate nisbetini yitirenler de ölçü olamaz. Velev ki bu kişiler en yakın arkadaşımız dahi olsa kendimize misal alamayız. Mecelle’de bir kural var, “su-i misal emsal olmaz” diye. Yanlış olan, örnek alınamaz demektir.
Mesûliyet yükleyen işlerden kaçınarak hoşça vakit geçirmek amaçlı bir araya gelmek, kişiye bir tekâmül vermez, onun şuur ve aksiyon seviyesini artırmaz. İki mü’min bir araya geldiğinde, aralarında Allah’ı şahid tutup arkadaşlığını-gönüldaşlığını geliştirmelidirler. Birbirlerinin nefsini hoş tutma temelli ilişkiler gönüldaşlık sayılmaz.
Gerçek mü’minler topluluğu birbirlerine hayrı teşvik eden ya da susanlardır. Birbirlerine bakarak kararan ve birbirilerini sıfırlayanların ne kendilerine ne de davalarına bir faydası olur. İdeolojik geyik yapmak da ideolojik faaliyet değildir. Maalesef tereddî ve pörsümeye düşenler, etrafındakileri kendi seviyelerine çekmek istemektedir. Böyleleri velev ki yılların arkadaşı olsa bile, gerekli uyarıları yaptıktan sonra terk edilmeleri gerekir. Malûm olduğu üzere, “hakikatin hatırı, dostumun hatırından üstündür” denmiştir. Gerçek mü’min odur ki, birbirlerini görünce hak ve vazifelerini hatırlarlar ve birbirlerine hayrı tavsiye ederler.
İstikamet çizgisini koruyabilmek için kendisiyle yürüyeceğimiz ve de kendini de yürüteceğimiz tutarlı bir tüm ifadesinde olan dünya görüşünün rehberliğine ihtiyacımız vardır. Yoksa ne kadar samimî Müslüman olunursa olunsun, bir müddet sonra değişen hadiseler zemininde tutarsızlıklar başlar. Hedef ve gayelerinin belirlenmesi ve fikir örgüsünün sağlam olması böyle tehlikelerden bizi korur. Bu açıdan, Üstad ve Kumandan’ın istikamet çizgisi bizim için yegâne örnek olmaktadır.
İmâm Şafiî’nin şöyle bir sözü var: “Nefsini hayırlı şeyle meşgul etmezsen o seni şer ile meşgul eder.” Bu sözden şu anlaşılıyor ki, insan, olduğu yerde kalmıyor, ya tekâmül edecek ya tereddî edecek. Kısaca hayır olmayan yerde şer olur, şer olmayan yerde ise hayır olur. Biri gelince diğeri gidiyor. Karanlık-aydınlık gibi.
Allah Resûlü buyuruyor: “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.” Bu hadis, şayet, tekâmül etmez, her günümüzü diri tutmaz ise, hemen nefs ve olumsuzlukların yakamıza yapışacağını ihtar ediyor. Allah Resûlü’nün, zamanın kıymetini bilme ile ilgili hadisleri ise malûmdur. Bir günü bir gününe eş geçmemeyi, illaki önceki günden daha çok amel yapmak olarak değil de, iman ve istikametini korumak olarak düşünmek gerek, zira istikamet en önemli ameldir. Ayrıca insanın amelleri ile terakkisi kartopu misâli olduğu gibi tereddîsi de kartopu misâli olabilir. Bazı şeyler birer birer değil, katlanarak gider; yükselir veya düşer.
İman ve dava kardeşliği, çocukluk, okul, mahalle ve benzeri arkadaşlıklardan daha üstündür. Üstad Necip Fazıl’ın “Ne sevgili, ne kardeş, yalnız iman ve fikir” ifadeleri ilkemiz olmalıdır. Bu ifadeler Kur’an, Sünnet ve sahabîlerden mülhemdir. Sahabîler buna misal en ileri toplumdur.
Yerinde sayan, tembelliği ve oyalanmayı ilke edinen arkadaşını yerinde bırakmazsan yoluna devam edemezsin, sen de körelip gidersin. Zaten böyle arkadaşlar veremli kadın psikolojisi gibi kendi hastalıklarını çevresindekilere bulaştırmak ister ve ancak böyle rahat ederler. Üstad’ın Napolyon’dan altını çizdiği “Boş söz bana veba illeti gibi görülür” kelâmında olduğu gibi böylelerinden veba illeti gibi kaçmak gerekir.
Bir zamanlar hayırlı ve güzel yollarda yürüdüğün arkadaşın daha sonra pörsüyüp davadan geri kalır ise sen de ona uyup davadan geri kalamazsın. Dava ve arkadaş arasında tercih yapmak gerektiğinde tereddüt edilmez. Arkadaşını bırakıp istikamet üzere ileriye atılmak icap eder. Bu durum, arkadaşına sadakatsizlik değil, davaya sadakattir. Arkadaşlık veya benzeri duygusallıkları ideolojinin önüne geçiremeyiz. Arkadaşın seni çekiyorsa, arkadaşlık hatırı için senin de çukura girmene gerek yoktur.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda şöyle diyor: “Bu âlemin musibetleri, her ne kadar zâhirde yara ise de, hakikatte onlar merhemdir; terakkiye sebeb olurlar.” Gerçek dostluk ve tekâmül de mücadele meydanlarında yani dava yoldaşlığında olan dostluklarda tecelli eder. “İş içinde eğitim” ve zorluklar içinde birbirini tanıma bize yol aldırır, şahsiyetimizi oluşturur ve geliştirir.
Nefsini hayırlı şeylerle meşgul etmek, dedik. Duygu ve düşünce alışkanlıkları, çevrenin verdiği olumsuz etkilerle bozulan ve nefsine karşı irade göstermeyenlerin zevk duyguları da körelmiş olur. Öyle ki böyleleri çirkini merak eder, hatta ondan haz eder hâle gelir. Ulvî zevk ile suflî haz arasındaki farkı iyi idrak etmek ve ne kadar süslense bile doğru olmayanı çirkin olarak görmek gerekir.
Çilekeş dava adamlarının önümüze serdiği ziyafet sofrası dururken bunu riskli bulup kolay Müslümanlığa sapan ve keyfine göre de bir lider bulanlar, ancak nefsini aldatanlar olacaktır ve böylelerinin yıllar geçse de bir tekâmül göstermeleri ve dava yolunda pişmeleri mevzu olamaz. Ancak körler-sağırlar birbirini ağırlar durumuna düşerler. İslâm diye peşine takıldıklarımıza dikkat etmek zorundayız. Şunu da belirtelim ki, nefsimize-rahatımıza uydu diye bir yola ve lidere tâbi olma, aslında kendi nefsine tapınmaktan farksızdır.
Herkes kendi yolunun hakikat olduğunu söyler. Ancak hakikat nerede? Demek istediğim şudur ki, hakikati araştırma kriterlerimiz var mı? Yoksa hoşumuza gidene ve çevremizden görüp risksiz ve kolay bulduklarımıza mı tâbi oluyoruz?
Müslümanlığı da mirasyedi gibi tüketmek değil, onu her daim yürütme gayreti içinde olmalıyız. Dertsiz Müslümanlığın asıl dert olduğu idrakinde olarak, rahatı rahatsızlıkta bilmeliyiz.
Tarihimizi de hamle-feth ruhu ve atalet-rehavet dönemi olarak okuyabiliriz. Batı bugün “demokrasi” kılıfı altında, bizim iç işlerimizle oynuyor. Halbuki bizim onlara müdahale edecek konuma gelmemiz gerekir, atalarımızın yaptığı gibi. Düşmanın üzerine gidemiyorsan düşman senin üzerine gelir. Uluslararası ilişkilerde geçerli kural budur. Barış dönemlerinde bile tetikte durmak icap eder. Zira düşmanına hiç bir zaman güvenemezsin. İç düşman (nefsimiz) için de aynı şey söz konusudur, nefs tezkiyesi ömür boyu sürecek bir büyük cihaddır.
Son sözümüz ön sözümüz olsun, tekâmül edemeyen, tereddî eder!
Baran Dergisi 679. Sayı
16.01.2020