Kısa zaman önce Tunus’ta darbe oldu biliyorsunuz. “Arap Baharı”, doğduğu toprakta gömülüp gitti. Şimdi çoğu kişi darbe aleyhinde konuşmamı bekliyor olabilir ama öyle bir niyetim yok. Kapıyı açık bıraktığına bakmadan hırsıza kabahat bulmak olur bu. Maalesef olacağı da buydu, çünkü olan hep bu. Ne yaptığını bilmemenin ve ele geçen fırsatı değerlendiremeyip sermayeyi heba etmenin sonu budur.

2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” kısa zamanda Tunus ve Mısır’daki Batı kuyrukçusu diktatörlerin sonunu getirmişti. Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali yurt dışına kaçtı, Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek istifa ederek çekildi. Herkes olan bitene sevindi. Biz de sevindik, ama İbda bağlıları olarak bizim sevincimiz diğerleri gibi safdillikten değildi. Bu kadar kolay zafer olamayacağı ve Müslümanların idareyi ele aldıktan sonra nasıl bir rejim kuracağına dair şüphelerimiz vardı. Nitekim hayatın tabiî akışı içinde işler olması gereken noktaya vardı ve Mısır’da Müslümanlar çok kötü ve aşağılayıcı şekilde yenildi. Açıkçası Mübarek’i geri çeken askerî bürokrasinin tuzağına düşen İhvan, seçimle elde ettiği iktidarı darbeyle kaybedip yıkıldı gitti. Böylece askerler hem yılların birikmiş öfkesini savuşturmuş hem de İhvan’ı rahatça ezecek fırsatı bulmuş oldu. Siyaset yaptığını sanan İhvan son derece kolay lokma olarak düşmanın yüzünü güldürdü. 2013 yılındaki darbeden aylar önce cezaevinde verdiği röportajda İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ufuktaki tehlikeyi şöyle haber vermişti: “Arap Baharı ile aslında Müslümanlar ne kadar fikirsiz olduklarını gördüler. Yıllarca halklarını sömüren diktatörler öyle veya böyle devrildi, fakat boşluk doldurulamadı. Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi devrildi. Peki ne oldu? Yerine şuurlu bir yapı oturtulabildi mi? Aksine, Müslümanların ne kadar hazırlıksız olduğu ortaya çıktı.” Dehanın farkını ve üstünlüğünü de gösteren bu sözler her şeyi anlatıyor. İhvan hiçbir şekilde bir devleti, hele ki Mısır’ı yönetecek kabiliyete sahip değildi. Mübarek sonrası dönemde ülke yönetimine geldiklerinde ne yapacaklarına dair kafalarında bir satırlık reçete bile bulunmayan İhvan, 60 yıldır ülkeyi yöneten, belli refleks ve gelenekleri oturmuş, ayrıca Mısır ekonomisini de yönetmekte olan orduyla nasıl baş edecekti? İyi geçinerek zaman mı kazanacaktı? Halkı yanına alarak kışlaları mı basacaktı? Veya kukla olarak mı kalacaktı? Hiç birinin cevabı yok. Buna rağmen ne diye cumhurbaşkanlığı seçimine girdiler anlamak mümkün değil. Mısır ordusunun “tamam, seçimi bunlar kazandı emirlerine âmâdeyiz” demesini mi bekliyorlardı? Elinde silahı ve maddi gücüyle askerin böyle davranmasını beklemek safdilliktir. O halde seçime hiç girmemek daha iyi olurdu değil mi? Madem yönetecek kabiliyetin yok, madem iktidara gelince ne yapacağına dair planın yok, en iyisi yerinde dur. O kadar. Dünya çapında bir ideolojiye sahip olmaktan bahsetmiyorum, sadece iktidarı ele geçirmek açısından konuşuyorum. Evet, ideoloji bu zamanda Müslümanlar için en lüzumlu araçtır ama o kadar Müslüman ülkesinde altı üstü albay rütbesindeki adamlar darbe yapıp iktidar elde ederken İslam davası güdenlerin bu kadar aciz kalabilmesi sadece karşı tarafın uyanıklığı ve zalimliğiyle açıklanamaz.

Her neyse gelelim Tunus’a, 10 yılı aşkın zamandır demokrasi şartları içinde yaşayan Tunus Müslümanları, geçen zaman boyunca uzlaşmacılıkta kaldılar ve iktidar için yatırım yapmadılar. Ele geçen hürriyet ortamında, arkalarındaki halk desteğiyle bazı şeyleri yekten yapabilecekken uzlaşmayı tercih ettiler. Belki ancak buna güçleri yeterdi, ama karşı tarafın bunca yıl beklemiş olması bile Tunus’ta şartların Müslümanlar için elverişli olduğunu ama değerlendirilemediğini gösterir. İspanya’nın sömürgelerinden elde ettiği altının üstüne oturup pintilik etmesi karşısında İngiltere’nin sürekli yatırım yaparak İspanya’yı nasıl saf dışı bıraktığını hatırlayalım. “Fırsat ganimettir”, “su akarken destini doldur” demişler. Maalesef Tunus’taki kardeşlerimiz ne yapacağını bilmediğinden fırsat geldi geçti, su aktı tükendi. Türkiye’ye karşı fırsat kollayan Fransa’nın tezgahıyla darbe oldu. Darbeyi yapanlar Tunus’a hâkim olabilir mi, bu ayrı bir soru. Sadece işlerin darbeye varması üzerinden konuştuk. Orda sağlam direniş olması, hatta Türkiye’nin Libya’da olduğu gibi müdahale etmesi de söz konusu olabilir. Bunları ihtimal diye söylüyorum, mevzuumuz bu değil.

Beceriksizlik, kabiliyetsizlik ve ne yapacağını bilmeme gibi ithamlarla kardeşlerimize haksızlık ettiğimiz düşünülmesin. Kazanmalarını isteriz. Ama kaybetmeleri karşısında sebepleri teşhis için çabalamak yerine zulüm edebiyatı yaparsak o zaman şuursuzluğun devamına katkı yapmış oluruz, bunun da kimseye faydası olmaz.

Türkiye’de aynı illetle kronik hasta durumdaki iktidar nasıl oldu da bir şeyleri başardı diye soran olabilir. Bu başarı Tayyip Erdoğan’ın şahsî başarısıdır, açık ve net. Bunda Erdoğan’ın Büyük Doğu pınarından içmiş olmasının esas payı var. Partisinin payı ise ancak stepne lastik rolüdür, yahut pencere minderi. İbda Mimarı’nın “nizamına doğru” hareket eden Akıncı modeline mutabakat gösteren Erdoğan, mahkûm şartlar içinden sıyrılarak elinde tek adamı bile olmadan ve sırtında dağlar kadar kamburuyla, içerde ve dışarda türlü ittifak ve manevralar yaparak tek başına bugünlere gelmiştir. Eğer arkasında bu üfürükten parti yerine gerçek bir dava partisi olsaydı bugün Türkiye’nin manzarası bambaşka olurdu. Takdir ettiğimiz başarıya rağmen bunca yıllık iktidar döneminin, halk ve gençliğin irfanı ve terbiyesi üzerine yeterli yatırım yapılmadan ziyan edildiğini görmezden gelemeyiz. Batı kuyrukçusu bir kesimin demokrasi sayesinde iktidara gelip ülkeyi tehlikeye atması tehlikesine karşı ne düşünüyorlar onu da bilmiyoruz. Hamâkat ve atâletin galip gelmesi durumunda devasa imparatorluklar bile çökmüşken tenkid ettiğimiz hastalığın galebesi durumunda -Allah korusun- bunca emek ve çaba da ziyan olabilir.