Uluslararası sermayenin kontrolünde “açık piyasa” değil, kendi insanına hakça dağıtım yapan ve eme­ğin hakkım veren bir ekonomik dü­zen.
Uluslararası ticarete karşı olan yok ama dışarıyla rekabet edemeye­cek alanlarda sınırlama şart. Zira re­kabet eşit şartlarda yapılmıyor.
Küresel krizde Fransa bile bunu yaptı. Stratejik değerde gördüğü Danone’nin özelleştirmesine karşı dur­du. Bizde ise, ABD’nin küreselleşme projesi doğrultusunda uluslararası sermaye teşvik ediliyor. Hükümet ve medya da bu projenin yanında yer alıyor.
Ülkemizde bulunan belli başlı iki medya grubundan Aydın Do­ğan ve Erdoğan medyası da ülkemi­zin ABD çizgisinde olmasında hem fikir. Çünkü uluslararası kapitalist sistemden nemalanmak peşinde hep­si. Beslendikleri düzen bu.
Kapitalist sistem küreselleşmeyi dayatmakta, kendi çıkarlarına uygun mâlî ve iktisâdı reformlar, kentlileş­me, sivil toplum örgütleri gibi sosyal oluşumlar teşvik edilmekte.
Batı’nın kendi içinde birleşmesi, sınırların kalkması, uluslar üstü or­ganlar kurulması ve hızlı teknolojik gelişmelerle küreselleşme kaçınıl­maz bir vakıa olarak empoze edili­yor. Mal-hizmet-sermaye gücü ya­nında, askerî baskı da birlikte uygu­lanıyor. Çünkü askerî ayağı olmadan “Küreselleşme” yürütülemez.
Siyasî organlar baypas edilerek finanslaşmış kapitali elinde bulundu­ranlar devreye sokuluyor.
Küresel sömürge düzeninin kültü­rel alt yapısını oluşturmak için, uluslar arası ilişkilerin kavranmasında yeni bir bakış oluşturup, dünyayı bir bütün olarak göstermek istiyorlar. Küreselleşme, sömürge düzeninin sözde fikrî ve kültürel ifâdesidir. Bütün hukukî si­yasî, İktisadî ve kültürel oluşumlar batı normlarını evrensel kılmak için. “Terör, insan haklan, soykırım, ulus­lar arası hukuk” gibi kavramlar onla­rın çıkarına hizmet ediyorsa vardır; aksi halde bunların hiçbiri devreye sokulmaz.
Sanayi devrimi ve serbest piyasa ekonomisi vasıtasıyla, küresel mer­kez çıkar birliğinde güçlenirken, çev­re dâima zayıflamakta; çevre ülkeler dış borç altında ezilirken uluslararası sermaye, “serbest piyasa” dayatma­sıyla ulusal çözümleri zorlaştırmakta “millî ekonomi”, millî kalkınma”, “ülke tarımı” gibi kavramlar rafa kal­dırılmaktadır.
Küreselleşme ile millî değerler çatışıyor. Fakat şu da bir gerçek: sa­dece ulusal değerlerle küreselleşme­ye karşı durmak zor. Antiemperyalist bir duruş ve yeni bir bünye düzeni anlayışı küreselleşmenin önünü kese­bilir.
Ülkemizde küresel sömürüye di­renen gruplar da farklı farklı...
Kimileri palyatif tedbirler, ısla­hatçı yöntemler peşinde. Bazı millî değerler, bazı iktisâdî değerleri koru­ma derdinde.
Top yekûn teslim olan işbirlikçi kesim dışında kalan, fakat top yekûn karşı oluşu da sergileyemeyen bu ke­simin samîmî unsurları muvazaacılığı bırakıp, devrimci-inkılapçı bir çiz­giye gelebilecekleri gibi, sistem ça­pında bir tekliflerinin olmamasıyla da küreselleşen sömürü düzenini şuursuzca destekçisi halini alabilirler.
İnsanlık yeni bir dünya düzenine muhtaç.
Artık her kriz döneminde hasır al­tı edile edile içinden çıkılmaz hâle gelen sorunları palyatif tedbirlerle çözmek mümkün değil.
Hem mücerred hem de müşahhas ölçüler ışığında, eşya ve hâdiseler ze­mininde, siyâsî ve ekonomik mevzu­larda, neler yapılacağını, teklif, öneri ve icraatımızla gösteriyoruz, “en kü­çük çaplarda doğru politika” ilkesince, plan ve projeler üretmek ve doğru uygulamalar yanında yer almak duru­mundayız. Meselelere bakışta “Bütün Şuur İdraki”ni kaybetmeden parçada da manamızı tüttürmek zorundayız. Şu anki sistem bize âid olmasa da, doğrularımızı göstermek, misâllendirmek vazifemiz.
Büyüme ve istihdâma hizmet eder görünen yabancı sermaye kısa vadede faydalı olabilir fakat dışarıdan ge­lecek “sıcak para” günü kurtarırken ileride daha büyük zararlara yol aça­cak, geleceğimizi ipotek altına ala­caktır.
Para politikası, maliye politikası ile birlikte iktisatta belirleyici âmil­dir. fakat bunlar siyasetin parçası ola­rak birlikte yürütülmelidir.
Döviz fiyatlarının düşük olması ihrâcâtı olumsuz etkilerken devalüas­yon ve enflasyon korkusu içinde olan merkez bankası ise, “döviz gelsin, enflasyon artmasın” siyâsetinden başka bir şey görmüyor. Asıl ekono­mik sorun ise, iç ve dış talebin can­sızlığı ve büyüme ve istihdam azlığı.
“Şeker fabrikaları satılırsa, Türki­ye pazar hâline gelecek, dışa bağımlı­lık ve dış borçlanma ihtiyâcı arta­cak” diyen Türkiye Şeker Sanayi İş­çileri Sendikası... Türkiye’deki ilaç piyasasının 100’ de altmışını elinde bulunduran yabancı sermayeli firma­ların zararları karşılamakta ayak di­rettiğini belirten Tüm Eczacılar der­neği başkanı Salih Beşir, eczane ey­lemlerinin gerekçesini belirtmiş olu­yordu.
Bedel ödeyen merkez değil çevre oluyor. Çünkü merkez çevreye daya­tıyor.
Zaman Gazetesi’nde İbrahim Öztürk ise “Model Ortaklığın Ekonomi­si” başlıklı yazısında, ABD -Türkiye ilişkilerinin nasıl tek yanlı yürüdüğü­ne temas ediyor; sanki bir farkı var­mış gibi Obama’yı ümit olarak göste­rirken, şu ekonomik tesbitlere de yer veriyor: “Akla gelen her türlü ‘Made in US’ malı Türkiye’yi yolgeçen ha­line getirirken, örneğin Cargill Bursa’da tarım arazisinin içine yasaları ihlâl ederek fabrika kurabilirken, yı­kılması durumunda Bush doğrudan bunun pazarlığını yapabilirken, Tür­kiye’nin ABD’ye satabileceği bir avuç ürün çok görülüyor. Örneğin ha­zır giyime ABD kota koyuyor, vize probleminden bahsetmeye bile gerek yok!” Ve şunları ilâve ediyor İbrahim Öztürk: “ABD’nin gözünde Türkler, çölde devesi, rakkasesi ve rakısı olan, ucuz asker, istendiğinde ‘ne koparta­biliriz?’ diye ha bire ABD ile at pa­zarlığı yapan şımarık ve yarı Arap bir topluluktur!”
Yatırım için yabancı sermaye ge­lebilir ama bunun denetiminin, ne ge­tirip ne götüreceğinin hesabı iyi ya­pılmalı. Bu yapılmadığı takdirde za­rarı faydasından büyük olacaktır. Zi­ra özelleştirme de, küreselleşme de yanlışın doğrularıdır.
Yabancı sermayenin gelişmekte olan ülkelerde yaptığı sermaye biriki­mi finanslaşmış kapitale dönüşmekte bu da borsaya, spekülasyona, faize, krediye evrilmekte, IMF’nin, Dünya Bankası’nın elinde az gelişmiş ülke­leri sömürmenin aracı haline gelmek­tedir.
Finanslaşmış kapitalden orta ke­sim zararlı çıkıyor. Çünkü orta kesi­min böyle karmaşık oyunları anlayacak ve bozacak durumu yok.
Finanslaşmış kapital paranın ken­dini yeniden ve yeniden üretmesidir. Her zaman spekülatif girişimlerin emrindedir.
Küresel mali kriz de paranın bu urlaşmasından, Üstad Necip Fazıl’m teşhisiyle “sermayenin dehhâmeleşmesinden” doğdu. Kapitalist sermaye grupları aşırı biriken sermaye için önderlik yapacak ülke arayışında. Ja­ponya mali durumu itibariyle buna müsait, fakat askeri gücü yok. Bu se­beple hegemon olma ihtimâli zayıf. Çin ise bu grupların işine ne kadar uyar belli değil. Onun içindir ki G-20 ile bu işi götürmek ve batı normlarını evrensel kılmak derdindeler.
 
Baran Dergisi 156. Sayı
7 Ocak 2010