Yazı dizimizin ilk iki haftasında günümüz dünyasında iktisadın halka dönük yüzü ile gerçek muhtevasının birbirinden farklılaştığını, algılanma ve algılatma şeklinin daha önemli hale geldiğini izaha gayret ettik: Modern iktisadî terminoloji ile ifade edecek olursak, talebin arza “uydurulmaya” çalışıldığını anlattık. Hiç kimse bir şey anlamasın diye de insanlar, ısıtılıp ısıtılıp önlerine konan kavram ve teorilerle boğuluyorlar. Son üç asırdır sadece hayat, insan, din, ahlâk, maneviyat gibi mücerret kavramlar değil, iktisad, biyoloji, tıb ve benzeri bilimler -ve elbette bunların icabı olarak maddenin kendisi-, ruhî istinadların yerinden edildiği kaotik bir dünyada faydacı bir biçimde tanımlanıp duruyorlar. Hayatın akışı içinde kavramların dönüşümü, yenilerinin ortaya çıkması kaçınılmaz bir durumdur; bütün insanî tezahürlerin, farklı ruhî köklerden neşet etmesi ve bunlardan doğan dünya görüşleri nezdinde değişik mânâlara bürünmesi gayet tabiidir. Mutlak bir mihraka işte bu yüzden ihtiyaç vardır. Tabiî olmayan, mutlak mihrakın menfi kutbu halinde, kasıtlı ve planlı bir şekilde pozisyon alınmasıdır; bütün eskileri yıkıp “derinliğine ve genişliğine ferdî ve içtimaî her meseleyi hal çabası içinde tutarlı bir dünya görüşü/ideoloji” üretme ihtiyacı bile duymayan Batı’nın fıtratı zorlayan bir sapkınlığa gömülmesi ve bunu tüm dünyaya dayatmasıdır. Bu, yaydığı hastalığın tedavi edilmemesi için tüm ilaçları ve doktorları ortadan kaldırmaya çalışan habis ruhluların davranışına benziyor. Bilhassa son bir asırdır insanları derinliğine düşünmekten alıkoyacak her tür tedbiri hayata geçirmektedir. Günümüzün dünyasındaki siyasî mücadele, geçmiştekilerden tam bu noktada ayrışmaktadır.

Evet, Doğu ile Batı arasında birkaç bin yıldır süren dünya hâkimiyeti mücadelesi günümüzde geçmiştekilerden farklı bir vaziyette… Bu farklılığı temin eden de Batılıların hiç olmadığı kadar maddeye tasarrufta üstünlük elde etmeleri ve büyük bir kibirle geçmiş, hal ve geleceği yeniden ve tamamen bambaşka bir perspektifle şekillendirme gayretleri. Bu şekillendirmeden en çok nasibini alan sahalar ise, ahlâk ve onun madde planındaki uzantısı iktisad; hakkında en çok teori üretilen, “bilimsellik ve nesnellik” iddialarına bir türlü sağlam zemin bulamayan iktisad.

Geçen hafta bizdeki iktisadın Batı dillerindeki karşılığının “ekonomi” tabiri olduğunu belirtmiştik. Bir tabirin birden çok ve farklı cihetlere ağırlık veren tariflerinin olması normaldir ancak ekonomiye yönelik tariflerin arası telifi bir güç manzara arz ediyor.

Ekonomi, Yunanca menşeili birleşik bir kelime. “Oikia” (ev) ve “nomos” (kural) kelimelerinden terkib olunmuş ve “ev idaresi” anlamına geliyor. Lügate göre “ekonomi”, “ev” ve “dağıtım (daha çok, yönetim mânâsında)” kelimelerinden gelen , “bir evi yöneten kimse” kelimesine kadar takip edilebilen bir terimdir. Ekonomi kelimesi “bir aile veya hane ile ilgili” mânâsına gelse de aynı zamanda “tutumluluk”, “yönetme”, “idare”, “düzenleme” ve “bir devletin kamu faydası”nı da ifade etmektedir. Batı dillerinde 19. Asra kadar ekonomi kelimesi “oeconomus” biçiminde yazılmaktaydı.

Evin iaşesini temin, evi çekip çevirme biçiminde de yorumlayabileceğimiz ekonomi teriminin daha ilk anda göze çarpan yönleri “süreklilik ve mevcudu muhafaza”… İbda Mimarı’nın iktisadın son tahlilde kişinin “canlılığını muhafaza” gayesiyle yaptığı faaliyetler olduğu tesbitinin zımnına kişinin kendi hayatının yanı sıra “kendinin mutlak tasarrufu altında olanların ya da kendisinin parçası olarak gördüklerinin” hayatını idame etmesi de dâhil edilebilir. Hoş, bir ev nihayet bir kişiden de oluşabilir ancak buradaki maksadın ev ahalisi olduğu açık. Eski Yunan’da bir evin cemiyetin en küçük birimi olarak kabul edilen klanlar (büyük aileler, soplar) halinde teşkilatlandığını düşünürsek, aslında bu tabirin dahi eski Yunanların dünyaya bakışlarını yansıttığını söyleyebiliriz. O zamanlar Yunanistan’ında esas olan ülkenin değil, klanın iyiliğiydi ve ancak ülke menfaatleri ile klanın menfaatleri mutabık olduğunda toplu hareket edilirdi. Modern kapitalizmin tabusu Liberalizmin köklerini klanların hükümdarlara karşı direnişinde arayan Batılı akademisyenler var. Vakıf bahsinde Yunanların dünyaya “maddeci/faydacı” gözle baktığını, çalışmayanın veya kötü talihe duçar olanın kendi haline bırakılması gerektiğine inandıklarını yeri geldiğinde aktarmıştık. Bu yüzden Doğu’da son derece yaygın olan hayır kurumları Yunanlar arasında çok tutulmamakta, hatta kerih görülmekteydi. Nihayet Sparta gibi bir şehir devleti kadim Yunan zihniyetinden neşet etmiştir.
İşin doğrusu Batı medeniyetinin tarihî gelişimine baktığımızda, eski Yunan’daki bu halin Avrupa’da tek örnek olmadığını görmekteyiz. Bilinen tarih içerisinde Avrupa’daki halklar açısından klanlarının idamesi, onları yönetenler nezdinde temel meseleydi ve her ne pahasına olursa olsun bunu sağlamak esastı. Batı medeniyetinin bir ideal değil de “güç” temeline dayanmasının kökenlerini buralarda aramak lazım gelir kanaatindeyiz. Klanın hâkimiyeti, onun idamesi ve neticede diğerlerinin aleyhine güçlenmesi ile mümkündü. Roma ve sonraki dönem Avrupa’sına hâkim olan Cermen kavimler de bu zihniyetteydiler ve Roma’nın mirasını çabucak benimsediler. Yukarıda işaret ettiğimiz Yunanların hayır müesseselerine yabancılığı Cermenlerde de ayniyle vaki idi. Batı medeniyetinin gelişim çizgisinin, aslında çıktığı kök olan Yunanlar ve ardından Romalılardaki ekonomi anlayışıyla ne kadar mutabık bulunduğunu anlamak için sadece bu cihete bakmak bile kâfidir. Yunan, Roma ve Cermenlerden sonra Batılıların ekonomik anlayışına son dönüşümünü yaptıran Yahudilerdir. İlerde bu meseleyi geniş bir şekilde ele alacağız.

Son üç asırdır ekonomi, farkında olunmadan ya da üzerinde düşünülmeden yapılan bir işin idrak çerçevesi içine girmesi gibi, insanların çalışma ve geçim düzenlerinden milletlerin birbiri ile mal alım-satımına kadar her iktisadî hadiseyi inceleyen bir “bilim” dalı halini almıştır. Bunda en büyük pay sahibleri Smith, Malthus, Ricardo, Mill gibi kapitalizm müdafi yazarlar olduğu kadar Marks gibi kapitalizmin karşısında duran felsefecilerdir. Marksizm, materyalist dünya görüşü icabı ve haddi zatında ekonomik tahlillere dayalı ve sosyal düzeni onunla izah eden bir anlayış olması hasebiyle ekonomiyi tamamen determinist/muayyeniyetçi bir bilim dalı olarak görmek zorundaydı. Yani ekonominin bir bilim dalı kabul edilmesinde Marks’ın tesiri belirleyicidir.

Kelimenin doğrudan anlamını verdikten sonra ıstılahî mânâsına, yani ekonomi biliminin Batı literatüründeki tariflerine bakmaya sıra geldi. Bu tariflerde birbirinden farklı anlayışların yansımalarını rahatlıkla müşahade edebilmekteyiz. Aşağıdaki altı ayrı tarif ile dediğimizin daha iyi anlaşılacağını umuyoruz:

“1. Ekonomi (ya da politik ekonomi) parayla ilgili olsun ya da olmasın, kişiler arasındaki mübadele işlemlerinin incelenmesidir.
2. Ekonomi, kıt üretim faktörlerinin, çeşitli mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılmak üzere nasıl seçileceğinin ve üretilen malların tüketim amacıyla toplumun bireyleri arasındaki dağıtımının incelenmesidir.
3. Ekonomi, halkın günlük faaliyetlerini, gelir kazanmasını ve yaşamını sürdürmesini inceleyen bir bilimdir.
4. Ekonomi, insanların üretim ve tüketim faaliyetlerini nasıl organize ettikleri konusunun incelenmesidir.
5. Ekonomi, servetin incelenmesidir.
6. Ekonomi, toplumların nasıl geliştiğini ve medeniyetin nasıl oluştuğunu inceleyen bir bilimdir.” (Seyidoğlu, Ekonomik Terimler Ansiklopedik Sözlük, s. 158)
İşin kültürel, dolayısıyla manevî cihetini ihmal eden ve hepsi de Batılı bir fikir mezhebine bağlanan bu tarifleri bilahare ele almak üzere, Seyidoğlu’nun bunlardan çıkardığı ortak noktalara bir bakalım:
“a) Ekonomi, toplum halinde yaşayan insanların davranışlarını konu alan, yani sosyal bir bilimdir.
b) İnsanların sınırsız kabul edilen maddî ihtiyaçlarının karşılanması amacına yöneliktir.
c) İnsanların maddî ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetler, sınırlı durumdaki üretim kaynaklarıyla üretilirler.
d) Ekonomideki amaç, kıt kaynakların kullanılmasından en yüksek faydanın elde edilmesidir. Ancak mevcut kaynak arzının artırılması, bu kaynakların mal ve hizmet üretiminde etkinliğinin artırılması ve kaynakların mülkiyetinin toplumda çeşitli kesimler arasında dağılımında denge sağlanması, bazı ortak amaçlar arasındadır.” (Age, s. 158)

Bahsimize gelecek sayı devam edeceğiz.

Baran Dergisi 516. Sayı