Geçen hafta üretimin unsurlarını ele almaya başlamıştık. Bu unsurların en mühiminin, “şeyleri” dönüştürme gücüne malik insan unsuru, yani emek olduğunu ifade etmiştik. Emeği en basit el işçiliğinden en karmaşık zihnî faaliyete kadar yayan görüşler bulunduğu gibi bunu kol gücü ile sınırlandıran anlayışlar da vardır. Ancak, bir çaba gösterilmesi noktasından zihnî faaliyetin emekle tarif olarak içiçe geçtiği ve ferdin dışardan aldıklarını bünyeleştirip maddî faydaya müteallik daha ileri bir merhaleye eriştirmesini sağlayacak tek yolun zihnî faaliyet olduğu genel kabul görmüş bir vakıadır. (Manevî fayda meselesi tam hesaba gelmediğinden, iktisadçılar arasında bu hususta bir ittifak mevcut değildir.) Daha doğrusu, insanların faaliyetlerini üretim formuna sokan, dayandıkları zihnî gayretleridir. Üretimin bir kültür ve dolayısıyla ruh işi olduğuna işaret eden bu durum, seri üretim ile el emeği arasındaki farkın sebebini de açıklamaktadır. Kişinin ürettiği ile arasındaki bağın koptuğu, kendinden bir parçayı bulamadığı, ürettiği anda kendisinin olmaktan çıkan malları iyileştirip geliştirmeye yönelik zihnî gayret asgari seviyede, tam tersi durumdakilere ise en azamidedir. Marks’ın “yabancılaşma” diyerek proleterin sermaye üzerindeki hakkına dayanak yaptığı, işte bu üreten ile ürettiği arasındaki kopma halidir.

Diğer taraftan, yine fayda açısından bakılacak olursa, ferdlerin zihnî faaliyetlerinin neticesi bilgi birikimlerinin sermaye kapsamı içinde değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Yani, zihinde sermaye birikimi, alet ve meta olarak değil de, bilgi şeklinde yapılmaktadır; iktisadî açıdan aynı anda iki netice vermekle son derece faydalı iken, keyfiyetine hâkim olunamadığından, son iki asrın “tümevarımcı-maddeci” iktisadî telakkileri zihnî üretim karşısında çekingen bir tavır takınmışlardır.

Modern iktisadî kavramların, her ne kadar geçmişte benzerleri bulunsa da, onlardan mahiyet olarak farklı bir mevkie taşındığını görmek gerekiyor. Batı’da Aydınlanma Çağı ile başlayan modern anlayış, en başta her şeyin sebeb-netice münasebeti içinde rasyonel/aklî bir şekilde incelenmesinin mümkün olduğu faraziyesine dayanmaktadır. Bu yaklaşımın tabii neticesi, akılla anlaşılamayacak hiçbir şeyin mevcut olamayacağına ve henüz anlaşılmadıysa bile ileride anlaşılacağına yönelik inançtır. Analitik yani tahlilî/parçalara ayırıcı bir zihin dünyasının yansıması olan maddeci yaklaşımın en mümeyyiz vasfının, bilgi üretenin kendi aklına yönelik güveni olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buradaki öz güvenin büyüklere değil de çocuklara has bir his olduğunu, bu analitik tarzı en nihaî noktasına kadar geliştirme azmindeki kişilerin eserlerini okuyunca müşahade etmekteyiz. Tahlil ve tecrid, terkibî bir anlayışa sahib olmayan bir zihin tarafından icrâ edildiğinde, unsurların tekrar birleştirilmesi mümkün değildir; ancak protez/uydurma parçaların bir araya getirilmesinden söz edebiliriz. İbda Fikriyatı’nın “bilinen ve bulunan aranır” hikmetinden bizim anladığımız, parçalara bütüncül/küllî bir gözle bakılmadığında, bunları ahenk içinde birleştirmenin imkân dâhilinde olmadığıdır. Bu gözün aslen aklî değil –zira akıl, zanna dayanır ve yakîn sağlamaz-, manevî bir göz olduğunu belirtmemiz lazım. İbni Arabî Hz.’nin deyişiyle “keşfi olmayanın ilmi yoktur.” Tahlilin gayesi mecburen terkib olduğundan, yani sadece tahlille kural tesis olunamayacağından, göze ve kulağa bir süreliğine hoş gelen, ama icrâı imkânsız teoriler oluşturulmakta, bir süre sonra bunu bir yenisi izlemektedir.

Batılı akliyeci yaklaşımın iktisadın yanı sıra tüm bilimlere getirip götürdüklerini inceleme konusuna ilerleyen bölümlerde girme arzusu taşıdığımızdan, açtığımız parantezi emek hususunda vereceğimiz bir misalle kapatmak istiyoruz. “Kapital”den başlayarak tüm Marksist literatür, emeğin bütün üretim sürecinin en aslî unsuru olduğunu isbata matuf belki binlerce analizle doludur. İstatistikî verilerin, fiyat mukayeselerinin ve yoğun bir zihnî tecrid faaliyeti neticesi icad edilen veya içeriği değiştirilen tariflerin bolca kullanıldığını görürüz bu eserlerde. Doğrusu tarifler ve veriler genelde tutarlıdır, teşhisler yanlış değildir. Çok dakik hesaplar yapılır. Kullandıkları metod, üretim sürecini fayda merkezli bir surette parçalarına bölerek en önemli unsurunu bulmaktır. Bütün bu efordan sonra vardıkları sonuç, İbda Hikemiyatı’nın “Her şey galibine tâbidir” ilkesi muvacehesince, bütün iktisadî faaliyetlerin aslının, en büyük faydayı getiren emek olduğudur. Ancak maalesef bu emek, denklemlerin birbirini tutacağı şekilde ayarlanmış “soyut” bir emektir; şu ya da bu işçinin emeği değildir. Bütün bu analizler, soyut ve basit bir kol gücünde nihayete erer. Bu yüzden hem fayda sağlamayan hem de kol gücü gerektirmeyen felsefe ve sanat faaliyetleri, üretim süreci içinde kendine yer bulmakta zorlanır. Üretim süreci içinde bulunmayanlar, ya aktif ya da pasif sömürücüler olduklarından, kendilerinin beğendiği sanat ve fikir faaliyetleri yürütenlere de bu hal yakıştırılamayacağından, bu tür faaliyette bulunanlar, “içtimaî fayda” gibi muğlak ve her unsuru yerli yerine koyucu akılcılık iddialarına hiç yakışmayan bir noktadan üretim sürecine sokulup denklemin parçası yapılmaya çalışılırlar. Vaziyet, çocuklarla yapılan alet kullanım deneylerindeki durumun aynıdır: Çocuk, şeklin girmesi gereken asıl yuvasına aldırış etmeden, gerekirse zorla sokmaya çalışır. Bunlar da bilimsel metodlarına uymayan unsurları yanılsama veya safsata diyerek reddederler ya da zorla bir yerlere oturtmaya çalışırlar. Zihin düzenlerini ve konforlarını bozacak şeyler, onların nazarında tabudur. Umumiyetle bunları bir mitos halesinin arkasında gizlemeyi denerler. Allah’ın sopası yok: Batı düşünce tarihinde metafiziği reddedip de, ona en çok sarılan Marksistlerdir. Yoksa bütün kâinatı ve insanı determinizm/muayyeniyetçilik hapishanesinin içine koyup, sonra da ilerisini gerisini hiç düşünmeden bu tarifinin altını boşaltmak pahasına tabiatın normal akışına müdahale ederek zamanı durduracak bir “devrim”i/cennet hayalini savunmak nasıl mümkün olabilirdi? Bu yüzden, İbda Mimarı’nın İslâm dışındaki beşerî görüşlerin genel hastalığı olarak teşhis ettiği “mihraksız tümevarım” davranışının zirvesinde metafiziği asla kabul etmeyen, basit bir kâinat öngören, ancak kurdukları denklemler açmaza düşünce tersine bir hamle ile bütün görüşlerini metafizik ve mistisizmle süsleyen materyalistler, bilhassa da Marksistler oturmaktadır. İktisad mevzuuna daldıkça bunu daha yakinen görmekteyiz.

Ancak şunu da kabul etmemiz gerekiyor: Özellikle Marksist teorisyenler, emek ve değer oluşumu münasebeti üzerine bir noktaya kadar teşhis ve izahlarında gayet haklıdırlar ve kendilerinden bu konuda faydalanmamak olmaz. Garip olan şu ki, muhalifleri olan liberal iktisadçılar, Marksistlerin üretim sürecine dair teorilerinden sosyalist devlet denemelerinde bulunan ülke idarecilerinden daha fazla istifade etmişler ve 2. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki post-modern sömürü metodlarını geliştirmişlerdir.

İktisadın ana konusunu teşkil ettiğinden, ihtiyaç meselesine ve emekle münasebetine değinmemek olmaz. Emeğin hammaddeyi kullanım değeri olan bir mala dönüştürme maksadının insanların ihtiyaçlarını gidermek ve böylece bir fayda sağlamak olduğu konusunda tereddüd yoktur. Üretimden anlaşılan da budur zaten: Etkin talebi karşılayacak malları temin… Ancak tam bu noktada ihtiyacın ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. İhtiyaç, insanların hayatlarını idame için giderilmesini zorunlu gördükleri mal ve hizmetlerden ziyade, umumi mânâda tatmin edilmesini istedikleri her şeyi içermektedir. Mesela bazen üretimi yapan, kendi şahsi tatminini temin için bu faaliyeti yürütmektedir; aynı anda hem maddi hem de manevi tatmini sağlamaktadır. Her yeni devrin çevre şartlarının (buluşlar, iklim ve toprak değişimleri) ve tamamen ruhî bir amil olan insanların alışkanlıklarının ihtiyaçların yapısını belirlediğine şüphe yoktur. Kişilerin inançları ve bundan neşet eden örfler, ihtiyacın tayininde temel belirleyicidir. Bir ülkedeki her bölgenin ve değişik zamanlardaki her neslin ihtiyaçları birbirinden farklıdır. Yine aynı zaman diliminde muhtelif ülkelerdeki insanların ihtiyaçlarının farklılık arz etmesi de son derece tabiidir. “Bulunan ve bilinen aranır” hikmetinden mülhem, gerçekte yaşanan, ihtiyaçların aletleri ortaya çıkarmasından ziyade, aletlerin ihtiyaçları doğurmasıdır. İbda’nın temel tezlerinden olan “ihtiyaçlar aleti değil, aletler ihtiyacı doğurur” ilkesi, bilhassa son 30 yıldır fiilen tecrübe ettiğimiz bir hakikattir.

Emek-ihtiyaç ilişkisine gelecek sayımızda devam edeceğiz.


Baran Dergisi 523. Sayı