Biri yobazdır, öbürü bir önceki hâlini yobazlık görür ve hep gelişmeye mütemâyildir.
Biri yenilikten nefret eder, öbürü yenilikçidir.
Biri kalıpçı ve şekilcidir, öbürü kalıpları her zaman zorlar.
Biri durağandır, öbürü hareketli ve yer değiştiricidir.
Biri robotlaşmıştır, özeleştirisini yapmak istemez; öbürü özeleştirisini ve sıçramasını devamlı yapar.
Biri mevcutçudur, hâline razıdır; öbürü mevcudu eleştiri ve hiçbir zaman hâline razı olmaz.
Gerçek devrimci, haline razı olmayan ve özeleştiri yapandır. Yoksa mevcut düzene ucuzundan muhalif olan değildir. Devrimci, kendi iktidarında bile devrimci olan, kendi iktidarında bile statükoya ve durağanlığa her ân karşı olan, inandığını daha ileriye götürmeye çalışandır. Yoksa o da statükocu sınıfına girer; “devrimbaz yobaz” kategorisine girer...
Günümüzde “devrimbaz yobazlar” çoktur. Bu tehlikeye biz de düşebiliriz; tekerleme ile işi yürüttüğümüzü sanırken için için pörsürüz.
İslâm nefreti ve düşmanlığı üzerine kurulan ve sürdürülen bu düzenden hiçbir Müslüman memnun olamayacağına göre, her Müslüman tabiî olarak devrimcidir-inkılâbcıdır. Mevcut sistemi eleştirdiği gibi yenilikçi ve dinamik olması gerekir. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu da, Müslümanların içine düştükleri-düşürüldükleri bu durumdan kurtarmak için gerekli inkılâpçı dünya görüşü ve aksiyonuyla temayüz etmiş kişilerdir. Müslümanların ve insanlığın kurtuluş reçetesi olarak ve çağın da ihtiyacına binaen ortaya çıkmışlardır. Küfrün demirden surlarına isyan etmiş, alternatif dünya görüşü ve hayat tarzlarını, ümit ve aksiyon mihrakı olarak izhar etmişlerdir. Düzenbaz Müslümanlar sevmese dâhi, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, aksiyon adamlığı vasfı gereği zihinlerdeki putları ve yobazlıkları yıkmak için, ne bedel olursa olsun ödemiş ve meydan yerine dikilmişlerdir.
Düzenci kafa şekilcidir, şekilde takılır kalır, dedik. Şanlı Türban kavgasının ilk kıvılcımını ateşleyenlerin İBDA’cılar olduğunu belirttikten sonra devrimci-inkılapçı anlayış olarak soralım: Eğer türban serbest kalsa İslâmcı mücadele bitecek mi? Bütüncül (küllî) olamayanların, parça mevzuda takılıp kalmaları ve türbanı bez parçası seviyesine indirmeleri, devrimci anlayışa sahip olamadıklarındandır. Birkaç şekil iyileştirmesine teslim olacak kapasitededirler...
İslâm’ın özü olan cihadın yenilikçi ve devrimci vasfını bilen Batı ve Batıcı güçler, bir kısım Müslümanları kendi düzenbaz anlayışlarına çekmek için, tâbirimi mazur görün, birkaç kemikle onları oyalamak istemektedirler. Günümüzdeki vitrin Müslümanları buna örnektir, onların iyi Müslüman olarak vitrine çıkarılmalarında ve alkışlatılmalarından bu anlaşılmaktadır. Köhne düzene bir anlık nefeslenme payı sağlamaktadır, düzen de birini bırakıp diğerini kullanma yolunu seçmektedir.
DTP başkanı Ahmet Türk, meclis parti grubunda kendi anadiliyle bir kısa konuşma yapar. Türklerin değil de Türkçülerin tepkileri bir noktaya kadar izah edilebilir. Türk demiyorum, çünkü “Türk” ile “Türkçü” aynı şeyler değil, “Kürt” ile “Kürtçü”nün de aynı olmadığı gibi; her Kürt de tabii olarak Kürtçü olmak zorunda değil. Milletini seven, milletine kavimler üstü değer veren İslâm milliyetçiliği ile müşerref olur ancak, sıpanın çayırda zıplaması gibi “ben Türküm, ben Kürdüm, ben Çerkezim” türü şövenist böbürlenmelerle ve diğer sıpalara anırmakla değil.
Bu parantezden sonra mevzumuza dönelim ve düzenci Müslüman kafaya bir örnek vereyim: Ahmet Türk’ün meclis parti kürsüsünden Kürtçe konuşmasına düzen kafasındaki bir Müslümanın tepkisi şöyle. “Meclis çatısı altında Kürtçe konuşulur mu?”
İnkılapçı kafaya sahip olamamanın hazin sonu. Duvarında “Hakimiyet Hakkındır!” değil de, “hakimiyet milletindir” yaftası asılı olan ve türbanlı diye Merve Kavakçıyı meclisten atan, Allahsız ve Batıcı yasaların mimarı olan, çoğu kereste yığını vekillerin içinde yuvalandığı “meclis çatısı”; düzenbaz Müslümana da anlamadan onların avukatlığını yapmak düşüyor.
Yeni bir dünya görüşü-bakış açısını kazanmak, olayları değerlendirmek ve davranışta bulunmak, kendini ve çevreni ona göre düzenleyebilmek. “Şuur süzgeci” davası.
İdeolojiye mensubum demeyle de iş bitmiyor; kimi İBDA’cılarda dava ruh ve anlayışının tersi yorum ve değerlendirmeler olabileceği gibi, teori ile pratiği arasında irtibat kuramama da söz konusu olabilmektedir. Bir de bunun karşıt kutbu var, ya Kumandan’ın dediklerini papağanvari tekrarlayan bir türlü bünyeleştiremeyenler, yahut basmakalıp bir muhalif çizgide her şeye karşı olan ve eleştirmek için eleştirenler. Buna da “devrimbaz yobazlık” denebilir. Engeller sıçrama tahtasına döndürebildikten sonra bu arızalar yaşanması da gerekebilir. Bu süreçlerden hepimiz geçtik ve geçmeye devam edeceğiz.
Propaganda dilindeki ısrarlı tekrarı, şablon gibi anlamak, değişen eşya ve hadiselere karşı aynı eski şablonlarla varlığını sürdürmek hata olur. Meselâ, düşman A karakterinden B karakterine geçmiştir. Fakat bizim devrimci hâla A karakterine sövmeye devam etmektedir. Yeni şartlara ve yeni karaktere karşı yeni dil ve diyalektik ve taktik geliştireceğine, bunun cehdine ve yenilik isteyen zahmetine gireceğine kolayına kaçıp eskinin tekrarlarıyla yetinmektedir.
Belki adam bize yanaşmaya çalışıyor, bu köprüleri biz niye yıkalım? Belki adamın bize yanaşması maksatlıdır ve plân gereğidir. O zaman sen de bir plân yaparsın. Osman Gazi’nin dediği gibi; “tuzak, tuzak kuramayanadır”. Her ân değişen eşya ve hadiselere karşı tuzak kurmasını bilmeyenler, onların tuzağına düşer.
Dostlarda da değişme olabilir; A karakterinden B karakterine girebilir ve yavşayabilir, pörsüyebilir. Her şeyi (kendimizi de) davanın ölçüleri açısından değerlendirmeli.
Demek ki devamlı ve hareketli ve her ân yenilenir bir anlayış, yürüyen bir diyalektik gerekli, devrimci bir anlayıştan kastımız bu; yoksa sadece devrimci sloganlar da kalınır ve papağanvâri tekrarlanır:
“Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” diye buyuran yüce dinimizin mensuplarına durağanlık, monotonluk, düzenin rehavetine kapılmak, öküzün kuyruğuna takılmak, şekilde tatmin olmak hiç yakışmaz.
İdeolojimizi kuşanmadan yaşamak ve bunun tabiî sonucu olarak teori ile pratiği uyduramamak tehlikesi... Böyle bir durum fikirde, siyasette, yaşayışta İslâmı tecelli ettirememek olur? İnancımızın kuvvetini içimizde yaşamak, öyle ki, onun kudreti bizi ısıtsın, biz de etrafımızı ısıtalım; ideolojimiz ışığında yaşamak ve yaşatmak…
Baran Dergisi 117. Sayı
9 Nisan 2009