Bunalım içindeki bir Alman gencinin Hitler dönemine öz­lemini ifade eden, “onların uğrunda savaşacakları bir idealleri vardı, bi­zim hiçbir şeyimiz yok, kös-kös otu­ruyoruz” şeklindeki sözleri, idealsiz ve amaçsız insanın mutlu olamaya­cağının bir ihtarı. “Hayalleri yoktu!” tesbiti. Kapitalist hayat tarzının, ça­ğımız insanını içine düşürdüğü boş­luk...
İdeali ve aksiyonu olmayan ve yeni bir heyecan duymayan Müslü­man için de bu tehlike söz konusu­dur. Kapitalist hayat tarzının içinde olmanın tesiriyle, şuurda ve yaşayış­taki bozulma, yeni bir şuur ve yaşa­yışa yükselememe sonucu.
Hayattaki gayemiz, idealimiz... İdealimizin heyecanını duyabilmemiz? İdealimizi kuru kuru gevele­mekten ve bedenimizi hayatın akışı­na kaptırmaktan öte bir ruh ve heye­canımız? İdealden, fikir ve ideoloji­den bahsetsek ve bir nebze de aksi­yonda bulunsak bile, bunu, heyeca­nını duyarak, zevk alarak mı yapıyo­ruz? Bu hâli sürekli koruyabiliyor muyuz? Yoksa bir anlık heyecana gelip, yıllarca pörsüyor muyuz?
Uğrunda yaşamaktan ve gerekir­se feda olmaktan, zevk ve heyecan duyacağımız bir ideal bir ideoloji. Sürekli fiili eylem değil, zaten sü­rekli hareket olmaz, fakat sürekli zevk ve arzu olabilir-olmalıdır. “Ke­sintisiz Devrim” bir ruh halidir, ya­şayış ve heyecandır. Bu öyle bir şey ki, izahı yok, bir hâl, bir zevk, bir eda, bir heyecandır. Ki, hayat sevin­ci, yaşama sevinci olur.
Bir idealimiz, bir ideolojimiz ola­bilir ama bizim için mühim olan, içi­mizde sönmeyen ateş halinde canlı bir şekilde yaşamasıdır. Vitrinde ve­ya kütüphanenin raflarında değil. Her şeyin üstünde tutacağımız bir mânâ ve keyfiyet olarak bünyeleşmiş, kanlı ve canlı, enerji haline gel­miş olarak. Öyle ki, su gibi, gölge gi­bi, üzerine ne örtülürse örtülsün, her şartta üste çıkacak ve kaybolmaya­cak bir ruh ve eda olarak.
Bu heyecandır ki, modern haya­tın getirdiği stres ve bunalımlara da çözüm olur. “Cihad bütün hastalıkla­ra şifadır” hadisi hatırlanmalı. Her an fiziki bir eylemlilik içinde bulunmayabiliriz, ama “cihad ruhu” her an içimizde yaşayabilir ve bu ruhtur bi­zi ayakta tutan. “Ölmeden önce ölme sırrı” ve “şehidlik şuuru”yla davra­nışta bulunmak... En azından bunun yokluğunu ve ıztırabını duymak.
Ulvi heyecanını ve hayallerini kaybeden insan, insan değildir, mad­de ve molekül yığınıdır, hurda ve ce­set yığınıdır. Bizi kurtaracak olan, ruhumuzda duyduğumuz zevk ve he­yecandır veya bunun eksikliğini his­setmektir; yoksa “geçmiş olsun” sı­nıfına düşeriz.
Ceset ile insan arasındaki farktan bahsediyoruz. Ortalıkta ceset olarak dolaşmaktan, kıç gezdirmekten, “şe­kil insan” olmaktan bahsediyoruz.
İdeallerimiz yıkıldı, hayallerimiz söndü ise bu bizden kaynaklanıyor; ideallerimizi şuurumuzda tazeleyememekten, hayallerimizi yenileyememekten kaynaklanıyor. Üstad di­yordu, “Güneş yenilenmez, göz ye­nilenir” diye, “Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenile­mek...” diye... Kendi gözümüzün bozukluğunu idealimize bağlamak en büyük hatamız olur.
Bu ruh ve heyecan hem zor, (de­vamlılık açısından) hem kolay, (bir­den olabilmesi açısından) hem de basit (insanın böyle bir şeye ihtiyaç duyması ve ruhuna uygunluğun açı­sından) tir.
Bunun coşkusu içimizi kaplarsa, gözlerimizde devamlı bir pırıltı ile çevremize müsbet enerji yaymamız söz konusu. Ailemize, arkadaşları­mıza, toplumumuza...
Yeni bir ideoloji ve bunun heye­canını her dem duymak, yaşamak; velev ki, zahirde fazla bir şey yapıl­masın. Meselâ: Kadın yine çocukla­rıyla uğraşsın, erkek günlük nafaka derdiyle uğraşsın. Fakat böyle bir üst tasa, üst heyecan üst ideal olmalı. Mesela, tekerlemeye dönse dahi şu kavramlar aslında manevî bir lezzeti işaretliyor: Evliliğin ruhu, aile müessesesinin ideal ve amacı, kutsallık. İfadeye gelmeyen bir hâl bu... Göz­lere, tavırlara yansıyan, sevgiyi mo­notonluktan kurtaran ve artıran bir şey, bir coşku bu... Evin, işyerinin ve hatta zindanın koridorlarında dolaşırken, tuvalete bile giderken insanın içinde olan bir ışıltı bu. Bu gözle de her şey yerli yerinde ve ilişkiler de bir seviye-saygı belirtir. Erkek fabrikada bir civatanın somununu sıkarken, kadın evin bulaşığını yıkarken bu heyecanı duy­malı, bu halde olmalı. Nasıl ki, bir güzel rüyanın şevkini, heyecanını günlerce yaşayabiliyoruz, dilimizde tad, zihnimizde irfanî bir vakâ ve gönlümüzde bir coşku olarak hissedebiliyoruz, işte öyle bir şey, bir hâl. Kendi kendini motive eden-edebilen sürekli hâl... Zorlama değil, tabiî olarak.
Bu durum, insan ve toplum mese­leleriyle karşılaşmamızda bizi güçlü kılacağı gibi, meselelerin üstesinden gelmede de bizi bıkkınlık ve bezgin­likten korur; her ne olursa olsun, menfilikler karşısında doğabilecek ümitsizlik ve moralsizliği engeller.
Salih Mirzabeyoğlu’nun bir şiiri:
Dünyaya o tepeden bakış / o tavır o edâ.
İnsanda böyle bir şey olmalı, bü­tün eşya ve hadiselerin günlük hayat telâşelerinin üstünde, zaman üstüne sıçrayan ulvî bir yön. Bütün hayata tepeden bakacak ve küçümseyecek bir yön. Her insanda bu ulvî yön var, kiminin paslanmış, kiminin küllen­miş, kimi vesilelerle zaman zaman ortaya çıkarmış ve insanların bir kıs­mında da süreklilik arzetmiştir.
Bu hissi hepimiz biliriz aslında, her ne kadar yabancı bir dünyaya geldikse bile bu hissin yabancısı de­ğiliz! Ötelerden geldik ve ötelere git­me iştiyakımız içimizde gizli olarak var ve hayat neşemiz de buralarda. Asıl mutluluk, insanın yaradılışına uygun yaşamasındadır. Şu misalde olduğu gibi: Su dolabına bağlanan av köpeği rahattır ama mutsuzdur. On beş saat avda koşan av köpeği ise, yorgun ama mutludur; çünkü ta­biatına uygun bir iş üzerindedir.
Ruhun iştiyakı ve ızdırabı neye? Ruhu tatmin etmeden insan mutlu olabilir mi? Yaşanmaya değer hayat hakkında fikir ve çilesiyle ünlenmiş Salih Mirzabeyoğlu’nun “İdeolocya ve İhtilâl” isimli eserinden aldığı­mız, gerçek ve derin müminin vasıf­larını anlatan şu ifadeler: “Frenklerin ‘sajes’ dedikleri nihaî vecd, zerafet, huzur ve sükûna varmış”. Bu tanımlamayı içselleştirmek, bunu bazen de olsa yakalayabilmek ve sürekli hale tahvil edebilmek.
Şu hususun da önemini belirtelim ki, yaşama sevinci ve heyecanımız için kesinlikle düşmanımız olmalı.
Çünkü düşmanımız bizim ifade ve hızımızdır. Aksi mümkün değil! Düşmanımız, bizim heyecan kayna­ğımız, motivasyon aracımızdır. Düş­manını hedefinden silen ve unutan, kendini silip unutuyor, demektir. Çünkü düşmanımız bizi daima bileyliyor demektir, nefsimizin pususuna düşürmeyip paslanmamıza ilaç olu­yor, demektir. İşleyen demir ışıldar demişler...
“Her şey zıttıyla kâim” ölçüşün­ce, düşmansızlık bizim yok olma­mızla eş anlamlıdır. Nefret ve inti­kam hissi olmayanın, sevgi ve af his­si de olmaz. “Her fikir zıttını dışarı­da bırakır” diyalektik ölçüşünce, düşman fikri olmayanın fikri de yok­tur. Nefreti olmayanın sevgisi ola­mayacağı gibi...
İnsanın kendine güveni ve var oluşu için düşman ve zaferlere muh­taçtır. Süfli hedeflerle ve suflî heye­canlarla insan bir müddet idare ede­bilir; para idi, makam idi, itibar idi, çocuk sahibi olmak idi vs. Fakat bunlar geçici ve insana bir anlık tat­min verse bile ruhunun açlığı yine su yüzüne çıkar.
İnsanın var oluşu, kendini ifade edişi, kendine güveni ve şahsiyet bu­luşu… Fetih ve sirayet... Düşman şart...
Aslında düşman vesilesiyle nefsi­mizi imha mevzubahistir. Zaten düş­manın mutlak mânâda imhası hiçbir zaman söz konusu değildir. Düşma­nın gelişmesinden üzülmek ve geri­lemesinden sevinmektir mühim olan, bunun heyecanım duymak. Şöyle bir tarihi misal verelim: Yeni­çeriler Viyana’da veya Mısır’da sa­vaşırken İstanbul’daki Müslüman halk hiçbir zahmete girmiyor ama, onların zafer veya çilesinden heye­can duyuyor, o heyecanla boğazda kayıkçı küreklerini çekiyor, çarşıda­ki şekerci şekerlerini satıyor, medre­sedeki talebe dersine çalışıyor, evin­deki kadın yerleri süpürüyor. Ve yine o heyecanla da kadın akşam kocası­nı karşılıyor ve yine o heyecanla da kocası selamla ve güler yüzle evine giriyor.
Bir yanımız hep zindandaki kar­deşlerimizle, cihad edenlerle ve şehidlerimizle mi? Velev ki, biz, bizzat kavganın içinde olmayalım. Gazaya bizzat katılamasa bile “gaza ruhu”nu unutan Müslüman, nifak üzere ölür. Peygamber buyruğu böyle... Şehidlerimiz ve onların gıbta edilecek makamlarına, o hayata özlem duy­muyor muyuz?
İnsanların birden bütün dertlerini unuttukla­rını ve bir ideal ve dava uğruna, velev ki suflî bir şey uğrunda olsun, topyekün birleştiklerini, aynı heyecan ve kaygılar taşıdıklarını, gecelere kadar uyumadıklarını bilmiyor değiliz! Söz ko­nusu olan böyle şey, meselâ suflî bir şey olan futbol da olabiliyor, millî bir dava da olabiliyor, evimize ve yakın çevremize coşku getiren herhangi bir haber de olabiliyor? Zaman zaman bu hâli-coşkuyu yaşıyoruz. Yani, bilmediğimiz-tadmadığımız bir duygu değil.
Şimdi her şey sıradanlaştı, bu coşkuyu unuttuk, nâdir yaşar olduk. Bir çocuğun, çocu­ğumuzun doğumu bile bize coşku veremez ol­du, bir büyüğümüzün ölümü bile bize üzüntü veremez oldu?
Ne oldu da coşkumuzu yitirdik? Suyumuz çekildi. Ağacın suyu nerede?
İman ve sevgi... İman ve fikir... Üzerimize sigara dumanı üflenmesi gibi gördüğünüz ya da tekerlemeye döndürdüğümüz sevgili fikir... Üstad bir şiirinde şöyle diyor: “Bir gün anlaşılır şiir/ Çoğu gitti azı kaldı. / Ekmek gibi aziz­leşir. / Çoğu gitti azı kaldı.”
İman ve sevgi eksikliği had safhada; her ne kadar lafta iman ve sevgiden bolca bahsedilse bile.
İman, meçhuledir, fakat imanın kendisi meçhul değildir, tezahürleri itibariyle kaskatı­dır eşyadan daha çok somuttur, “Sır İdraki” sır değil yaşanır ve somut bir vakadır. İman da böyledir; insanın içini ısıtan, bütün iliklerine kadar işleyen, ona pratik temin eden bir yoldur.
Sevgi, manevî bir mefhum, onu maddî sev­giye (hazza) indirip yok ettik. Manevî sevgiyi maddî âlemde tezahür ettirebilmeliyiz. İki âlem arasındaki ilgi ve bağlantıya köprü ol­makla mükellef insan, bunu yapamazsa kendi­ni parçalar, olan da budur.
Sevgi de kuru kuruya kalmaması için fikre ve ideolojiye muhtaç, her şey yerli yerine ancak böyle oturur. Aile mefhumundan, savaş mefhumuna kadar. Motivasyon ve aidiyet baş­ka türlü sağlanamaz. Nalbant nalbantlığında, çocuk sokakta, kadın evinde, öğrenci okulun­da, asker kışlasında yekpare bir inanış manzu­mesinin huzur ve mutluluğu etrafında, kafasın­da çözemediği bir mesele olmadığı halde, ya­şanmaya değer hayatı yaşıyor olmalı...
Teoride Müslüman ama, pratikte “imansız- İslâmcılık” halinden, lafta Müslümanlıktan şi­kayet ediyoruz. Mücerredi müşahhasa indiremediğimiz an, Allahsızlık başlar; bunun ıztırabını duymadığımız an, halimize razıyız demek­tir ki, asıl tehlike budur. Allah’ı müşahhas âlemden çıkarmak veya eşya ve hadiselerle alâkasını kuramamak (ideoloji şartı görülüyor) Allahsızlaşmakla aynı kapıya çıkıyor demektir.
İdeolojinin ve onun heyecanının (içimizde­ki yansımasının) eksikliği bizi tehlikeli yerlere götürebilir. Allah, ideallerimizin heyecan ve aksiyonunu (velev ki hayalde olsun) duyamamaktan bizi korusun!
 
Baran Dergisi 108. Sayı
5 Şubat 2009