BAĞDAT’A VARIŞ
15.1.1992 Çarşamba günü İstanbul’dan uçakla Amman’a hareket; oradan karayoluyla 14-15 saatte Bağdat’a varış. Amerika ve BM istemediği için direk Bağdat’a uçak yok. İki saat yerine yirmi saatte Bağdat’a vardık. BM, Irak içinde dahi uçak kaldırmıyor… Bağdat’ta yapılacak İslâm Halk Konferansın’na Irak hükümetinin davetlisi olarak Taraf Dergisi adına katılmaktayım…  Amman’dan Bağdat’a otobüs yolculuğu esnasında, konferans davetlisi bir Nijerya’lı, Türk ekibinden birine “Turgut Özal Yahudi mi?” “Türkiye de ne kadar Müslüman var?” gibi sorular sorarak Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndaki politikalarını eleştirdi. Nijeryalı ile Arapça olarak konuşan ve bizim heyetin tercümanlığını üstlenen Adem Akın bize durumu anlattı. Türkiye’de yaşadığımız için bu sorulardan utandık. Ben; Coşkun Kırca’nın yahudi dönmesi olduğu, DYP’den milletvekili seçildiğini. Coşkun Kırca’nın hükümetin talimatı olmasına rağmen BM’de İsrail lehine oy kullandığını da ilave ettim. Türk heyetinde bulunan Yahudi Hürriyet Gazetesi’nin muhabiri Aziz Utkan rahatsız oldu. Adamı karalamayın gibi laflarla Yahudi Coşkun Kırca’yı müdafaa etmeye kalktı. Ben de, eğer gazetecilik yapmak istiyorsan ve yazabiliyorsan İslam Konferansına gelen Nijerya’lı bir müslümanın Turgut Özal’ı nasıl gördüğünü yazarsın dedim. Sesini kesti…
Otobüsle Bağdat’a giderken Amerika’nın savaş esnasında bombaladığı ve halen o şekilde duran süt fabrikasını gördük. Bombalanan köprülerin bir kısmı tamir edilmiş, bir kısmı inşa halinde. Öğleye doğru Bağdat’a vardık. Bağdat’ın ilk dikkatimi çeken mimarisi oldu. Apartman yok, iki katlı evler ve geniş caddeler var. İstanbul gibi bina yığını ve sıkışan trafiği yok. Yüksek bina olarak sadece bazı bölgelerde oteller, devlet daireleri gibi binalar var… Mamur ve güzel şehir… Mimarisi fazla bozulmadığı için İslam sitesi olmaya aday olabilir… Irak’ın en lüks oteli Er-Reşid Hotel’e yerleştirildik.
İMAM-I AZAM
Tabiî ki Bağdat’ın bizce en mühim yönü İmam-ı Azam’ın burada olması. Yirmi saattir yolda ve uykusuz bulunmamıza rağmen ilk düşündüğüm Büyük İmamı ziyaretti. Ziyaretin ertesi güne tehir edilmesi görüşlerine muhalefet ederken Refah Partisi Başkan Yardımcısı Şevket Kazan hassasiyet göstererek önce İmam’ı Azam’a gittik. Hürriyet muhabirleri otelde olmalarına ve gidişimizi görmelerine rağmen haliyle gelmediler. Yol üzerinde olduğu için, arabalarımız önce imam Musa Kâzım türbesi ile İmam Ebu Yusuf’a uğradı. İmam Musa Kâzım türbesi etrafında, Şiiler, çoğu kadın olmak üzere tavaf ediyorlar; kabre karşı yerlere koydukları taşlara secde ediyorlardı. Türbenin her tarafı çok süslü ve şatafatlı… Şiilerin bu mübalağalı tavırlarından uzak olan Musa Kâzım Hazretlerini ziyaret ettik. Dua ettim ve fotoğraf çektim. Musa Kâzım Hazretleri türbesinin girişine Saddam Hüseyin bir resmini koymuş, yanına da şeceresini (soy kütüğü) asmış, soy kütüğünde Hazret-i Hüseyin’den geldiği yazılı imiş; Millî Gazete muhabiri Ferhat Koç söyledi. Musa Kâzım türbesinden çıkıp hemen yanında; aralarında sadece bir geniş avlu olan Yusuf camiinin bitişiğindeki. İmam Ebu Yusuf’un türbesi ise çok sade ve mütavazi idi. İki türbe arasındaki fark aynı zamanda Sünnilikle Şiiliğin farkını gösteriyordu. Ehl-i sünnet türbeleri sade olup; camilerin (içinde veya)yanında ayrı bir yerde idi. Yani cami asıl mekândı. Şiilerin ziyaretgâh olarak benimsedikleri Musa Kâzım ve Kerbela ve Necef’deki yerler ise sadece türbe idi, ayrıca namaz kılacak büyük bir mekân yoktu. Ayrıca bu türbelerin kubbelerine varıncaya kadar altın kaplanmış, içerisi aşırı derecede süslenmişti. Ehl-i Sünnet mabetlerinde ise böyle bir süsleme olmayıp gayet sade idi…
Şunu da belirtelim ki Musa Kâzım Hazretleri ile İmam Ebu Yusuf nasıl türbeleri aynı yerde ise fikirleri ve inanışları da aynı idi. Aralarında hiçbir ihtilaf yoktur. Musa Kâzım Hazretlerinin de Hazreti Hüseyin ve Hazret-i Ali gibi, Şiilerin iftira ettiği sapık inanışlardan ve 12 imam anlayışından hiçbir ilgisi yoktur. Bilindiği gibi Hazret-i Ali (K.V.) de Şii’liğin kurucusu Yahudi İbn Sebe’yi cezalandırmıştır.
Ve İmam-ı Azam’a kavuştuk. Azamiye semtine geldiğimizde tam akşam vakti idi; cemaate yetiştik. Büyük İmam’ın camisinde namazımızı eda ettik. Allah’a beni İmam-ı Azam’ın huzuruna kavuşturduğu için şükrettim; O İmam’a layık olabilme şerefi vermesi için dua ettim. Mezhep imamımızın fıkhının tatbik edileceği devletimizi kurmayı bize nasip etmesini Allah’tan diledim. Caminin içinde ayrı bir yerde olan türbesini ziyaret ettik… Daha sonra İmam-ı Azam Camiinin arkasında olan Sırrî Sakatî türbesini de ziyaret ettik ve otele döndük…
EVKAF BAKANIYLA TANIŞ­MA VE KONFERANS GENEL SEKRETERİNİN KONUŞMASI
16.1.1992 Perşembe otel lobisinde Evkaf Bakanı Abdullah Fazıl Abbas ile tanıştım. Bakan’a, Taraf dergisinin 11. sa­yısını verdim, Körfez Savaşı esna­sında İbda bağlılarının protesto gösterileri ve İBDA-C operasyo­nundan bahsettim. Bakan bana; "yaptıklarınız Türk ve Irak halkı­nın yakınlığını göstermektedir Al­lah yardımcınız olsun” dedi. Bu esnada Irak TV’sin de akşam saat 7’de Evkaf Bakanı Türk heyetini kabul etti. İslâm Halk Konferansı’nı Irak Evkaf Ba­kanlığı tertip etmekte. Türk heyeti 15 kişi kadar. Refah’tan 3 millet­vekili ve 1 gazeteci, Türk-Irak Dostluk Derneklerinden 3 kişi, Al­tın Oluk Dergisi, Taraf Dergisi, Hürriyet Gazetesi, Türkiye Gaze­tesi, İlahiyat Fakültesinden bir kişi ve bir eski parlamenterden oluşu­yor... Evkaf Bakanı: "Ambargo­nun devamında Türk ekonomisi­nin büyük zararı var. Türklerin ambargoyu delmesi kendi menfaatinedir. Irak halkının inancı güçlü ve köklüdür: bu durumu aşacak­tır. Halkımız kısa zamanda Irak’ı onarmıştır” dedi. Daha sonra Konferans Genel Sekreteri Prof. İrfan Abdülhamid dilimizi bildiği için Türkçe şöyle konuştu:
İslâm Halk Konferansını tertip edenler olarak sizlere hoşgeldin diyorum. Biz Irak halkı, sizinle ak­rabayız. Birbirimize o kadar yakı­nız ki kız alıp veririz. Size entere­san gördüğüm iki olay anlataca­ğım. 1961 yılında İngiltere’ye git­tiğimde Londra kalesine uğradım. Orada büyük bir top vardı; fakat o topa hakaret edilmiş, diğer insan­lar o topun üzerine oturtulmuş idi. Topu incelerken baktım ki boyun kısmında Arapça bir yazı gördüm. Bu yazı Kelime-i Şehadet ile Sul­tan Fatih’in ismi idi... İkinci önemli olay olarak, bir tarih okur ve ya­zarı olarak Sultan Abdulhamid’in Selanik’e sürülmesini görmekte­yim. Acaba bütün dünyada Sela­nik’ten başka sürülecek yer yok muydu? İslam âleminde olsun başka yerde olsun? Bu iki olay önemli iki meseleye işaret eder. İslami bir şuur ve sağlam inanış nerede görürse Batı onu yok et­mek için birleşecekti. Ben bir ta­rihçi olarak, Irak’ın içinde bulun­duğu durumu Irak’a özgü bir olay şeklinde görmüyorum. Eğer Irak’ın yerinde başka bir İslam ül­kesi olsaydı aynı durumla karşıla­şırdı... Biz Müslümanlar olarak son derece uyanık olmalıyız. Irak’ın karşılaştığı yıkıma herhangi bir İs­lam ülkesi uğrayabilir. Batılılar hikmetli ve uyanık İslam’dan korkmaktadır... Haçlı seferlerin­den sonra Viyana’da bir kongre düzenlenmiş; Papa’nın yönetimin­de ve bütün filozofların katılma­sıyla. Burada haçlı seferlerinin ba­şarısızlığa uğramasının sebeplerini araştırdılar ve bir sonuca vardılar. Hazret-i Muhammed (S.A.V.) sa­vaşan bir millet meydana getirdi. Batılılar, müslümanlara savaşma­yı düşünmeye vakitlerini bırakma­maları gerektiğini anladılar, şu kararı aldılar: Bizzat fiilî savaşları bırakıp fikrî savaşmalıyız... Biz, Viyana Kuşatmasından beri fikri savaş altındayız. Haçlılar savaş alanında nasıl başarısızlığa uğradılarsa fikir alanında da başarısız­lığa uğramalılar. Sizlerin katılımıy­la da, Türkiye’deki Müslümanların uyanışlarıyla da inşallah diğer Müslümanlar da uyanırlar. Ben İs­lam Konferansı Genel Sekreterliği adına hepinize teşekkür ediyorum ki, Bağdat medeniyet, kültür ve ir­fan yuvasıdır. Geldiğiniz için hepi­nize teşekkür ederim...
SAVAŞIN YILDÖNÜMÜNDE, AYNI SAATTE VE İLK BOMBANIN DÜŞTÜĞÜ YERDE, AMERİKA’YI TELİN MİTİNGİ
16.1.1992 Gece 2.30’da Ameri­ka ve müttefeklerinin 1 yıl önce ilk hava saldırısında bombaladığı Bağdat’taki Cumhuriyet Köprüsü üzerinde yürüyüş ve miting yapıl­dı. Havai fişekler atıldı. İslam Halk Konferansı için Bağdat’a gelen Yemen, Sudan ve Ürdün’lüler bir yerden, Irak gençleri diğer yerden yürüyüşe geçtiler. Cumhuriyet Köprüsünde buluşuldu. Kahrolsun Amerika ve Bush, Kahrolsun Amerika uşakları... Diye sloganlar atıldı. Savaşın birinci yılında, Irak halkıyla diğer İslam ülkeleri he­yetlerinin Bağdat’ta gösteri yapma­ları emperyalizme verilmiş ortak bir cevaptı. Amerika 33 devletle, (18 milyonluk) Irak’ı yok edeme­mişti. CNN muhabiri bir yıl önce şu an kaldığım otelden Irak’ın yı­kıldığını zevkle müjdelemişken (!), bir yıl sonra Iraklıların diğer ülke­lerden gelen Müslüman kardeşle­riyle gösteriler yapıp Amerikan emperyalizmini telin etmelerini zevkle izledim.
İMAM-I AZAM’DA CUMA HUTBESİ VE CİHAD İLANI
17.1.1992 Cuma namazına İmam-ı Azam’a gittik. İmam-ı Azam’ı tekrar ziyaret nasip oldu. Çok istememe rağmen yoğun programdan dolayı bir daha ziya­rete gelemedim. Ürdün’lü bir hoca hutbeyi okudu; Konferans delege­si idi. Körfez Savaşı’ndaki tavırla­rından dolayı burada Ürdün’lülere çok itibar var. Hutbede, Körfez Savaşı’ndan, Amerika’dan, Yahudilerden ve Müslümanların birli­ğinden bahsetti. İmam-ı Azam’ı sıkça andı. Allah’ın Irak’ı koruma­sını istedi. Filistin’den ve cihatdan bahsetti. Körfez Savaşı’nda Scut füzeleri korkusundan yüzbin Yahudi’nin İsrail’den kaçtığını söyle­di. Namaz çıkışı otele döndük. Hürriyet muhabiri Aziz Ütkan se­sinde bir heyecan ekimizinin ter­cümanı Adem Akın’a sordu: “Müftü hutbede İsrail’e karşı cihad ilan etmiş doğru mu?” Adem Akın ne hikmetse hemen olayı yumu­şatarak; “yok öyle şey. İslamiyete göre yahudilerin Kur’an-ı Kerim’de kötü kavim olduğunu söy­ledi. Cihat filan ilan etmedi” dedi. Böylece Yahudi Hürriyet Gazetesi’nin muhabirini rahatlatmış oldu. Halbuki Cuma’da hatip, Yahudilerin lanetli kavim olduğunu ve cihadın farz olduğunu söylemişti. Zaten İsla­miyet’in emri bu. Yahudiler bizle iyi geçinmezken, biz mi onlarla iyi geçineceğiz? Zaten onlar bizimle iyi geçinse dahi, biz onlarla iyi geçinmeyiz... Tercümanın Yahudilere ılımlı tavrını anlamak mümkün değil. Bu tercüman, önce Türkçe olarak yapmayı dü­şündüğüm konferanstaki konuş­mam için, Amerikan uşaklarına çattığım gerekçesiyle tercümanlı­ğımı da kabul etmemişti. Zaten isabet oldu. Konuşmamı, Irak’lı dostların yardımıyla Arapça okudum.
AMBARGONUN TESİRİ
Evkaf Bakanlığının bize reh­ber olarak verdiği iki Kerkük’lü Türk’e, ambargonun Irak halkı üzerindeki tesirini sordum. “Çok büyük” dediler. Şeker geçen sene 200 fulus iken şimdi 7000 fulusa (1 Irak Dinarı=1000 fulus), süt 3 dinardan 80-90 dinara çıktığını, pahalı olduğu için fakir halkın yi­yecek vs. alamadığını, çocukların öldüğünü, hastalara ilaç ve diğer malzemeler yetersiz olduğu için bakılamadığını ve öldüklerini söy­lediler. Nohutun kilosu Irak’ta 4 dinar. Normal bir maaş ise 200 dinar. Ambargodan dolayı Irak’ta herşey çok pahalı. Mal bulunuyor, ama almak zor. Kira fiyatları da çok artmış. Demir üretimi yeterli olmadığı için ev yapılamıyor. 100 bin yaşlı ve çocuk ambargodan dolayı ölmüş. Bağdat caddelerin­de “Irak’lı çocuklara yardım edin” pankartları asılıydı. Irak’lı kadınların kollarındaki bilezikleri çıkarıp devlete (muhtaçlar için) yardımda bulunduğunu da öğrendim.
Şunu da belirteyim ki bu am­bargonun onda biri Amerika’ya uygulansa orada yer yerinden oynar. Irak’ın ambargoya sabredilmesi İslamiyetin verdiği ruhî bir güçle olmaktadır. Ambargocuların anlamadıkları nokta ve belki ambargo ambargocuları çözme noktasına geliyor...
Hava ulaşımı ambargo altın­da; haberleşme de çok sınırlı. Bir hafta boyunca saatlerce bekleye­rek ancak bir kere İstanbul’la tele­fonla görüştüm. Oradan İstanbul’a gönderilen mektuplar biz döndü­ğümüzde daha yerlerine ulaşma­mıştı. Dışarıya faks çekmek an­cak ecnebi firmalarla bağlantısı olanlara mümkün...
İNCİRLİKTEN KALKAN UÇAKLARIN KERKÜK’LÜ TÜRKLERİN EVLERİNİ BOMBALAMASI
Kerkük’lü Türk Evkaf memu­ruyla konuşuyorum. Kerkük’teki annesinin evi Türkiye’den kalkan uçaklar tarafından bombalanmış. Annesi Bağdat’a kaçtığı için canı­nı kurtarmış. Savaş esnasında Kerkük’teki evlerin yarısının bom­balandığını söyledi. Halkın kimi Bağdat’a, kimi başka yere kaçmış. Ama her yere bomba yağmış... Kerkük’lü Türklerle konuştum. Türk olduklarını çekinerek söylü­yorlar. “Türklere zulüm var mı?” diye sorunca, “Önce vardı, 1,5-2 se­nedir haklarımızı veriyorlar. Şimdi iyi” dediler. Kerkük’te 300 bin Türk var. Toplam Irak’ta ise beşyüzbin. Önceleri Kerkük’te Türkler çoğalmasın diye ev yapılması yasaklanıyor; başka şehirlerde is­kan edilmek isteniyordu. Körfez Savaşı’ndan sonra Kürtler Ker­kük’ü ele geçirdiler. Kerkük’ü yağmalamış, soymuşlar. Kürtler­den çok şikâyetçi Kerkük’lüler. Irak askeri gelince rahat etmişler. Bütün hakları da verilmiş vaziyet­te olduğunu söylediler.
16.1.1992 Cuma günü saat 15 de Bağdat Mustansırıye’de Konfe­ransın açılışı yapıldı. Salondaki pankartlarda, cihad ve yeniden yapılanma içindeki Bağdat’ta İs­lam Halk Konferansı ibareleri gö­ze çarpıyordu. Açılış konuşmasını Irak Devlet Başkanı ve Başku­mandan Birinci Yardımcısı İzzet İbrahim yaptı. Yolda, “Turgut Özal Yahudi mi?” diye soran Nijeryalı Abdullah “Down, down Bush,Amerika” diye sloganlar attı. De­legelerin alkışlarıyla konferansa devam edildi. İlk gün Ürdünlülere ağırlık verildi. Şevket Kazan’ın “Türki­ye’de kabuk olarak bulunan batıcı idare sona erecektir” sözü büyük alkış aldı. Şu bir gerçek ki İslam aleminin gözü Türkiye’de, Türkiye’siz bu iş olmayacak...
IRAK VE İBDA DİYALEKTİĞİ
Konferansın Genel Sekreti Prof. İrfan Abdulhamid’in, Dışişleri ve Evkaf Bakanlığı yetkililerinin Türkçe bilmesi İbda diyalektiğini tanıtmam için önemli bir kolaylık oldu. Zaten Irak’lılarla çok çabuk kaynaştım. Zaten tarihimiz, em­peryalizme karşı mücadelemiz ve itikadi ölçülerimiz ortak. Eşya ve hadiselere (tatbik edilecek) İslami çözümler öneren böyle bir sistem ve model onları memnun etti. İhti­yacını duydukları ve aradıkları şey bu idi. Türkçe bilen Dışişleri görevlileri ile İBDA Diyalektiğini ta­nıtıcı uzun sohbetlerimiz oldu. İBDA Diyalektiğini Irak’a bir model olarak önerdim. İncelemeye ve anlamaya çalıştılar. Türkçe bilen bir Dışişleri görevlisi (Irak Hükü­metinin talimatıyla) benimle özel olarak ilgilendi. Konferansta Arap­ça okumamın daha etkili olacağını söy­leyerek konuşma metnimi Arapçaya çevirdi. Tercüme esnasında, konuş­ma metninde geçen İbda diyalekti­ğini tanıtıcı vasıfla­rını, uzun uzun izah ettim. Hem fikri­yatımızı anlaması, hem de Arapçaya çevirirken uygun karşılıklarını bul­ması için. Konfe­rans Genel Sekreteri ile bu arka­daşa İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinden verdim. Irak TV, radyo ve basınında İbda fikriyatını ve Taraf dergisini tanıtı­cı mülakatlarım çıktı. El-Cumhuriye gazetesinin Türkçe bilen muhabiri Ali Al Şerifi de fikriyatımıza yakın ilgi gösterdi. Benimle bir rö­portaj yaptı ve Taraf dergisinin 11. sayısını inceleyip “Siz de çok malzeme var, faydalanacağım” dedi. Savaş esnasında Türk bası­nının tavrını sordu; Taraf dergisin­deki “Körfez Savaşında ABD’nin satın aldığı kalemler” listesine alaka gösterdi.
Konferanstaki konuşmamdan sonra İslam ülkeleri delegeleri ko­nuşmamın Arapça metnini istedi­ler; fotokopiyle çoğaltıp dağıttım. Kerbela’ya giderken otobüste şöyle bir olay oldu: Bir Ürdün’lü Türkiye aleyhine konuşurken (ön­de oturan) başka bir Ürdün’lü oto­büste ayağa kalkıp şöyle dedi: “Onlar (beni gösterir) Yavuz Sul­tan Selim, Abdulhamid’in yolun­dalar. Türkiye’de bu iş için çalı­şanlar var. Hizb-i Refah var, Hizb-i İbda var.” dedi. Ve karşısındakini susturdu. Daha sonra yanıma ge­lerek “Yavuz Sultan Selim, Abdulhamid Han evliyadandı” dedi. Ferhat Koç (Milli Gazete’den) otelde yanıma gelerek; “koridorlar­da Afrikalıların elinde Taraf, bir köşeye çekilmiş okuyorlar. Fo­toğrafını çeksen, altına Taraf Afri­ka’da diye yazsan tam denk dü­şer” diye espri yaptı. Daha önce dağıttığım Taraf’ın Irakla ilgili sayısı idi.
Bakan acilen çağırdığı için yarım kalan röportajında konfe­rans Genel Sekreteri Prof. İrfan Abdulhümid bana şöyle dedi: “Kongrede hazır olan İslam ülke­leri fikir adamları sizin konuşma­nızdaki bahisleri güzel bir gözle kalple istikbal ettiler. İslam ülkele­rinde hassaten Arap ülkelerinde Türkiye’nin hakiki İslami hareket­leri, filozofisi, mevkufu açık ve net değil. Senin konuştuğun kelimele­re biz çok sevindik. Çünkü göster­din ki müslüman Türk arkadaşlar İslam aleminin olduğu meselelere çok yakın; hem de şuurlu olarak. Konuşmanda gösterdin ki, Türk milleti Irak için, ambargo için na­sıl çabaladılar. Sizin gelmenize memnunuz. Hitabene yüksek bir gözle baktık, kabul ettik. Divan Başkanı konuşmanız bitince: Türk hükümetine rağmen İslam’dan coşan bir ruhla bizim, din iman ve tarih kardeşlerimiz Türkiye’de na­sıl çabaladılar, uğraştılar.” diye konuştu.
Prof. İrfan Bey’e, Türk heyetini kabulde bize; Hıristiyanların, haçlı seferlerinde yenilmesinin akabinde Viyana’da toplanıp Müslümanları fikirde bozma kara­rı aldığını belirtmiştiniz. Beş asır­dır batı karşısında gerileyen İslam âlemine Büyük Doğu-İBDA fikriyatı yeni bir sistem ve model öneriyor. Fakat bu, ne yeni bir mezhep, ne de ye­ni bir içtihad kapısı değildir. Bila­kis Kurtuluş Yolu Sünnet ve Ce­maat Ehli’ne tabi olmaktır. Bu hu­susta ne diyorsunuz deyince ba­na; “ben daima her konferansta Ehl-i sünnetin fazileti ve güzelliğini, tek yol ve kurtuluş istikameti olduğunu açıkça belirtirim” dedi.
HÜRRİYET MUHABİRLERİNE HAKARET
16.1.92 Pazar günü akşam 19’da Türk heyeti olarak Enfor­masyon Bakanı ile görüşmeye gittik. Görüşme sonunda Hürriyet muhabiri Bakan’a, Güneydoğu’ya Irak’tan tankerlerle kaçak petrol geldiğini, Irak’ın ambargoyu ne­den deldiğini, ambargoya uymu­yor musunuz, Basra’dan petrol satıyor musunuz? Tarzında CIA’ adına soruluyormuş intibaını ve­ren ambargoyu denetleyici sorular sordu. Bakan gereken cevapları verdi. İşin ilginci Hürriyetin iki muhabiri İslam Halk Konferansına davetli olarak gelmişler ve Türk heyetinde bulunuyorlar. CIA ajanı yahudi Hürriyet gazetesinin mu­habirleri İslam Halk konferansında delege. Heyet olarak (görüşme­miz bitip) minibüse binince, “ba­kana ne biçim soru soruluyor. Biz buraya Irak’ın ambargoyu delip delmediğini kontrole gelmedik. Bilakis, ambargoya karşıyız. Hürriyet’in yaptığı hayvanlıktır.” de­dim. Arabada bulunan Hürriyet muhabiri Ümit Turpçu “Sen ne bi­çim konuşuyorsun” diye cevap verdi. “Asıl sen ne biçim konuşu­yorsun. CIA’dan talimatlı gelmiş sorular soruyorsunuz. Biz ambar­goya karşıyız. Siz Körfez Savaşı esnasında “Irak Yerle Bir” diye ke­yifle başlık atmadınız mı? Sizin burada işiniz ne?” deyip sustur­dum. Arabada 6-7 kişi vardı, kim­seden ses çıkmadı. Arabadan inince Türk-Irak Dostluk Derneği Genel Sekreteri İrfan Bey yanıma gelerek daha önce yaptığı gibi “sonuna kadar haklı olduğumu söy­ledi.” Fakat arabada sesini çıkar­madı. İrfan Bey hiç olmazsa dışa­rıda haklı olduğumu söylerken Milli Gazete’nin muhabiri Ferhat Koç lüzumsuz çekingenlik sergiledi. Ben de: Amerika ve Yahudi uşaklarına karşı tavır almanın yanlış olmadığını, asıl kendi tavrı­nın yanlış olduğunu söyledim. O da kulağıma eğilerek; “Aslında ambargoyu Amerika deliyor. El altından kurduğu mafya ile Irak’a fahiş fiatla mal satıyor; kâr ediyor. Irak'ı böyle sömürüyor” dedi. Bu­na kulağıma eğilerek niye söyle­diğin: anlayamadım... Irak Dışiş­leri görevlisine durumu anlattım. İslâm Halk Konferansında Hürri­yet Gazetesi muhabirlerinin nasıl delege olduğunu sordum. Araştı­rıp şu cevabı verdi: Irak Dışişleri ayrı, Enformasyon ayrı davet et­miş. Bunun için bir karışıklık oldu, dedi. İslam Halk Konferansında bunların işi olamayacağını, delege kartlarının geri alınmasını istedim. Kongre zaten yarın bitiyor şeklin­de geçiştirdiler. İki gün sonra, otel lobisinde, Enformasyon Bakanına sorulan soran ve minibüste bulun­mayan diğer Hürriyet muhabiri Aziz Ütkan tebessüm ederek yanı­ma geldi. “Benim hakkımda bazı şeyler söy­lemişsin!” dedi. Hakkında hayvan demiştim, onu soruyor. Ben de: “Evet! öyle dedim".. “Niye öyle dedin ne oldu ki?” deyince “Amerika’nın adamı gibi ambargoyu delip delmediklerini sorman hiç hoşuma gitmedi. Biz buraya am­bargoyu kontrole değil, karşı ola­rak geldik. İrak ambargoyu delsin benim için daha iyi” deyince, “Ama BM kararları var, ona uyul­ması lazım. Ambargo BM tarafın­dan kaldırılması lazım” dedi. “BM Kim? Ben onu tanımıyorum. Sen insanlık suçu olan ambargoyu mu müdafaa ediyorsun?” diye çıkışın­ca, bir yandan yavaş yavaş uzak­laşırken diğer yandan “BM’yi tanı­mıyorsan sana diyecek birşeyim yok...” deyip defolup gitti.
Hürriyet muhabirlerinin gaze­telerinde yayımladıkları Irak izle­nimleri tamamen Amerikan ağzıy­la, çoğu yalan ve iftira dolu idi. Kaldığımız otelin lobisindeki anti­kacı dükkanlarının fotoğrafını çe­kip “Bağdatta mezat, Kuveyt’ten çalınan antikalar yok fiatına satılı­yor, Bağdat Kırk Haramiler diya­rı...” diye verdiler.
Kuveyt işgali esnasında Ku­veyt’te çekilen ve Avrupa dergile­rinde çıkan bir fotoğrafı Irak’tan yeni çekilmiş görüntü diye verip altına, “İraklılar açlıktan kırılıyor, karne ile mallara hücum ediyor” diye yazdılar. Halbuki Irak’ta kar­ne ve fotoğraftaki gibi bir mala hücum biz görmedik. Yayınlarında Amerika aleyhinde bir kelimeye rastlamazken, Unisef’in önünde açlık grevi yapan müslümanlarla alay edip, “açlık grevi yapıyorlar. Saddamdan para alıp, köşe olu­yorlar” iftirasını atıyorlar... Bu kö­peklere Irak’ta az bile hakaret et­mişim...
“KÖRFEZ KERİZİ” TÜRKİYE
Irak seyahatinden dönüşte eş- dost, “Irak’ın durumu nasıl? diye soruyor. “Irak, her ne kadar ambargo altında ise bile yıkılan yer­lerin çoğu imar edilmiş; Bağdat’ta (pek) yıkım yok. Ambargo kalkınca 1-2 senede Irak kendini düzeltir. Asıl Türkiye’nin durumu kötü, Türkiye kendine baksın. Irak ken­dini düzeltir; fakat Türkiye Körfez faturasını kolay kolay atlatamaz” diye cevap veriyorum.
Abartılı gelecek ama; Türkiye Irak kadar zarar görmüştür. Am­bargo Irak kadar Türkiye’yi vurmaktadır. Türkiye’nin zararı söy­lenenlerin üstündedir. Körfez Krizi başladığından beri Irak, Türkiye’ye akla hayale gelmedik cazip şartlar teklif ediyor. Türkiye, zara­rına olmasına rağmen Amerikan uşaklığından vazgeçmiyor. Müslü­man bir komşu ülke ile ilişkileri de bozuyor. Irak’lı bakanlar Türkiye’ye yaptıkları cazip teklifleri an­lattılar. Biz, bunların reddedilme­sine hayret ettik... Irak şu an muhtaç durumda; Türkiye ile her şartta ticarete razı. Fakat Türkiye ayağına kadar gelen bu fırsatı te­piyor. Körfez Krizi’nin etkileri halen Tür­kiye üzerinde sürmektedir. Irak petrolü sayesinde Körfez Savaşı’nın zararlarını kısa zamanda telafi eder. Ama Türkiye ne yapacak; pet­rolü yok ki zararını karşılasın. Ku­mandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun Körfez Krizi esnasında söy­lediği “Körfez Krizinde Türkiye Körfez Kerizi durumuna düştü” tespitini bizzat müşahade ettim.
KONFERANSTAKİ KONUŞMAM VE KARAR METNİ
20.1.1992 Pazartesi, 4 gün süren Konferansın son günü. Konuşma metnini sabah Genel Sekreter İr-fab Bey’e sabah vermiştim. Akşama doğru bana sıra geldi. “Hizb-i İbda’dan Taraf dergisi sahibi...” diye anons edilerek Arapça konuşma­mı yaptım. Konuşmam dikkatle ve yer yer tasdik edalarıyla dinlendi. Körfez Savaşı’nda ABD’yi protesto gösterilerinden dolayı Kumandan Mirzabeyoğlu ve İbda bağlılarına gözaltı ve işkenceleri anlatırken salonda hınç dolu bir sessizlik oluyordu. Konuşmamın sonunda ise tesir altında kalındığı belli olan ve içten gelen alkış ve dualar oldu. Ya muntakim Allah! Bizi intikamına memur et! deyince salondan inşallah sesleri yükseldi. Konuşma bitince Divan Başkanı:
Türkiye’deki İslami mücadeleyi memnuniyetle karşıladığını ve za­fere ermelerini dilediklerini belirtti.
Sonra konuşmalar bitip Konferans karar metni okun­du. Özetle: Amerika ve Batı em­peryalizmi kınandı. Ambargonun kırılması gerektiği belirtildi. Yahudiler lanetlendi, Filistinlilere des­tek verildi. İslam ülkelerindeki İs­lami örgütlere meşruluk kazandırıl­dı. Halkı Müslüman ülkelerdeki Amerikan uşağı liderler kınandı... Kurulacak Filistin Devletinin top­raklarının nereleri olacağı hakkın­da bazı Filistinli delegeler itiraz et­ti. Ürdün’lüler araya girdi. Karar metninde bir düzeltmeyle mesele halloldu.
Konferans bitiminde çıkışta yanıma birisi gelerek Türkçe: “Ne güzel Arapça konuşuyorsun. Bu güzel fikirleri nereden buldun?” dedi. “Arapçayı iyi bilmiyorum. Nerede kaldı güzel konuşmak. Fikirlerim ise bağlı bulunduğum fikrin güzelliklerinden bir nebze bile değildir” dedim. Küfe’de Tarih profesörüymüş. Üniversiteyi İs­tanbul’da okumuş; Arap-Türk dernekleri başkanlığı yapmış. Kendisine Taraf dergisini verdim Derginin önsözündeki açık sözlü­lüğü beğendiğini söyledi. Bana adresini verdi. Konferans boyunca da değişik İslam ülkelerindeki de­legelerle tanıştım, adreslerimizi birbirimize verdik.
21.1.1992. Salı. Konferans delegelerinden oluşan 3 otobüs sabahleyin Kerbela ve Necef’e doğru yola çıktık. Kerbela, çölün ortasında ismi gibi bir yer. Oralarda yankesici bolmuş, yalnız gelmenin tehlikeli olduğunu söylediler. Şii halkın bulunduğu kasaba gibi bir yer. Kerbela her türlü pislik yuvası deniyor. İnsanları da acaip. Savaş esnasında kabirlerdeki altın kaplamaları İran’dan gelenler çalmış. Oradaki Şiileri gördükçe bunlarda çalmış olabilir diye aklıma geliyor. Çünkü bu iptidai insanlar imamlarının mezarını dahi soyarlar, her şeyi yaparlar. Saddam Hüseyin, türbelerin çalınan altınlarını tekrar yaptırıyor. Şiiler, Hazret-i Ali, Hazret-i Hüseyin, İmam Abbas türbelerini adeta işgal etmişler. Kadın, erkek, çoluk- çocuk, kabrin etrafında ağlaşıp, kabrin demirlerini öpüyor, tavaf ediyorlar. Allah için olsun içlerinden yüzlerine bakılacak bir tanesine rastlamadım. Kılık kıyafetleri de öyle. Kerbela ve Necef’deki Şiileri görünce Kumandanımızın İran için söylediği “iptidai insan sürüsü” sözü aklıma geldi. Bu üç kutsal mekan etrafında bu iptidai Şiilerin bulunması o büyük zatlara gerçekten bağlı olan Ehl-i Sünnet Müslümanları için mesuliyet yükleyici bir durumdur. Çünkü o büyük sahabilerin türbesini korumak önce Ehl-i Sünnet Müslümanlarına düşer. Irak hükümeti, mevzunun fikri yönüyle yeterince mücehhez olmadığı için bunlara bir şey yapamıyor. Şiilerin seslerini kesmek için, ölçülerimizce pek hoş olmayacak bir şekilde türbelerini altınla kaplıyor.
Önce Kerbela’da, Hazret-i Ali’nin çocuklarından İmam Abbas türbesini ziyaret ediyoruz. Türbenin etrafı, tavanlar aşırı derecede süslenmiş. Sonra, İmam Abbas türbesinin 500-600 metre uzağındaki Hazret-i Hüseyin türbesine gittik. Kainatın Efendisinin şehid torunu, cennet gençlerinin efendisi Hazret-i Hüseyin huzurunda Allah’tan, Fıkra-ı Naciye Ehl-i Sünnet yoluna hizmet eden, Ehl-i, Bidatla mücadele eden kullarından eylemesini niyaz ettim. Kurtuluş yolu İBDA’nın muzafferiyeti için dua ettim. Allah’a, Ehl-i Bey’ten bu büyük sahabileri ziyareti nasip ettiği için şükür ve dua ederek oradan ayrıldım…
Kerbela’dan 60 km. uzaktaki Necef’e Hazret-i Ali (K.V.) yi ziyarete gittik. Fakat Ehl-i Sünnet’e ve tarihî hakikatlere göre Hazret-i Ali’nin mezarı belli değildir. Fakat Şiilere göre Necef’dedir ve burası onların Şiilik mekânıdır. Necef de her bakımdan Kerbela’ya benziyor.
Irak hükümeti buralarda askerlerle kontrolü sağlıyor. Altınla kapnalmış bu üç türbeyi ziyaret ederken “Camilerinizi sade, evlerinizi süslü inşa ediniz” Hadis-i Şerifini hatırladım. Mabet ve türbelere bakında Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at olan Şiilik arasındaki fark görülüyor. Irak, Şiilere karşı manevi bir fetih hareketi yapamıyor; çünkü Ehl-i Sünnetin tam şuurunda değil.
EVLİYA DİYARI BAĞDAT
Bağdat’ta İmam-ı Azam, İmam Ebu Yusuf, Hazret-i Musa Kâzım’dan başka veliler de medfun. Türk heyetinden av. Musa Çakır’ın teklifiyle 21.1.92 akşamı beraber, Abdulkadir Geylani camiindeki namaz kıldıktan sonra türbeyi ziyaret ettik. Cami hocası kitabedeki, Osmanlı Sultanının yazısını okudu ve ziyaret yaptırdı. Türbe kısmının girişinde de Ulu Hakan Abdulhamid Han’ın ismi yazıyordu. Demek ki cennetmekan orayı imar etmiş. Sonra Cüneydi Bağdadi’nin türbesine gittik. Gece olduğu için kapalıydı. Maruf Kerhi, Zinnun Mısrî ve Sırri Sakati de etrafında idi. Hepsine Fatiha okuyup yanlarından ayrıldık.
UNİSEF VE AMERİKAN ELÇİLİĞİ ÖNÜNDE AÇLIK GREVLERİ
22.1.1992 Çarşamba günü. Unisef’in önündeki çadırlarda açlık grevleri yapanları görmeye gittik. Yol boyunca birçok çadır kurulmuş. Unisef (BM çocuklara yardım örgütü), açlıktan kıvrananlar, Müslüman Irak’lı çocuklar olunca kuruluş gayesini unutup, ambargoya uyuyordu. Murdar Hıristiyanların çirkin yüzü… Açlık grevi yapanlardan biri kefenlenip tabutun içine girmiş; aynı ceset gibi. Bazı çadırlara girip ziyarette bulunduk… Daha sonra, şimdi Polonya elçiliği olarak kullanılan Amerikan elçiliğinin önündeki çadırlara gidiyoruz. Aralık ayında açlık grevlerinde Mısırlı bir hanım hastaneye kaldırılıyor; ayrıca başka bir Mısır’lı haça girip 4 gün aç durmuş, sonunda fenalaşıp hastaneye kaldırılıyor. Yine de bir Alman kadını, destek için bu açlık grevlerine katılıyor, sonunda fenalaşıp hastaneye katılıyor. Hastanede tedaviyi reddedip ölmek istiyor. Saddam Hüseyin televizyonda yaşaması için ricada bulunuyor. Alman kadın Müslüman oluyor ve Irak’lı doktorla evleniyor. Saddam Hüseyin’de düğün masraflarını karşılıyor. Hürriyet muhabirleri Alman kadının (Iraklılar için) açlık grevi yapıp Müslüman olmasını kabul edemedikleri için, “açlık grevi yapanları Saddam zengin ediyor” diye bu olayı bahane edip gazetelerinde yayın yaptılar.
BASIN TOPLANTISI
22.1.1992 Konferansı tertip eden Evkaf Bakanlığı bir basın toplantısı düzenlendi. Evkaf Bakanı şöyle konuştu: Konferans çok güzel olmuştur. Bu konferans, dünyada yapılan İslam ülkeleri konferanslarında en büyük sayıyı topladı. Bütün ülkelerden; Müslüman örgütlerden ve parlamentlerden gelenler oldu. Basın, fikir adamları, ulema, fukaha, bütün mezhepler; Sünni, Şii buhralar (sufi) da katıldı. Kararlar iki şeyi destekledi.
1-Şeri örgütler denilen İslami örgütleri meşrulaştırdı.
2-Gerçek temsilciler olan, Müslüman örgütleri gösterdi.
3-Amerika, Siyonizm ve emperyalizme karşı olduğu görüldü.
Arap ülkelerindeki Amerikan uşağı liderlere de karşı gelindiği anlaşıldı. Bu konferansa gelen tüm örgütler istedikleri görüşleri tam bir demokrasi ile ortaya koymuştur; müdahale olmamıştır. Sonra, Konferans Genel Sektreteri Prof. İrfan Abdulhamid konuştu: Ne zaman Arap ve İslam ümmeti güçlenmek ister; muhakkak engellemeye çalışırlar. Bu konferans bütün İslam aleminin ortak bildirisi olmuştur. Bu kararları halisane olarak İslam alemine gönderdik… Sorular kısmında şöyle sordum: Irak’ın ambargoya dayanması İslami ruhtandır. Bu ruhu kuvvetlendirmek için neler yapıyorsunuz? Bu ruhu hayata nasıl tatbik edeceksiniz?
Cevaben: Biz, akidemize bağlı olarak düşünceli bir şekilde modern hayata katılmasını istiyoruz. Tarihteki gibi hareket ettiren bir dini anlayış istiyoruz. Kendimizi değiştirmemiz lazım. Konferans bun ister. Tarih okumakla bırakmayalım; onu yenileyelim. Yeniden bir yapılanma olsun…
İkinci sorum: Emperyalizme karşı ezilen, Müslüman olmayan ülkelere de destek olmak gayesi güdüldü mü? Bunda iki türlü fayda var; hem emperyalizmin kalelerini zorlamak, hem de Müslüman olmayan o ülkelerde İslam’a karşı bir sevgi uyandırmak. Cevaben: Söylediklerinizi tekid ederiz. Bakan da bunu söyledi. Her Müslüman bunu ister. Ortak bir emperyalist cephe açılmasını istiyoruz” dedi.
22.1.1992 Çarşamba gece (dönüş için) Bağdat’tan hareket ettik; sabah Amman’a vardık. Avukat Musa Çakır’ın ahbabı siyaset ve iktisad Profesörü Mehmet Bey bize Amman’ı gezdirdi ve evinde ziyafet çekti. İbda fikriyatını tanıtırken Necip Fazıl adını duyunca “Tamam, sizinle haberleşeceğiz” dedi. İşgal altındaki Kudüs’ü ziyaret etmek isteyenlere, “Ürdün’e giren çıkandan anında Mossad haberdar olur. Sizin Irak’a gittiğiniz de biliniyor. Onun için bu iş olmaz.” dedi. O gece Irak’lılar tarafından Amman’da otelde misafir edildik ve 24.1.1992 Cuma günü uçakla İstabul’a döndük.
IRAK BASININDA İBDA VE İBDA-C
Irak el- Cumhuriyeti gazatesinin Röportajından:
Türkiye’de neşredilen “Taraf” dergisinin yazı işleri müdürü Kâzım Albayrak’da ilk günden itibaren Türk halkının, Iraktan ambargonun kaldırılmasını istediğini, bu amaçla halk yürüyüşleri ve gösteriler düzenlendiğini gerek savaştan önce ve gerek savaş ertesinde ırak halkının yanında yer alan İBDA cemaatinden pek çok kişinin tutuklandığını söyledi. Kendi ve İBDA cemaati lideri Salih Mirzabeyoğlu adına, barışsever dünya milletlerine emperyalizme ve milletler arası siyonizme karşı Irak’ın yanında yer almaya çağıran Albayrak, şer ve kinci güçlere karşı Irak mücadelesini desteklemek amacıyla bu ayın başından itibaren İBDA Cemaatinin Irak halkına bağış kampanyası açtığını belirtti. Ve Birleşmiş Milletler tarafından Irak’a karşı alınan kararların haksız ve zalimane karar olduğunu vurguladı.
NETİCE
Irak’ta siyasi durum: Halk, 33 ülkeye karşı savaştığı ve Amerika’ya boyun eğmediği için Saddam’ı kahraman olarak görüyor. Savaşı da kaybettiklerini kabul etmiyor. Şiiler ve Kürtlere gelince. Saddam Şiileri kontrol altına almış, fakat onlara güvenilmeyeceğini biliyor. Sesleri çıkmasın, tapınmaya devam etsinler diye Şiilerin kutsal saydığı türbelerin çalınan altınlarını onarıyor. Kürtleri Amerika kışkırttığı için güneyde bir boşluk var. Fakat Amerika buradan elini çekerse Saddam Kürtlerle anlaşır. Irak, Körfez Savaşında Türkiye’nin yaptıklarını unutmak istiyor ve Türkiye’ye dostluk eli uzatıyor. Bizdeki uşaklar ise Puşt George’nin ağzına bakıyor. Halen Irak’a ambargoyu devam ettirmek ne komşuluğa, ne Müslümanlığa, ne insanlığa sığar. Ancak emperyalist çıkarılarına sığar. Iraklıların bize karşı sıcaklığında iki halkın Müslüman ve kardeş olmasının yattığını gördüm. Akraba gibiyiz; zaten bizim heyette Irak’tan evlenenler bile var. Dinimiz, tarihimiz, düşmanlarımız aynı… Türkiyedeki Müslümanları ezenlerle, Irak’ı bombalayanlar aynı merkeze bağlı. Bir tespitimi de burada nakledeyim: Irak’lıların nüfus cüzdanlarında hala “Osmanlı” yazıyor. İran’lılar ise farklı, onlarda böyle bir şey yok. Irak halkıyla beşyüz sene beraber yaşadık. İki halkın bir düşmanlığı olamaz. Ama emparyelisler suni düşmanlıklar icat ederle; o ayrı konu. Aslında Türk Kürt Arap ayrımı yok İslam ümmeti var. Halklar bunu istiyor, Irak halkı da bu duyguda…
Irakta ideolojik durum: Irak asrımızda eşya ve hadiselere tatbik edilecek bir dünya görüşü ortaya koyabilmiş değil. Eğer böyle bir fikir ve kadrosu olsaydı Irakta bu tatbik edilirdi. Çünkü Amerika ve müttefiklerinin Müslüman oldukları için Iraklılara saldırdıklarının farkındalar. Anti emperyalist mücadelenin öz kimliklerine dönerek olacağını anlamışlar. Hristiyan Batıya karşı İslam’a sarılmaktan başka bir yol olmadığı belli. Fakat bunu hayata nasıl tatbik edecekler, bunun plan, projesi yok. Türkiye’de bana anlatılan şu olay Irak’ın halini ifade ediyor. Saddam bir gün camiye gitmiş namaz çıkışı camiinin hocası Saddam’ın önünü keserek İslamiyeti tatbik et demiş. Saddam ise,” gel de sen tadbik et. Hani programın?” demiş… Savaştan sonra Irak’ta İslam’a yönelme olmuş. Fakat ne yapacaklarını bilmiyorlar. Önceleri Aziz Nesin ve Yaşar Kemalin eserlerinin tercüme edildiğini bana söylediler. Üstadın da bir eseri tercüme edilmiş. Bağdat caddelerinden geçerken Hülya Avşar’ın ve bazı filmlerinin afişlerini gördüm. Tertip edilen bu konferansın bir amacı da “İslamı, nasıl hayata tatbik edeceğiz?” sorununa çözüm bulma gayretleridir. Yani “Haraket ettiren bir dini anlayış” arıyorlar.
Taraf Dergisi 13. Sayı
1 Mart 1992