Manevi değerleri, sıdkı, sadakati, azmi Allah’ın razı olduğu hâller ve değişimleri olan kullar çoğaldıkça toplum içinde kuvvet, kudret ve muktedir olma, düşmana karşı koyabilme potansiyeli o oranda artıyor.
Dünya genelinde müminlerin hâline ahvâline baktığımız zaman mahkûm ve mahzun olduğunu görüyoruz. Bu mahkûm ve mahzun oluş kimi zaman iman derecesiyle orantılı olsa da mahkûm edilmeniz için çoğu zaman mümin olarak anılmanız zaten yeterli oluyor. Müminler, mahkûmiyeti ve mahzun olmayı iman derecelerine göre idrak ediyorlar elbette. Diğer yandan, çoğu zaman artık geri dönüşü maalesef mümkün olmayan; tamamen dünyevîleşmiş, dünyanın varlığı ile ferahlanan, yokluğu ile kederlenen, arada derede irice bir kesim de söz konusu.
Kıyamete kadar yaşanacak bu muhtemel evreleri aslında Resûl-ü Ekrem Nebiyy-i Muhterem Sallallahu Aleyhi ve Sellem zaman zaman tarif, tasvir ve tabir etmiş, beyan etmiş; lâkin müminleri abluka altına alarak kısıtlamayı hedefleyenler, farkındalıklarını engellemek için önce hadîs-i şerifleri kısıtlama altına almışlar. Malum, Efendimiz sadece huzurunda olan ashabına değil, kıyamete kadar devam edecek ümmetine konuşmuştur. Âlimlerin, muhaddislerin vazifesi aslında müminlerin imanlarını ayakta tutabilmesi ve motivasyonunu sağlayabilmesi için yaşanan olaylara ışık tutacak hadisleri, ayetleri gündeme getirmeli; o bilginin rehberliğinde çıkış, kurtuluş reçetesi oluşturulmalıydı. Böyle bir altyapı olmadan slogan Müslümanlığı bizi kurtarmaz, kurtarmadığını da zaten yaşayarak görüyoruz.
Okuduğum zaman derinden sarsıldığım işte o hadîs-i şeriflerden biri: Hz. Peygamber Aleyhisselâm: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki o vakit müminin kalbi, tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurdu. “Kalbi erimiş vaziyette nasıl yaşar yâ Resûlallah?” “Sirke ruhu, sirkenin içinde nasıl yaşarsa öyle yaşar…” “Niçin eriyecek yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda: “Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için,” buyurdu.
Kötülüklere şahit olup da müdahale edememenin acısı içindeyken bu hadîs-i şerifle karşılaşmak çarpıcı oluyor elbette. Nebiyy-i Muhterem, mucize kabilinden tam da günümüzü nasıl da tasvir ediyor. Evet kötülükler, gözümüzün önünde icra ediliyor; görüyoruz lâkin değiştirmeye gücümüz, kuvvetimiz yok. Hani eskilerin o deyimi var ya, “Gâvur görse, Müslüman olurdu!” Nitekim yaşanan zulmü gâvur görüyor, Müslüman oluyor da bizden, Müslümanlardan kayda değer bir tık yok… Kötülükleri görüyoruz, değiştirebilme gücümüz, kabiliyetimiz, etkinliğimiz yok! Kalpler, tuzun suda eridiği gibi erimiş, işlevini yitirmiş. Arada bir el kaldırıp yazıp çiziyoruz, söyleniyoruz, sonra sıradan, vasat hayatlarımıza dönüyoruz. Tam da Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Güneşi cebinde kaybetmiş marka Müslümanları”… Esas, usul muvazenesi kaymış, dinamiklerini kaybetmiş, hani o Müslüman tarifi vardı ya, gerekeni gerektiği yerde ortaya koyabilme bilincini yitirmiş, sirke ruhuna dönüşmüş.
Aslında uygulanan zulüm, malum, lokal olarak bir yerde değil; dünya genelinde bir mahkûm ve mahzun olma söz konusu. Bir zaman önce desen belki kimse inanmazdı ama bugün öyle ki aklı ve kalbi kontrol altına alan teknolojilere sahipler. Teknolojik, ekonomik ve kültürel üstünlük onlarda olduğu için bir nevi uyuşturulmuş zombiler gibiyiz. Aslında Müslüman, İslam’ı dünyaya hâkim kılmak borcundaydı ama bırakın ailesini, yakın çevresini, genelde kendi nefsi üzerine bile hâkim kılamadığını görüyoruz. Zaten mevzu o; kendi nefsi üzerine İslam’ı hâkim kılamayana, çevresine, ailesine yani bir başkasına hâkim kılma yeterliliği direkt Allah tarafından iptal ediliyor, fişi çekiliyor adeta.
Bu hadîs-i şerif aslında, “La hiyeten kulubuhum... Onların kalpleri ilgisizdir, gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler, kalpleri mühürlenmiştir vs.” ayetlerinin de açılımı gibi. Kalp, tuzun suda eridiği gibi erimişse Hakk'ı görme ve işitme fiili de işlevini yitirmiş, mühürlenmiştir doğal olarak. Kötülükleri görüp de değiştirememek deyince bizim tek anladığımız, Yahudilerin, İsrail’in yaptığı kötülükleri telafi etmeye güç yetirememek olarak okuyoruz. Hâlbuki işin mahreci, elbette kendi nefsimizdeki kötülükleri, aykırılıkları görüp müdahale etmememizle başladığını düşünemiyoruz. Mesela, namaza kalkmadığımız ya da üşenerek kalktığımız hâlin bizde yarattığı güç kaybını bilmiyoruz, çok da üzerinde durmuyor, hafife alıyoruz. Böylece hafiflediğimizin, etkinliğimizi kaybettiğimizin hesabında değiliz. Ra'd Suresi 11. ayet-i kerimeyi unutmuş gibiyiz: “Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.” Bu itibarla bu kötülükleri görüp de değiştirememe, bu güç kaybı aslında yine kendi nefsimizdeki yanlışları görüp de değiştirmemeyle orantılı gibi.
Gündeme getirilmesi gereken bir diğer hadîs-i şerif: “Öyle bir zaman gelecek ki aç insanların yemek kabına üşüştüğü gibi, kâfirler de sizin üzerinize üşüşecekler.” Sahabe: “Yâ Resûlallah, o zaman sayımız az mı olacak?” Efendimiz Aleyhisselâm: “Hayır, çok olacaksınız ama sizin çokluğunuz su üzerindeki saman çöpünün çokluğu gibi olacak, ağırlığınız olmayacak. Bir de vehn hastalığına yakalanacaksınız.” Sahabeler: “Vehn hastalığı nedir?” diye sorarlar. Resûl-ü Ekrem Nebiyy-i Muhterem Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Dünyayı çok seveceksiniz, ahireti unutacaksınız,” buyurdular.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn… Birinci hadîs-i şerifte, gün gelip müminlerin kalbinin tuzun suda eridiği gibi eriyeceği, kötülükleri değiştirmeye muktedir olamayacağı bildirilmiş; ikinci hadîs-i şerifte de bugün tüm İslam coğrafyalarında olduğu gibi kâfirlerin üzerimize üşüşeceği ve vehn hastalığına tutulacağımız bildirilmiş. Vehn, günümüzde sekülerleşme-dünyevîleşme; genel olarak dinin toplumsal hayattaki belirleyici rolünün azalması, dünyevi değerlerle şekillenmesi, dinî değerlerin sıradanlaşması ve değersizleştirilmesi olarak izah edilebilir. Öyle anlaşılıyor ki biz dinî değerleri değersizleştirdikçe, hafife aldıkça ya da uzaklaştıkça, dünyevîleştikçe biz de değersizleşiyoruz. “Günahı hor görmekten büyük günah olamaz” hikmetinden uzaklaşmanın, görmezden gelmenin faturasını bilmediğimiz ortada.
“Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez” ayetine tekrar dönecek olursak, burada her an etkileşim hâlinde olduğumuz, tabiri caizse döviz kurunun sürekli değişim gösterdiği gibi dengelerin çok hassas olduğu muazzam bir değişim yasasından bahsediliyor. Borsada olduğu gibi pozitif ya da negatif içsel dengelerimizin değişmesinin getiri ya da götürülerini gösteren, zahirde gözümüzün önünde öyle ışıklı bir tablo yok maalesef ve biz aldanıyoruz ama biz göremesek de değerimizi belirleyen o tablo hakikatte var. Gerçekten, bu ayetin bize ne söylediğini anlayana kadar evin tüm duvarlarına, tüm billboardlara yazmak isterdim. Zira dünyevi ve uhrevi fetihleri, zaferleri, tüm kazanımları kendi içsel dönüşümlerimizle biz belirliyoruz. Değerimiz yükseldi mi, düştü mü; borsa değerlerini takip eder gibi her gün, her an kendi değerlerimizi takip etmemiz gerekiyor. Ederimizi, kazanç ve kayıplarımızı yaşadığımız hisler, yönelişler, değişimler belirliyor.
Manevi değerleri, sıdkı, sadakati, azmi Allah’ın razı olduğu hâller ve değişimleri olan kullar çoğaldıkça toplum içinde kuvvet, kudret ve muktedir olma, düşmana karşı koyabilme potansiyeli o oranda artıyor. Manevi değerleri, göstergeleri bozuk, nefs-i emmârenin derekelerinde kafasını kaldıramayan, kalbi tuzun suda eridiği gibi erimiş, vehn hastalığının pençesinde dünyevîleşmiş olanlar çoğaldıkça da zulüm, zillet, mağlubiyet, mahkûmiyet, mahzun ve mahcup, perişan, iflah olmaz gönüllerden oluşan bir topluma dönüşüyoruz. Biz nefse karşı zafiyet gösterdikçe düşman da üzerimize galebe çalıyor. Ortalığı sis kaplıyor. Bizim gafletimiz ağırlaştıkça o sis, katran karasına ulaşıyor, ondan sonra da kalpler mühürleniyor, Hak söz tesir etmemeye başlıyor. Bu durumda düşman ne yapsın, haklı olarak tabii ki istilaya başlıyor.
İlk gençlik yıllarımda İskenderun’da yazdığım "Lena" adlı hikâyemde, “Bu Akdeniz’in kıyısında yürümeyi neden seviyorum biliyor musun Lena? Zira bir ucu tüm denizlere, okyanuslara değiyor, açılıyor…” diye bir ifade vardı. Sonra büyüyünce öğrendim ki tüm denizlerin, okyanusların birbirine açıldığı, dokunduğu gibi tüm hadîs-i şerifler ve ayet-i kerimeler de birbirine açılıyor ve birbirine dokunuyor, birbirinin mütemmimi gibi. Her birinin boyası ile boyanıp her birini bir gömlek gibi giyinmeliyiz. Hz. Hüseyin’in Kasas Suresi'nden mülhem bir şiarı vardı hani: “Hayat, iman ve cihattır!..” Kim bilir, belki de Efendimizin Uhud dönüşü “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz!..” ifadesi söyletmiştir O’na bu hikmeti. Bu durum bana Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin Mecâlis-i Seb’a’da geçen şu mısraını hatırlattı: “Bir yürüyüş edelim de kırıp dökelim; şu kara yüzlü, şu kötü huylu nefsi, yok edelim gitsin!..
Aylık Baran Dergisi 42. Sayı, Ağustos 2025