Bir ülkede (veya şehirde vs.) iktisad kendiliğinden var olabilir mi? İnsanların ahlâkî bir ortak zeminde buluştuğu bir ülkede, herhangi bir haricî müessir olmadan iktisadî hayat işleyebilir. Zira iktisadî münasebetler içtimaî yaşantının zorunlu bir neticesidir. Ancak ahlâkî bir ortak paydada buluşmuş insanlardan müteşekkil böyle bir ülkede bile en ibtidaî biçimde dahi olsa müeyyide gücüne sahib bir “hakeme” ihtiyacın zarureti açıktır. Hülasa insanların bir arada bulunmaları, içtimaî müesseselerin, rüşeym halinde olsa bile mevcudiyetini ilzam eder. Hele ki ticaret gibi tamamen mutabakata dayalı ilişkilerde bu durum kaçınılmazdır.

Üzerine daha sonra eğilmek üzere önemli bir bahse de burada işaret etmek istiyoruz: İslâm memleketlerinde iktisadî hayatın en önemli cihetini ticaret teşkil etmiştir, hatta iktisad ile ticaret birbirleriyle eş anlamlı görülmüştür. Bu anlayış, bugünün penceresinden bakıldığında eleştirilebilir, lakin ticaretin mahiyeti ve fonksiyonu açısından meseleye yanaşıldığında, çok da yanlış olmadığı görülecektir. Zira iktisadî faaliyetler umumiyetle ticaret biçiminde tezahür eder. Bu konuyu, İbda iktisad rejiminin muhtelif yönlerini ele alacağımız bölümlerde, bilhassa “iman” mevzuuyla alakası içinde işleyeceğiz.

En son yayınlanan makalemizde faize dayalı bir iktisadî sistemin kısa bir eleştirisini yapmış, nihayetinde bu düzene alternatif olarak ne önerileceğini bu sayıya bırakmıştık. Şu an okuduğunuz makalemiz ise bu konuya giriş kabilinden olacak. İtiraf etmek lazım ki, böylesi geniş çaplı meselelerin benim gibi iktisadî hayatı ve sorunları pratikte yaşayan kişilerce bir anda ve sistem çapında teşrih masasına yatırılmasını beklemek doğru değildir; her ne kadar iktisadın bir “pratik” düşünce modeli olduğunu iddia edenler bulunsa bile… Üzerine eğildiğimiz her konu, başka birini davet ediyor. Bütün bu çalışmadan ana gayemiz ise, hem kendimizi yetiştirmek hem de İbda diyalektiğinden hissemize düşenle iktisad sahasındaki muhtelif meselelere çözüm önerileri getirmek…

Konumuza girerken şu kuralı başa almak durumundayız: Bütün rejimler, en azından teoride, üzerinde yükseldiği toplumlara refah ve mutluluk vaad etmek durumundadırlar. Bu vaad, siyasî bir kurumdan geldiği için, iktisadî değil siyasî bir vaaddir. Siyasî yapıların mevcudiyetinin kaçınılmazlığını ve bunların iktisadî saha ile organik ve sanılandan çok daha yakın bağlarını işlemiştik. Hükümetler, yönettikleri ülkede refah seviyesinin yükselmesini, refahın adil dağılmasını, çalışabilecek herkesin istihdam edilmesini isterler. Bunlar, umumiyetle her devletin idarecilerinin ortak hedefleridir. Bunlara devletlerin “siyasî ve iktisadî sabiteleri” diyebiliriz. Buradan “geçmişte bu hedeflere uymayan, hatta onlarla hiç işi olmayan rejimler var oldu ve olmaya da devam ediyor” itirazlarını duyar gibiyiz. Ancak biz teoriden bahsediyoruz ve siyasîler, hiçbir zaman alenen zulmedeceğiz, herkesin elindeki-avucundaki ne varsa alacağız, bunları bizim de bir parçası olduğumuz küçük bir azınlığın elinde toplayacağız demezler, diyemezler. Bütün bu cürümleri işleseler bile… Siyasî sistemlerin bu tür zalimane uygulamaları, ya kültürel ve dinî olarak veyahut da tebaanın bedbinliği ile telafi edilmelidir ki belli bir süre devam edebilsin. Bu noktada Marks’ın dini kitleleri uyutan afyon biçiminde tanımlaması akla geliveriyor. Hristiyanlık, kilise eliyle, Avrupa ülkelerinde yüzlerce yıl boyunca kitleleri mevcut oligarşik rejimlere eklemleme ve bu zulüm rejimlerini “telafi” etme maksadıyla kullanılmıştı. Hülasa, devletlerin teorik vaadleri ile pratik arasında uyuşmazlık çıkınca ve telafi düzenekleri de iş görmez olunca siyasî sistemin çöküşü kaçınılmazlaşır. Bu meseleyi burada kesip mevzuumuza, bir İslam ülkesinde rejimin başta sıraladığımız sabiteleri nasıl sağlayacağına dönelim.

İslâmî bir idare rejimi, tebaasının dini ve milliyeti arasında ayırım yapmadan şu beş şeyi temine mükelleftir, ki bunlara “makasıd-ı hamse” denir. Bunlar, sırasıyla, din emniyeti (yani, hiçbir gayrimüslimin Müslüman olmaya zorlanmaması), şeriatın koyduğu kurallara uyduğu sürece tebaadan hiç kimsenin keyfî bir şekilde canının alınmaması, yani hayatın masuniyeti, her bir ferdin akıl emniyetinin sağlanması ve bunu tahrib edecek şeylerin (içki, uyuşturucu, vs.) yasaklanması, insanların nesil emniyetinin temini (yani ırzlarının her tür tecavüzden korunması) ve taşınır taşınmaz bütün malların dokunulmazlığıdır. Bunlar İslâm şeriatının devlet idaresindeki ana sütunlarını, sabitelerini teşkil eder ve geri kalan tüm şer’î ahkâm bunlar gözetilerek inşa edilir. Bir İslâm beldesinde, insanların dininin, hayatının, akıllarının, ırzlarının ve mallarının korunması, sadece zor kullananlara karşı değil, devletin iktisadı düzenleme gücünü kendine dayanak kılan veya devletin yaptığı işlere göz yummasını sağlayan kesimlerin “örtülü” gasbına karşı da tedbir alınmasını zaruri kılar. Faizin, gabn-i fahişin (satıcı veya alıcı adına kandırmak suretiyle haksız kazanç elde edilmesi), karaborsacılığın, ölçü ve tartılarda hile yapmanın, her tür spekülasyonun vs. yasaklanması, esasında makasıd-ı hamseyi korumaya yönelik tedbirlerdir. İşte bir İslâm idaresinin kendi sınırları içindeki en önemli vazifesi budur ve bu vazife tamamen devlet idarecilerinin üzerine yüklenmiştir. Makasıd-ı hamseye yönelik aleni veya gizli her tür tehdide karşı tedbir almak konusunda idarecilere geniş salahiyetler tanınmıştır. Bu işe İslâm tarihinde ilm-i tedbir denmiştir.

Bu vazifenin halka dönük kısmının özünü, en basit şekilde ifade edecek olursak, her bir ferdin karnının doyurulması ve barınmasının sağlanması oluşturmaktadır. Daha geniş bir perspektiften bakacak olursak peş peşe şunları da sıralayabiliriz: Ülkedeki her bir ferdin çalışma azmi ve bilgisini bir işe teksif etmesi neticesinde doğmasına katkıda bulunduğu yaygın sermayenin belli ellerde toplanmasının önlenmesi, bu sermayenin faydasız veya zararlı cihetlere gitmesinin veyahut çarçur edilmesinin engellenmesi, rantiyenin ve arsa spekülasyonunun önüne geçmek için bilhassa ziraî arazilerin devlete tescil olunması, böylece kimseye, keyfe keder, “ekerim-ekmem, üretirim-üretmem kime ne” diyecek bir imkanın bırakılmaması, aynı zamanda sınaî yatırımların ve ticaretin meşru sınırlar içinde kalmaları ve sürekli murakabeye açık olmaları kaydıyla önünün alabildiğine açılması ve bütün bunları yapmakla erişilmek istenen hedef olarak ülkenin genel refahının artması ve herkese iş imkanının temini.

Birkaç sayı boyunca sermaye-siyaset-faiz münasebetine yoğunlaşmıştık. Bunun sebebi, Batılı iktisadçıların ülke refahını artırmanın yegâne yolunun sermaye hareketliliğini azami hadlerde teminden geçtiği ve bu hareketliliği önleyecek hiçbir şeye izin verilmemesi gerektiği iddialarıydı. Sermaye, onlara göre, sopayla (yani devletin cebir kullanmasıyla) değil, havuçla, yani onu yönetecek bir unsurla hareketlendirilmelidir ki bu da faizden başka bir şey değildir. Devlet, gücünü sermaye üzerinde kullanmamayı SEÇEREK hareketlerini yönlendirmelidir. Batılı iktisad teorilerinin özü aşağı yukarı budur. Hâlbuki bu yönlendirme, belki ilk başta sermaye hareketliliği sağlayarak müsbet bir netice veriyor olsa bile, rizikosuz kazanmaya alışan ve tembelleşen sermayedarın gözüne artık faizden başka hiçbir saha cazib görünmeyecek, bütün eforunu faiz hadlerini yükseltmeye sarf edecektir. Faizin ise bir domino etkisiyle tüm yatırım finansman kaynaklarını bu şekilde pahalandıracağı ve nihayet faizi tüketicilerin ödeyeceği çok açıktır. O yüzden sağlıklı ve rekabet edebilir bir iktisadî düzen için, küçük ya da büyük ölçekli olsun, sermayenin akabileceği faiz dışında kazanç yolları oluşturulmalı ve faiz yolu tamamen kapatılıp mühürlenmelidir. Zira sermayenin mümeyyiz vasfı, onun girişimciliğidir ve sermayenin yol açacağı refahın en büyük düşmanı ise gâvurların “finans kapital” dedikleri faizle borç verecek av (yani kabiliyetli girişimci) arayan bir avuç azınlıktır. Bugün Batı refahı diye gözümüze sokulan ve bu kapitalistlerin desteğiyle ortaya çıktığı iddia edilen düzenin mali kaynağını, bizim de içinde bulunduğumuz “3. Dünya devletleri” denilen ülkelerin halkları ödemektedir. 

Baran Dergisi 576. Sayı