İşsizlik çağımızın sorunu, öyle ki sanayi devrimine dayandırılıyor. Kapitalist yoldan sanayileşmenin doğurduğu önemli bir problem demek daha doğru olur.
Kapitalist yoldan sanayileşme, ne olursa olsun büyümeyi hedeflediği için insanî bir sorun olan işsizliği doğurdu ve kendi yapısı içinde çözemiyor. Kapitalist sistem keskin hatlarla işçi-işveren ayrımı yapıyor, sermayeyi topluma yaymayıp bir elde toplanmasına yol açıyor, insan ve toplum unsurunu dikkate almadan aşırı kâr hedefliyor ve faiz sarmalıyla da bu hal katlanarak gidiyor. Tabiî ki böyle bir yapıda işsizlik de boy gösterir, yoksulluk da boy gösterir, gelir dağılımı da bozuk olur, sosyal güvenlik sorunları da kendisini gösterir.
Terkibi hükmümüze yeri geldikçe veya yazının sonunda yer verirken, tahlilci metotla meseleyi ve hadiselerin çözümlerini ele almak istiyoruz. Çünkü hadiselerin objektif tahliline fikrî tatbik etmemiz ancak böyle olur.
“Sosyal siyaset” kavramı ve ilminin  de doğuşuna yol açan ve kapitalizmin problemi olan “refah mı? Huzur mu?” sorusu çağımızda artık “her ikisi” diye ifadesini bulmaktadır. Yine kapitalizmin  büyüttüğü “sosyal siyaset” ilminin bile “refah mı, huzur mu?” diye bu ikileme işaret etmesi temelinde Batıcı hayat tarzına ve kültürüne yönelik bir eleştiridir. Fakat devrimci ve bütünlükçü alternatif bir bakış açısına sahip olunamadığı için (sosyalist sistemler çöktüğü ve İslâmî bir perspektife sahip olunamadığı için) hâlâ Batı düşünce formatıyla iyileştirme, pansuman vb. tedbirlere ve çözümlere başvurulmaktadır. İnkılapçı bir dünya görüşüne sahip olunamadığı zaman ıslahatçı tedbirlerle kapitalist sistem pansuman edilmektedir.
İşsizlik, gelişmekte olan ülkelerde sorun olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin de sorunudur. Yoksulluk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. ABD’de boğaz tokluğuna yaşayan, asgarî geçimini market kartlarıyla sağlayan 45 milyon insandan bahsedilmektedir. Gelir dağılımı, bizim gibi ülkelerden iyi olsa bile, gelişmiş ülkelerde de adil değildir.
Avrupa ülkeleri, ekonomik topluluk kurarak önce refahı yakalayacaklarını ve huzurun ise refaha bağlı olarak kendiliğinden geleceğini zannediyorlardı, ama yanıldılar. Avrupa Ekonomik Topluluğu ismi de bunu gösteriyor. Fakat sosyal sorunlar çözülemedi ve büyüdü. İşsizlik artık gelişmiş ülkelerin de bir sorunu.
İş aramaktan vazgeçen gücenmiş işsizleri de sayarsak işsizlik bizde %15’e çıkıyor. Eksik istihdam ve gizli işsizler bu rakamın içinde değil. İşsizliğin ekonomik, sosyal ve psikolojik bir çok sonuçları var. İşsizliğin bir sonucu da sosyal dışlanma. Dezavantajlı sınıf ise gençler. Sosyal dışlanma kavramını sadece ekonomik olarak görmemek lazım. Bizdeki Batıcı rejimin insanî, İslâmî, ahlâkî ve kültürel eksikliklerinden ve hatta bu değerlere düşmanlığından dolayı, büyük bir sosyal dışlanmışlığa yol açtığını söyleyebiliriz. Öyle ki, ne Müslüman kendisinin ifadesini bulabiliyor, ne ateisti, ne solcusu, ne alevisi, ne milliyetçisi vb. Böyle bir durum söz konusu. İslâm ahlâkını yok etmek amacıyla kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin, ılıman ve muhafazakar hükümetlerin başta olduğu dönemler de dahil olmak üzere, eğitiminden ekonomisine kadar aslî hususiyeti budur ve 90 yıldır gelinen nokta, ekonomik yönden olduğu gibi sosyal ve kültürel yandan da bir ayrışma ve dışlanmışlıktır.
1980’lerden sonra cari olan neo-liberal politikalar, işgücü piyasalarını olumsuz etkilemiştir. Kapitalist sistem, gelişmekte olan ülkelere yönelik sömürüyü artırmıştır. “Sosyal damping” denen durum.
Uluslar arası şirketler ulus şirketleri tasarrufları altına almıştır, bu da işsizliği artırmıştır.
Gelir dağılımı adaletsizliğiyle işsizliğin yakın ilişkisi var; kayıt dışının artışıyla da.
Uluslararası şirketler ve onların ulus devletler eliyle empoze ettiği hayat tarzı alışkanlıkları sayesinde tüketim toplumu ve onların pazarı olduk. Bu da sağlıklı insanî ilişkiler ve sağlıklı bir ekonomi önünde en büyük engel. Bunu da ekonomik, siyasî ve askerî işgallerle gerçekleştiriyor uluslararası şirketlere bağlı emperyal devletler. ABD bir ülkeye giriyor, peşinden uluslararası şirketler. Ondan sonra onlar gibi tüketen ve onların pazarı olan çağdaş(!) ve özgür (!) ülke oluyorsun. Ama işsizlik rakamları şu boyutta, yoksulluk şu kadar artmış, gelir dağılımı ve sosyal doku bozulmuş önemli değil. Bir sorun varsa yine Batılıların kredileri ile iyileştirme çabaları olacak, çünkü onların sistemi kökünden yıkılmasın, varlığını sürdürsün, sömürü çarkı dönsün diye. Sisteme hizmet edecek köleler de lazım. Ama köleler isyan ederse silahlı güçleri ve askerî üsleri 24 saat tetikdedir.
Dünyada yükselen isyan dalgası artık havuç-sopa anlayışına imkan vermiyor. Günümüzün organizasyon ve yönetim yapısı bile havuç-sopa anlayışını terk ediyor. İnsanlar özerklik istiyor, aidiyet duygusu istiyor, kendilerini ifade edebilecekleri "kendinden zuhurlarını" bulmak istiyor. Buna önem veren rasyonel yönetimleri istiyor. Buyurgan değil, paylaşımcı. Sömürücü değil, adaletli. Gizli kapaklı değil, şeffaf ve yerinde yönetim istiyor. Aslında insanî, İslâmî ve adil olan isteniyor; ateist olsun, dindar olsun, fark etmiyor. Fakat bu talepleri kendi siyasî emellerine göre yönlendirenler olabilir, o ayrı bir mesele. İstismarlara düşmemek için doğru bir siyasî birlik yönünde şuurlanmak da gerekiyor. İnsanları yönetime katmak, hatta kâra katmak, gelir dağılımına ortak etmek; istenen bunlar.
Dik hiyerarşik modelden ziyade, iletişim kanallarının açık olduğu eğik hiyerarşik model günümüzün iş ilişkisi anlayışında tercih ediliyor. Bu da tepeden inmeci tavırları engelleyici ve yöneten-yönetilen uyumunu ve adaletli bir düzeni çağrıştırıyor. “Toplam kalite yönetimi” revaç görüyor bazı işletmelerde. Aidiyet duygusunun yüksek olduğu, sıfır hata ve sıfır stokla çalışıldığı, müşteri memnuniyetine önem verildiği ve devamlı gelişme süreci ifade eden bir yönetim anlayışı. Çıkışı Japonya olmuş, çünkü orada çalışanlarla firmaların bağı geleneksel olarak güçlü imiş. Aidiyet, uyumluluk ve katılımcılık açısından ileri bir örnek olarak zikredilebilir.
Gelir dağılımı meselesine gelince. Bir ülkede millî gelirin yüksek olması adaletli gelir dağılımı mânâsına gelmez. Çünkü gelir yüksek ama belli bir sınıfta toplanmış ve toplum katmanlarına yayılmamış olabilir. Türkiye’nin karnesi bu hususta bozuk. Çağımızda “Sosyal Eşitlik” ve “Sosyal Adalet” kavramlarından sıkça bahsediliyor, modern-postmodern kapitalist anlayışın doğurduğu sorunlar karşısında. Aslında kapitalizme gerici bir sistem gözüyle bakmamız lazım, insanlığa, o da bir kısmına, refah verirken huzur veremeyen, krizden krize sürükleyen ve eskimiş bir sistem gözüyle bakmak gerekiyor. Alternatifinin olmaması veya öyle zannedilmesi yüzünden ona mahkummuşuz gibi bir algı doğuruyor. Biz bunu kabul etmiyoruz ve insanlığın eğer sonu gelmemişse- ki gelmemiştir- BD-İBDA alternatif dünya görüşü ve Başyücelik Modeliyle ifadeye geçiyor ve kapitalist sisteme isyanımızı onunla dillendiriyoruz. Kapitalist sistemin bazen Müslümanları ılımlılaştırma çabalarına da dikkat ederek İBDA’nın fikrî manzumesinin sağlamlığı ve yeni dünya görüşü teklifiyle beraber emperyalizme karşı askerî ve fikrî bir kadro hareketi olması gerektiğinin de şuurundayız. Kapitalist sisteme alternatif olmaktan uzak ve esasen onları yaşatan partilerle ilişkimiz (buna AKP’de dahil) ancak günlük siyasi tavırlarla alakalı olabilir ve onlarla esasta, en temelde farklıyızdır. Bizim insan tipimiz, nizam fikrimiz, sistem partileriyle bağdaşmaz.
Türkiye’nin başta gelen sorunlarından bir tanesi de gelir eşitsizliğidir ve AKP hükümeti bir nebze bunu düzeltse bile bu düzeltme devede kulaktır, yani gelir dağılımında uçurum sürmektedir.
2011 verilerine ve TÜİK gelir dağılımı istatistiklerine göre Türkiye’de milli gelirin yaklaşık %50’sini %20’lik üstteki kesim almaktadır. En alttaki %20’lik kesim ise milli gelirin %5.8’ini almaktadır. Tabloya baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Ülkenin %60’ı milli gelirin %30’unu alıyor veya ülkenin %40’ı milli gelirin %16’sını alıyor.
Gelir dağılımında Avrupa’dan çok gerideyiz. Tabiî ölçü Avrupa değil, kendi insanımız ve kendi ahlâk anlayışımız olmalı. Gelir dağılımında Meksika ile aynı sıralardayız.
Kapitalist sanayileşme ile keskin işçi-işveren sınıflaşması ve adeta bir kast sistemi doğmuş ve bu da özü gereği gelir dağılımında bir uçuruma yol açmıştır. Eşyanın tabiatı gereği normal karşılanacak bir gelir farklılığı değil, gelir dağılımı uçurumuna yol açmıştır. Tabiî ki girişimcilik ruhu önemlidir ve sermayenin bir hakkı vardır. Biz bunları kabul ediyoruz ama sermayenin urlaşmasını ve faizle şişmesini ve kapitalist sistemi kabul etmiyoruz. Osmanlı döneminde toplumun gelir yapısı piramit şeklinde değil, uçları basık yumurta şeklinde idi ve üst tabaka ile alt tabaka arasında ortalama olarak 3 katı bir gelir farkı vardı. İslâmın zekat şartı ve faiz yasağı gereği oluşan sosyal dayanışmalı toplum yapısı bunu icap ettiriyordu.
Kapitalist sistem sanayileşme ile ekonomik bir gelişme yakalarken, emek-sermaye, toprak-insan, üretim-tüketim, tabiat-teknoloji ilişkilerini bozmuştur. Geldiğimiz noktada ise şimdi şu sorulur olmuştur. Böyle bir refah karşısında bu huzursuzluk ve adaletsizlik değer miydi? Bu adaletsizliklerden dolayı bunca asırdır akan gözyaşı, sömürülen emek ve ezilen insanlar ne olacak? Bunların geri dönüşü var mı? Batı hayat tarzı toplumsal dayanışmayı yok edip kendi sömürü düzenlerine uygun bireyselleşme ve bencilleşmeye zemin hazırladığı gibi, tabiatı da tahrip ederek hava, su ve toprak kirliliğine yol açtı. Ondan sonra günah çıkartırcasına çevreciliği teşvik etti.
Sanayileşmenin ilk mağduru ucuz işçi olarak görülen kadın ve çocuklar olmuştur. Günümüzde de iş hayatına atılan kadın kendi orjininden uzaklaşmış ve yine kapitalist sistem tarafından meta haline dönüştürülmüştür. Modernleşmenin argümanı olarak sunulmasına ve reklam unsuru yapılmasına, tüketim toplumunun aracı kılınmasına, analık ile kariyer arasında bırakılmasına kadar kadını istismar etmiştir kapitalist düzen. Çünkü kapitalist sistemin temel felsefesi yanlıştır. İlim veya yeni keşifler insanlığın malıdır. “Hikmet, müminin yitiğidir, nerede bulursa alır” İslâm’ın ölçüsüdür. Teknolojik yeniliklerin veya sanayileşmenin belli bir zümrenin çıkarına dünyayı tanzim etmesi kabul edilecek şey değildir. Bizim karşı olduğumuz husus budur, yoksa sanayileşme değil. Kapitalizmin ilk ve son mağduru kadınlardır diyebiliriz, kapitalizmin sonuna geldiğimiz günümüzde.
Kollektivist sistemler (sosyalizm-komünizm), kapitalizme haklı eleştiriler yapsa bile çözüm olamamışlar, teorideki yanlışlıkları pratikte de görülerek tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Artık tarih sahnesi kapitalizm ile İslâm’ın ebedî hesaplaşmasına kalmıştır.
Kurallarını Dünya Ticaret Örgütü ve IMF’nin koyduğu serbest piyasa ekonomisi deniyor ama ne kadar serbest? Onların serbest piyasa ekonomisi dediği liberal piyasa ekonomisi, gelir dağılımı gibi bir çok sorunun kaynağıdır. Kısaca söylersek, refahın adil ve hakça dağılımı olmadan refah olmaz.
1980’li yıllardan itibaren neo-liberal politikalara tekrar geri dönüş, yoksulluğu da artırdı, yalnız gelişmekte olan ülkelerde değil; ABD yoksul insan sayısında da dünyanın önder ülkelerinden.
Neo-liberal politikalar ve onların ortaya koyduğu yeni üretim teknikleri ve küreselleşme ile birlikte çok uluslu şirketlerin önem kazanması, sendikaların zayıflaması ve bireyselleşmenin artmasına yol açmıştır. Yeni yönetim ve yeni üretim teknikleri bir refah ortaya çıkardı; ama topluma adil paylaştırılmaması yoksulluğa yol açtı. İş gelip ahlâka dayanıyor; ister liberal politikalar, ister Keynesyen politikalar olsun fark etmiyor...
Sosyal devletin temel anlayışı hayırseverlik kavramına dayandığı söyleniyor, kapitalizm ile hayırseverlik örtüştürülmeye çalışılıyor; zoraki nikâh... Daha ziyâde sosyal patlamalardan ve rejimlerinin yıkılması tehlikesinden korunmak için başvurulan bir yöntem hayırseverlik. Demek ki sırf “ekonomi” demeyle olmuyor. Burada ilk baskısı 1987 yılında yapılan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun, iktisat mevzuunu ehemmiyetine binâen ele aldığı “İktisat ve Ahlâk” kitabını, sık sık görülen ekonomik krizlerle tekrar gündemimize giriyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun “Parakut'a-Paranın Romanı” isimli başka bir eserine de işaret edelim ve ilk eseri olan “Bütün Fikrin Gerekliliği”ni de hatırlayarak. Sorunların kaynağı olan Batı'nın tümevarımın zaafiyetiyle malûl olduğunu da belirtelim...
İnsan günde 2400 kalori alan bir canlıdan ibaret değildir. Artık yoksulluk tanımlamalarında da “insanî yoksulluk” kavramı kabul ediliyor, insan onuruna göre bir hayat, dışlanmama ve karnı doyarken özgürlük, güven, saygı gibi kriterler aranıyor.
Aslında Batı'nın insan tarifinin olmaması ekonomik sorunlarda da kendini gösteriyor ve kendi doğurduğu hastalıkların tedavisi olarak liberal hayırseverlik, sosyal devlet, insanî yoksulluk gibi kavramlara sığınıyor. Meseleleri kavramlaştırarak kendini yenileyici ve çözüm olarak sunuyor. Batı, damgalayıp kendine mâl etmekte ustadır. Sık sık krizlere ve dünyadaki korkunç adaletsizliğe rağmen onların sistemleri alternatifsizdir(!) ve kendini yenileyendir(!). Fakat bütün bu yenilemeler, neo-liberal politikalar vs. Batı'nın materyalist bakış açısının taktiksel yaklaşımından başka bir şey değildir. Yine kapitalist sistem içinde çözümler bulmaktan başka bir şey değildir. Temelden bir düzeltme değildir. Zaten statükodan da bu beklenmez.
Sosyalist veya komünist sistemler ise herkesi yoksullukta eşitler ve sadece karnını doyuran bir kitle (sürü) olarak görürken, yönetici sınıfı ile de (komünist parti) sömüren sınıfı ve oligarşiyi oluşturmaktadır. Chavez gibi örnekleri ise, kendi toplumlarına göre adaletli bir sistem oluşturan eski sosyalistler olarak görmeli.
Kapitalist sistemin insan unsurunu gözardı etmesi (materyalizm gereği insanın ruhî varlığını kabul etmemesi) sosyal ve ekonomik problemlerle su yüzüne çıkmıştır. Yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımındaki eşitsizlikler gibi.
Kaymak tabakanın yargı, siyasî, iktisadî ve askerî gücü elinde bulundurması ve esasen eğitim sistemine de hakim olması bir çok hakka ulaşamayan ötekiler sınıfının doğuşuna sebeb olmuştur. Sosyal dışlanmışlar da diyebileceğimiz bu halk kitlesi farklı ideolojiler içinde de olabilir ve rejim sahiplerince birbirlerine karşı da kışkırtılabilirler. Fakat mağduriyet açısından müşterektirler.
Kapitalizmin özü gereği sosyal dayanışma müesseseleri bir bir yıkılınca, şehirlerde ve geniş aile dokusundan uzak yaşayan kitleler sosyal güvenliğe muhtaç hale geldiler. İslâmın zekât, fitre,sadaka ve kurban gibi sosyal yardımları yanında fert ve topluma aşıladığı yardımseverlik duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğu günümüzün “sosyal devlet” zaruretinde de görebiliriz. Fakat İslâm'ın esasında ve temelinde bu duygu varken, kapitalizmde sonradan ve kendi doğurdukları sorun olarak vardır.
Malı ve mülkü Allahın emaneti olarak görmek ve canı da kutsal bilmek anlayışının sosyal güvenliğe bakışı başkadır, kapitalist veya kollektivist sistemlerin insana ve onun mala bakışı başkadır. İslâm ahlâkına bağlı Osmanlı'da zekât, fitre gibi doğrudan dinî-sosyal müesseseler yanında vakıflar, Avarız vakıfları ve teavün (orta) sandıkları ile Ahîlik Teşkilatını iktisadî düzene misal olarak verebiliriz.
Kapitalist sistemin olmazsa olmazı faizin, yoksulluk, işsizlik ve gelir eşitsizliği üzerine büyük tesiri vardır. Düşük gelirlilerin tasarrufları toplanarak onların 3-5 kuruşunun ulaştığı yüksek meblağlar üzerinden faizle kat kat kazanç elde etmek, gelir dağılımındaki uçuruma da yol açar. Dar gelirlinin cebindeki tasarruflar reel ekonomiye katılıp onlara da bir gelir sağlanması gerekirken, faiz spekülatörlerinin elinde (devlet de buna dahildir) kapitalist zümreye hizmet eder hale getirilmiştir.
Baran Dergisi 338. Sayı