Fıkıh ve fikir münasebetini ele aldığım bu makalenin bir önceki kısmında fıkhın “incelikleri kavrayacak derin anlayış/fikir” anlamına da geldiğini, o minvalden bakıldığında İslâm’a nisbet içindeki, onun itikadî ve amelî sınırlarına bağlı fikrin de fıkhın hasrı içinde kaldığını ifade etmiştim. Başka bir ifadeyle, yeryüzünde yaşanmış ve yaşanacak hiçbir hadise İslâm’ın kapsamı dışına çıkamayacağından, İslâm’ın o mesele hakkında mutlaka bir miyarı olduğundan/olması gerektiğinden, doğrudan pratiğe dair amelî plandaki işlerin de İslâm fıkhının kapsamı içinde bulunması, -İbda Mimarı’nın umumiyetle kullandığı kelimeyi kullanacak olursak- mukadderdir. Yani BD-İbda, asrımızda İslâm fıkhının aynıdır. Elbette burada hemen “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” ölçüsünü hatırlatmamız lazım. Bu ayniyet, mânâ cihetindendir, yoksa şeriatın ibadet, ukubât veya muamelata dair kurallarını değiştirme, yeniden tanzim etme biçiminde değil; Şer’î maksadı yerli yerine oturtarak, şer’î hükümleri bağlamından koparmak suretiyle tatbikine izin vermeyerek tezahür eden bir anlayıştır. Yani BD-İbda, bir içtihad yolu değil, fıkhın daha derin anlamına istinaden bir fikir yoludur. 

(Fıkhın dondurulamayacak bir tekâmül seyri izlediğini ve örfün sürekli şeriatın hasrı içine girdiğini en güzel “şeari’l-İslam” bahsi üzerinden misallendirebiliriz. Bu meseleye iktisadî meseleler bağlamında değineceğiz.)

Üstad Necib Fazıl’ın bu mevzuyu hâl ve fasl eden tesbitlerini, tezimi isbat sadedinde iktibas etmek istiyorum:

«Bir konferansımda bana sordular:
- Devrimizde içtihâd kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?
Şu cevabı verdim:

- “Devrimizde ve her devirde içtihâd kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak... Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir “imkânsız” ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...

Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlıkarınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?.. Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihâd kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük mütefekkirler gelebilir ve bunlar asır yenileyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar.Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu.»(NFK, Doğru Yolun Sapık Kolları, sh. 100-101)

Üstad’ın İslâm’a yönelik bir “fıkıh”ın nasıl olması gerektiğini gösteren İman ve İslam Atlası isimli eserinden:

«Size “içtihâd kapısı açık mıdır, kapalı mı?” diye soranlar olursa, onlara deyiniz ki: “Prensip olarak kıyamete kadar açıktır; fakat yeni bir içtihad ehliyetinde ferdî bir zuhur, at yarışında atlıkarıncanın safkan Arap küheylanını geçmesi kadar ihtimal dışıdır.”

Bu kayıt, sadece itikad, amel ve muamele dairesi içine mahsustur. Bunların dışında, temas ettiğimiz gibi, (estetik) ve (sosyal) planda, esasa aykırı düşmeksizin ehlince her içtihad makbuldür. Bunun da ismi içtihad değil intikal olur. Ruha intikal… İmtisal, intibak…»(Sh. 43)

Bu meseleyi çok doğru bir şekilde kavrayıp aksettirdiğinden dolayı Kazım Albayrak’ın Aylık Dergisi’nin Ocak 2006 nüshasında çıkan fıkha dair yazısından şu bölümü almasam olmazdı:

«“Fıkıh”, “fehm-anlayış” demek; ve bunun sistemli hali ise “İslâm’a Muhatap Anlayış”… Aslına ve özüne uygun olarak yenilenen İslâm anlayışı; Fâkih’in vazifesi bu… Bu yenileme ve özüne kavuşturma işini, “fıkh” kavramının doğru yorumlanmasında bile görebiliriz. Çünkü günümüzde “fıkh”, bir ilim dalı olan “ilm-i fıkh”a indirgenmiş ve hatta “icar, talâk, seleme… vs.” bahislerini bilmekten ibâret sayılmıştır. Hâlbuki Hicrî Birinci Asırda böyle değildi; Allah’tan daha çok korkan, imân, ahlâk ve amel esaslarını öğrenen iyi hasletliler için “âlimdirler, hâkimdirler, fâkihdirler” diye buyurmuştu Allah Resûlü… 

“Fıkh”ı, “İslâm olma”, “İslâma Muhatap Anlayış”ı kuşanma mânâsına anladığımıza göre, fıkıh olmadan “ilm-i fıkh” olmaz. Yani anlayışta sapma olursa, onun ilmi de sapar; ilim sahibi Vehhabî, Şiî, Mutezilî olanları biliyoruz ve Doğru Yol anlayışını kuşanmadan ilim öğrenmeye çıkanlara da “dalâlette” diyoruz... “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” ayırımı gibi... İslâm fıkhı, İslâma Muhatap Anlayış... İslâma Muhatap Anlayışı yenileyenler ise, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu; biri “nasıl”ı, diğeri “niçin”i çerçevelemiş... Bir aynıyetin birbirine denk iki kanadı, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı...

Zaten “fıkıh”ın “bir şeyin hakikatine nüfuz etme” ve “kendisine hüküm taalluk eden gizli bir mânâya vakıf olma” anlamı var... Selâmet, yani “felâh-kurtuluş”, İslâm’da... Felâh, “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” demek. Fıkh’ın mânâsı ile felâh’ın mânâsı örtüşüyor; İslâm olmak için “İslâm fıkhı” şart görünüyor... Zaten Allah “Kulumu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için yarattım.” diye bizzat buyurmuştur.
İslâm’ı İslâm’ın istediği şekilde anlamak için, “Tevil ve Tâbir” ölçülerimiz gerek!.. Herkesin hakikati kendine, hakikatin hakikati nerde?.. “İslâm hukuku” canlı bir hukuktur, ölçüler kıyamete kadar bâkîdir; ama çağın meseleleri karşısında İslâmî ölçüleri pırıldatacak Tatbik Fikri gerekmektedir… Mutlak Fikre nisbetle Tatbik Fikri (İslâm’a muhatap anlayış) çağın mesulü ve şahidi olan Fâkih’in vazifesidir…

Fâkih, “içtihad melekesine sahip olan” demek… Yani, “duygu hâlinde düşünce-his hâlinde fikir” mânâsına… Yeni bir mezhebe gerek olmadığından bu mânâda içtihada gerek yoktur… Yenileyicilik vazifesini bu devirde mütefekkirler yerine getirecektir.»(Kazım Albayrak, Aylık Dergisi, 1 Ocak 2006)

Fıkhın, anlayış olarak telakki edilmesinin pratik ehemmiyeti nedir? Geçen yazımızda İslâm’a nisbetle hüküm çıkarmada iki yöntem olduğundan bahsetmiş ve bunların illet ve hikmet diye tasnif olunduğunu belirtmiştik. Ebubekir Sifil’e göre içtihad ve fetvalarda arzulanan illet ve hikmet birlikteliğidir ancak illet tek başına olsa da kabul edilebilirken, hikmet tek başına fıkhî kaynak olamaz. Bunun sebebi, hikmetin merkeze alındığı ve şekil diye isimlendirebileceğimiz illetin göz ardı edildiği yerde hükmü merkezle bağlayan nisbet ipinin kopma ihtimalidir. O açıdan illet üzerine bina olunmuş şeriata uymayan bir hakikatin mevcud olabileceği Müslümanlar tarafından kabul edilemez. Hâlbuki diğer taraftan hikmet bağlayıcı değildir ve inkârı kişiyi dinden çıkarmaz. Zira herhangi bir meseledeki gaî veya illî hikmete dair görüşler, değil müçtehidler ve âlimler arasında sıradan kişilere göre bile değişebilir ve bu değişik görüşlerin her birinde hakikatten bir hisse olabilir. Ancak manaların tecellisi için zaruri suret/şekil şartından dolayı kuralların belli bir kalıp içine inşâı gerekir ve bu sebebten verilecek bir hükümde üç ana kaynakla irtibatlı, o kaynaklarda belirlenmiş müşahhas bir illet aranır. Mesela şarabın haram olmasının yüzlerce hikmeti olabilir ancak illeti sarhoşluk vermesidir ve nassla sabittir. Böylece sarhoşluk verici mahiyetteki her tür madde bu müşahhas illet bağı içinde yasak kapsamı içine girer. Ama mahiyet olarak sarhoşluk verici olmayıp da kullanan kişinin o anki fizikî ve psikolojik durumundan dolayı başının dönmesine veya algılarının bulanmasına yol açan bir madde, aynı illetten dolayı (mahiyetinin sarhoşluk verici olmaması) genele şamil yasak kapsamına girmez, belki sadece o şahsa yasak kılınabilir. Veya bir kişinin sarhoşluk verici maddelere karşı bağışıklığı vardır ve ne kullanırsa kullansın aklî melekeleri yerinde kalmaktadır; bu da kullanıcıyı bir haramı işleme cürmünden kurtarmaz. Rüyayla amel edilmez ölçüsünü de böyle görmek lazım: Müminin rüyası hak olsa da, ona hastır, o yüzden de rüyadan umuma müteallik edecek, bağlayıcı bir şer’i hüküm çıkarılamaz. 

İmdi bu noktada esas meseleye geliyoruz. Fıkıh, bir ilim olarak, mecburen bu müşahhas sebeb-sonuç bağı içinde ilerler ve böylece bir İslâm cemiyetinin ferden ve içtimaen hareket sınırlarını belirleyen kuralları koyar. Bu kural teşkili çabası öylesine yoğun bir biçimde gerçekleştirilmiştir ki şu noktanın tam manasıyla kavranılması gerekmektedir: Bugün karşılaştığımız yeni hadiseler de dâhil olmak üzere, esasen hakkında içtihad edilmemiş veya fetva verilmemiş bir konu yoktur. Ferdî sahada bu kesindir, içtimâî saha için de bunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Ancak İslâm âlemi olarak hâlimiz meydanda. Burada şöyle bir tesbit yapabiliriz. Fıkıh, dinî hükümlerdeki illetle ilerlerken, fikir aynı hükümlerin hem illeti hem de hikmeti üzerine yükselir. Hikmet, mahiyeti itibariyle mücerret olduğundan, tümevarımcı tecrid cehdine tabidir. Tecridin de nihayeti olamayacağından, zorunlu olarak bir mihraka muhtaçtır. İşte bu mihrak, apaçık olan ve asrımıza kadar nisbetini koruyarak birike birike gelmiş İslâmî kurallar bütünüdür. Günümüzde Müslümanların derdine deva olma gayretindeki bir Müslüman mütefekkirin bu kurallarla bir işi yoktur: Onları değiştiremez, eğip bükemez, tevil edemez. Bunlar din dışı diye vasıflandırabileceğimiz reformistlerin işidir. Şer’î kuralların sonsuz hikmetlerinin her asırda farklı bir cihetinin anlaşılması ise gayet tabiidir. 

Hülasa merkezi Mutlak ve İlahî olan, ancak hitab ettiği beşerin verimlerini de “manevî onaylı” bir usulle kendine bağlayıp halkalarını sürekli genişleten İslâm’ı tatbik meselesinde, fikir adamına, hikmetlerden hüküm çıkarma ve İslâm’ı hayata değil, hayatı İslâm’a uydurma vazifesi düşmektedir. Bunun yolu da tıpkı sindirim sisteminin faydalıyı alıp faydasızı atması gibi, ayırt etmeksizin bütün beşer birikiminin İbda diyalektiği (fikrî mahiyeti tertib usulü) eliyle mutlak İslâm miyarına vurulmasıyla olmaktadır. Elbette bu meselenin bir yönüdür; diğer yönüyse fikir adamının bulunmayı bekleyen hikmetleri keşfetmesidir. BD-İbda, İslâm’ı asrımıza her yönüyle tatbik mevkiindeki bir fikir hareketi olarak, tarifi itibariyle tamamı Müslümanların malı olan, bulunmuş veya bulunmayı bekleyen tüm hikmetleri kendine has bir tertib içinde kullanılabilir hâle getirmektedir. Bunu icra ederken istikametini belirleyen sabite ise, hiçbir şeyin İslâm’ın ilgi sahası dışında kalamayacağı gerçeğidir. Bir siyasî düzeni İslâm devleti kılan husus, İslâm’ın nisbet zincirini koruyarak, mânâ ve madde/şekil bütünlüğü içinde, ikincisini birincisine, hakkını yemeden, uyumlu kılması ve aklıselim ile bina edilmiş olmasıdır. Bağlamından koparılan İslâmî kaideleri, nefsanî bir şekilde, halkı aldatmak maksadıyla uygulayan devletin İslâm devleti olmadığı anlaşılmıştır.


Baran Dergisi 604.Sayı