Şimdiye kadar işlediğimiz konularda da açıkça görüldüğü kanaatindeyiz: Hukuk ve iktisad birbirlerinden ayrılamaz bir bütündür; bu yüzden olsa gerek Batı terminolojisinde iktisada “ekonomi politik”, yani siyasî iktisad denmektedir: İktisad siyaseti veya siyaset iktisadı. Hukukun, yani en ibtidaî haliyle bir devletin olmadığı yerde içtimaî bir deveran olarak iktisaddan bahsedemeyiz. Ama sadece öylesine bir devletin/hukukî düzenin varlığı da bir “üretim-deveran-tüketim” silsilesini sağlamaya yetmez. Hatta hukuk düzeni bir sonuçtur; insanların bünyeleştirdikleri bir ahlâk/gönüllü kabul edilmiş “iyi” davranış kurallarının mevcudiyetini gerekli kılar. Bunun da müteâl bir inanç mihrakını peşinen zorunlu kıldığı bedahettir. Bu noktada ruhçu-maddeci ayırımı yoktur; aralarındaki fark, mihraktadır. Yani başta inanç mihrakı ve onun itikad manzumesi, hemen peşinden ona bağlı ahlâk, arkasından hukuk (yani devlet) ve nihayet iktisad... En basit şekliyle dahi olsa iktisaddan bahsettiğimizde bu silsilenin mevcudiyetini de ima etmiş oluyoruz.

İki hafta boyunca Üstad’ın “kapitalizma ile sosyalizma arasında her birinin eğri taraflarını tasfiye edip doğru taraflarını birleştiren, iktisadî bir mihrak” şeklinde vasıflandırdığı sermaye ve mülkiyette tedbircilik mevzuunu ele aldık ve bu bahsi işlerken şunu gördük: İktisadın da lügat anlamı olarak karşılık geldiği itidal yolunu temin, ancak hukukun da üzerine inşa edileceği ahlâkî zemin teessüs ederse mümkün olabilir. Ne ferdin cemiyet aleyhine aşırı semirmesine, ne de cemiyetin ferdin hakkını gasbetmesine izin vermeyen bir içtimaî düzeni tasvir eden Üstad, kendisinin de ifade ettiği üzere genel çerçeveyi çizmektedir. Bu çerçevenin içinin nasıl doldurulacağı ise bizim üzerinde durduğumuz konu.

Beşeri hayatın aslı ruhî hayatta, dolayısıyla ruhun dünyayla irtibatını sağlayan his dünyasında yaşanıyor. İzaha gelmeyen, ancak ruhta toplanan bu metafizik algı kanallarının hayatımızı şekillendirdiği, bunlarla mutabık olmayan “zorlama-protez” ahlâkî kuralların da bünyeleşemediği bir vakıa… Denilebilir ki, “her ferdin ve topluluğun kendine göre bir “iyi” kıstası var ve bu kıstaslar birbirlerine uymayabiliyor, hatta tamamen zıd bir mahiyet arz edebiliyor.” Bu doğru bir itiraz. Lakin bizim bahsettiğimiz, her ferd ve cemiyetin “iyi” olarak algıladığı hasletlerin mevcudiyetinin zaruretidir, ferdler ve cemiyetler arasında buna yönelik anlayış açısından tenakuz bulunsa da… Bu iyinin muhtevası ikinci plandadır. Bu hasletler müsbet olmak durumundadır. Aristo’nun misalini verecek olursak, bir hırsızlık şebekesi bile kendi arasında dürüst olmak zorundadır, aksi halde çatışma ve dağılma kaçınılmazdır. Hâlbuki yaptıkları iş genel ve kabul edilmiş ahlâk kurallarına aykırıdır. Ancak kendi aralarında, katılımcıları, hür iradeleriyle müsbet/pozitif yönlü ahlâkî kurallara uydukça, yaptıkları iş ne olursa olsun, varlıklarını idame ederler.



İşte tam da bu sebepten, yani ahlâkın zorunluluğundan, ama herkese şamil bir ahlâkî kurallar bütününün zorunsuzluğundan dolayı, Kapitalizm döneminde Avrupa’dan başlayarak bütün dünyada ahlâkın, içi boşaltılarak, yeniden tanımlandığını görmekteyiz. Kapitalizm, doğuşundan itibaren, bir iktisad nazariyesi veya bir iktisad nazariyesine istinad eden bir dünya görüşü (liberalizm) olmamış, bilakis kendi geleceğini garantiye almak için geri kalan herkesi baskılayan bir oligarşinin elindeki totaliter ve “tek tipleştirici” bir tahakküm rejimi vazifesini icra etmiştir. Başka bir deyişle, nefse/nefsanî davranışlara hürriyet verirken, zihni pranga altında tutan bir tasallut rejimi olmuştur. Nasıl bugün, egemen güçler karşısında konumlanmış tüm topluluklar (cemaatler, tarikatlar, devletler, vs.) dünya çapında dağıtılmaya, ferdler izole edilerek savunmasız kılınmaya çalışılıyorsa, bir kurallar bütünü olarak ahlâkın da o şekilde parçalandığını müşahede etmekteyiz. İnanç mihrakı magazinleştirilip muğlaklaştırılıyor; ahlâkın yerine de, kuralları yaygın propaganda araçlarıyla mezkûr egemen güçler tarafından belirlenen ve iradesi teslim alınmış ferdlere dayatılan “otomatik” davranış modelleri konmaya uğraşılıyor. Sanki internet vasıtasıyla belli bir merkezden sürekli güncellenen şahsa özel izole “ahlâk baloncukları” meydana getiriliyor. Diğer taraftan bir düzenin varlığı genel bir ahlâkî kurallar bütününü ilzam ettiğinden ötürü, her bir baloncuğa, uyacakları davranış kalıpları doğrudan gönderiliyor. Bu sürecin, bütün insanlık, bir merkezden idare olunan, “biyo-bot” ferdlerden müteşekkil bir dünya toplumu haline gelene kadar da devam edeceği anlaşılıyor. En azından tüm insanlığın düşmanı yeryüzü tanrılarının tasavvurları bu cihette...

Modern ve postmodern zamanların alametifarikası, hiçbir beşerî ve fizikî hadisenin bildik istikametinden seyretmemesidir. Bilhassa bilim ve teknolojinin, Marks’ın tabiriyle “kapitalist hırsın” emrine girmesiyle, son iki asırdır iktisad da cemiyete yapışık/organik gelişme seyrinin dışına çıkmıştır. Artık bu o kadar açık bir hal almıştır ki, Arrighi’ye göre, yaklaşık 150 yıl evvel ibresi ABD’ye yönelen “kapitalizm döngüsü”, bütün şartlar tamam olmasına rağmen bir türlü kendini yenileyip başka bir ülkede karar kılamamaktadır. Yani kapitalizm döngüsü kırılmıştır.

Bu kırılmada son derece önemli bir yeri olan 2. Dünya Savaşı ve sonrasında, yukarıda zikrettiğimiz “parçalanmış bir ahlâkla mücehhez, sahipsiz ferdlerden müteşekkil bir cemiyet oluşturma” süreci büyük bir ivme kazandı; son 40 yıldır, bilhassa da son yirmi yıldır akıl almaz hızlara ulaştı. Kapitalizmin efendileri –artık kim iseler-, önlerinde “iyi-doğru-güzel” mutlak kıstaslarını tayine mani hiçbir ciddi güç kalmayana kadar, kurulumuna müdahalelerinin bulunmadığı, denetleyemedikleri topluluklar üzerine agresif bir tarzda saldırıyorlar. İnsanlığa yeni bir iman mihrakı vermeye çabalıyorlar. Onlar, dünyaya yaydıkları “inancın saçmalığına” dair menfi propagandanın aksine, biliyorlar ki, “iman mihrakını tanımlayan, geri kalan her şeyi tanımlar.” İnancın ehemmiyetine ve her şeyin merkezi olduğuna dair İbda Mimarı’ndan yapacağımız şu iktibas meseleyi özetliyor:

«Aslına veya asıl bildiğine yöneltilmek üzere, herşeyde doğrudan veya dolaylı görünen ve herşeyi kendine toplayan mihrak duygu; muradı ve kıymeti Allah niyetine, mücerret mânâda inanmanın kıymeti, ‘inan da, istersen bir odun parçasına inan!’ diye belirtilmiştir… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri böyle buyuruyor.» ( İman ve Tefekkür, Sh. 7)
Bu tanımlamadan iktisad da nasibine düşeni almaktadır.

İdeolojilerin öldüğünü iddia eden, dünya gerçeklerinden bahseden, üretim, ihracat, istihdam, faiz, sermaye, vs. kavramları kendi başlarına varmış gibi gören günümüz idarecileri ve entelektüelleri, acaba devletin ve hukukun olmadığı yerde bu kavramların içerisi boş tenekelere döneceğini bilmiyorlar mı? Devlet ve hukukun ise bir ahlâk anlayışına, onun da bir inanç mihrakına müstenid olması gerektiğini... Günümüzde yaşanan, ideolojilerin ölmesi filan değildir. Ölen, insan fıtratına aykırı, insanın özüyle mütenakız şabloncu doktrinler sadece… O yüzden de kapitalizm (doktrini diyelim), belli bir şekle bürünmeyip, karşısındaki hasımlarını istismar eden bir hayalet gibi davranıyor ve böylece şablonculuk tehlikesini gerçekten de bertaraf ediyor. Teoride ideolojiler ölemez, zira bu insandaki inanç hissinin iptali anlamına gelir ki, o da mümkün değil… Günümüzde yaşanan, inanç mihrakına kendileriyle sürekli oynanabilecek muğlak, amorf tanrıların yerleştirilmesinden ibarettir; bu maskeleri kullanan bir grup oligarkın tanrı koltuğuna oturmasıdır. Böylece ahlâk istenildiği gibi tanımlanabilecek, siyasî sistemler, gerçek idarecileri maskeleme vazifesini üstlenecekler, iktisadî deveran istenildiği gibi yönetilebilir hale gelecektir. Yani ideoloji ölmedi; tam tersine tarihin gördüğü en kötücül, kendi benlikleri hariç hiçbir ulvî değeri olmayan bir ideoloji dünyaya kan kusturuyor hürriyet, eşitlik ve demokrasi diye diye; insanların savunma mekanizmalarını şeytani bir stratejiyle, bu tarz tabulaştırılmış kavramları kullanıp çökerterek…

İman ve Tefekkür’den inanma mevzuuna dair son bir iktibas yaparak meseleyi tam bir vuzuha kavuşturmak istiyoruz:

«‘İtikad, mücerret inanma keyfiyeti… İnsanoğlunun, perdelerini açmak üzere geldiği kâinatta ulvî mânâlar ve üstün gerçekler manzumesini doğrulama ve benimseme şuuru… İmân ise, bu manzumenin merkezî mânâ noktasına bağlanma duygusu… İtikadın dairesi din, imânın da yaratıcı kudret… Böylece dinin tarifi de ortaya çıkıyor: Din, topyekun varlığı icad eden yaratıcı müessire bağlı itikatlar manzumesidir.’

İtikadlar manzumesi, maddeci ve ruhçu nitelemesi içinde ne soydan olursa olsun» (Sh. 9)

Hülasa, insan, inanç hissinin merkezî unsuru olduğu bir varlıktır ve inancı çıkardığınızda geride insan kalmaz. Yani, isterse en ilkel bir formda olsun insan için bir itikad manzumesi mecburidir. “İdeolojiler öldü, insanlık idealleri yaşıyor” söylemiyle, insanlığa yeni bir din dayatanların en iyi bildikleri bir konudur bu. Yukarıda tasvir ettiğimiz kötücül ideolojinin icad ettikleri de dâhil bütün görüşler en nihayetinde bir inanç mihrakı ve ona bağlı bir itikad manzumesidirler ve sahtesi cinsinden dindirler.

Bu açıdan bakıldığında, inanç mihrakı hiçbir boşluk bırakmadan mükemmelen tanımlanmış, etrafındaki ahlâk dairesi bu mihrakla birebir örtüşen bir din ve bu dine dayalı dünya görüşü/tatbik fikri, yukarıda zikrettiğimiz kötücül ideolojinin can düşmanıdır. Aslen bir ahlâk görüşü olduğundan, bu tatbik fikrinin içinde kendiliğinden bir iktisad anlayışı da mevcuttur. Nasıl hukuk, ahlâkın (müeyyideli normlar halinde) pıhtılaşması (müşahhaslaşması) ise, iktisadî kurallar da ahlâkın üretim ve paylaşım sahasındaki müşahhaslaşmasıdır. Bu konuda en iddialı olabilecek tatbik fikri ise, 1300 yıl boyunca muntazaman uygulanıp işlediği görülmüş bir itikad manzumesine bağlı ve yukarıda sırladığımız tutarlılık dairesi tam olan BD-İbda’dır.

Baran Dergisi 569. Sayı