“Ömrüm belki de kendi hatam yüzünden bir çölde geçti!”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Bir keresinde, Hz. Abbas, Efendimiz Aleyhisselam’a: “Beni kavmim üzerine emir yap,” diye istekte bulunmuştu. Resûl-ü Ekrem Nebiyy-i Muhterem Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Ey amcam, seni kendi vücut ülkene emir kıldım...” dedi…

Karşılaşınca bu rivayeti okur geçeriz; oysa aslında ne çok şey anlatır. Hz. Abbas’ın talip olduğu, istediği makamla Efendimiz’in işaret ettiği makam ne kadar farklıdır. Herkes yaşadığı beldeye emir, idareci olamaz ama her birimiz -çoğunlukla farkında olmasak, hakkını veremesek de- kendi vücut ülkemizin emiriyiz.

Eski not defterlerimden birinde Fransız edebiyatçısı Alain’den bir alıntı var: “Eflatun’un Devlet’ini okumanızı çok isterim; öyle meclislerde insanlara devleti okumuş olmanın havası için değil de, kendi kendinizi idare edebilme sanatını öğrenmeniz için” der…
Gerçekten de insanın kendi vücut ülkesini yönetebilmesi, devlet idare etmek kadar zordur. Farklı dengelerin muvazenede tutulması gerekir; neticede bu çok komplike yapıyı yönetebilmek, doğru idare edebilmek için insanın önce kendini tanıması gerekir.

Tam da bu noktada, tüm gizemi ve esrarıyla “Kendini bilen, Rabbini bilir” hikmetini hatırlamak gerekir. Çok bilinmeyenli bir denklem olan insan, Rabbini bilse kendini de bilmiş olacak, ya da kendini bilse Rabbini de bilecek. Normalde bilme, eşitler arasında mümkün olabilir; daha kendine, hemcinsine vakıf olamayan aciz insan, nerede kaldı ki âlemlerin Rabbini bilebilsin? Seçip bildirdiklerinin kısmi bilgisi istisna elbet, o ayrı.

Kaynaklarda, Hz. Aişe’nin Efendimiz’e:
“Ey Allah’ın Resulü, insan Rabbini ne zaman bilir?” diye sorduğu, Efendimiz Aleyhisselam’ın da “Nefsini bildiği zaman” diye cevap verdiği geçer. “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” kalıbı anıldığında, birbirinin mütemmimi gibi olan “Rabbimi, Rabbim ile bildim.” hadîs-i şerîfini de zikretmek gerek.

Tabii, Kur’an-ı Kerîm’de “eşref-i mahlûkat” olarak nitelendirip “Ruhumdan üfledim” ifadesiyle, “Nefslerinizde ve ufuklarda size âyetlerimi göstereceğim” buyurması, verâü’l-verâ – ötelerin ötesine kapılar açıyor. Böylece “ufuk-u mübîn” işaret edilmişken, insanın nefs-i emmârenin derekelerinde esfel-i sâfilînden başını kaldıramaması da enteresan. Bütün mesele, hayatı geldiği gibi değil de, olması gerektiği gibi yaşayabilmekte.

İnsan, hayali ölçüsünde tüm birimlerde idareci, yönetici olmayı isteyebilir; lakin erk sahibi olabilmek, liyakat sahibi olabilmek başka bir şeydir. Yani bu, her babayiğidin harcı değildir. Neticede insanın, yaptığı evliliği, kurduğu ya da yaptığı işi ve her kademedeki tüm insan ilişkilerini yönetebilmesi için, önce kendini tanıması ve kendi kendini yönetebilmesi gerekir.

Hayatı yaşarken de görüyoruz ki, bu her zaman öyle diplomalarla, icazetlerle çözülecek bir durum değildir. Aslında hayatın her kademesinde, her sahnesinde, son tahlilde insan sadece ve sadece Rabbiyle başbaşadır.

Alain’den başka bir not: “Bazen öyle sanıyorum ki, tüm mevcudat sadece benim hayat şuurumu oluşturmak için var.”
O vardır ya hani, insan doğarken ve ölürken yalnızdır: Bir Allah vardır, bir sen. Bu denklem, aslında hayatı yaşarken de, kabirde; hatta fark etmez, cennet ya da cehennem içinde de söz konusudur.

Diğer varlıkların varlığı, dünyada ya da intikal ettiğimizde, sadece O’nun izin verdiği kadar söz konusudur. “İnsan sadece Rabbi için vardır; O’ndan başkası için yoktur” demiş Cüneyt Bağdâdî.

Ah, o sanrılarla yitirdiğimiz hayat, bizim hakikatte var olabilme sürecimizdi sadece. Hoş bir melodi olarak dinliyoruz ama ozanımız muhtemelen bunu fark ederek, sazı eşliğinde haykırmış: “Cahildim, dünyanın rengine kandım, hayale aldandım, boşuna yandım…”

Hazindir; insan, bazı yazık olmalar, boşa gitmeler ve boşa yanmalar arasında gidip gelirken, kendisine ayrılan sürenin de sonuna gelmiş olur.

Tıpkı Neşet Ertaş gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar da “Ömrüm belki de kendi hatam yüzünden bir çölde geçti!” demiştir. İnsan, kendi hatası yüzünden ömrü çölde geçtiyse, muhtemelen âhiretini de yakmış demektir. Herkes geçip giderken, işaret fişeği kabilinden, kendi lisanıyla bir şeyler diyor son kertede.

Duhân Sûresi’nde: “Onlara her şeyi açıklayan bir Peygamber geldi de, siz nerede öğüt almak, nerede?” ya da Kamer Sûresi’nde: “Yemin olsun, biz Kur’ân’ı düşünüp anlasınlar diye kolaylaştırdık; fakat düşünen mi var?” diye buyurulduğu gibi, Allah bizi âyet-i kerîmelerle, şarkılarla, şiirlerle, yaşanan olaylarla — her an, her saat, her yaşta — uyarıyor; yeri geliyor, dahi rüyalarla uyarıyor, yetmiyor, günde beş vakit Ezan-ı Muhammedî nida ediliyor âlemde.

“Namaza cemaate gelmeyenin evini ateşe veresim var” buyurmuş, ama nafile, camide saflar bomboş. Büyük yanılgı. Adamlar ezanı kaldırmadan önce Türkçeleştiriyor, feryâd ü figân kaldırılsa büyük zulüm addediliyor; buyurun, okunuyor, aliyyü’l-alâ, pek güzel — o okunsun orada, ama ben icabet etmem, hatta duymazdan gelirim havası sergileniyor.

Hem Müslüman imajlar içinde ama Allah’tan çok, nefs-i emmârenin kulu.
Peygamberimize gelip “İnandık” diyenlere: “İslâm’ı kabul ettik diyebilirsiniz, ama siz henüz iman etmediniz. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi; teori olarak kabul ediyorsunuz ama esas ve usulüne göre İslâm’ı yaşamıyorsunuz.” âyetinden habersiz vaziyetteyiz.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin o müthiş şiiri:

Ey canımın içinde bulunan ve canın haberi bile olmayan dost,
Dünya seninle dolu, fakat dünyanın haberi bile yok senden.
Adın dilde amma, dilin haberi bile yok senden
Seni nasıl anlatayım, nasıl bildireyim; çünkü ebedi olarak
Anlatış senden aciz, bildirişin haberi bile yok senden.
Nasıl ki sineğin Cebrail’in kanadından haberi yoksa
Senden haber verenin bile haberi yok senden…

Bu yazıyı yazarken, İstanbul’da 6.2 büyüklüğünde bir deprem yaşandı. Deprem, gaflet sarmalı içinde yaşarken insanın aniden kendi acziyle baş başa kalmasıdır. Sonun sonuna yaklaşırken, artık insanın gaflet gibi bir lüksü yok aslında.

Cemâlin tezahürü olan, saymakla tükenmez; içinde bulunduğumuz, gınasında olduğumuz nimetlerin konforuna öyle alışmışız ki, unuttuğumuz Celâl sıfatının dehşet bir hatırlatılması gibiydi deprem. Doğarken, yaşarken, ölürken, kabirde, hesapta olduğu gibi; deprem anında da yine Yaratan’la baş başayız.

Ne dediyse o. Kim alır bizi pençe-i kahrından? O aczi ve yalnızlığı biliyoruz, duyuyoruz bir şekilde; ama hakkal yakîn olarak yaşamak başka.

Tıpkı ölüm gibi bir tecrübe aslında; karşı konulamaz, ertelenemez, ötelenemez. Âyet-i kerîmede, Nuh Tufanı’nda suların yükselmeye başlamasını tasvir ederken, “Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca…” diye bir ifade geçer.

Depremde de emr-i ilâhî geliyor ve bir uğultu ile tandır kaynamaya başlıyor; kelimenin tam anlamıyla yer yerinden oynuyor ve bir ufak kıyameti yaşamaya başlıyorsunuz. Çaresiz bir şekilde, saniyeler geçmek bilmiyor. Hiçbir teknoloji durduramıyor. Tıpkı ölürken bedeni terk eden ruhu hiçbir doktorun geri döndüremediği gibi…

Kendi kendimizi, rızası doğrultusunda yönetmeyi başarmalı ve cemâl tecellilerini celbetmeliyiz; yoksa celâli çok zor…

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025