Seyahat vesilesiyle birkaç hatıra­mı anlatmak ve bazı düşünceleri­mi paylaşmak istiyorum.
Bir şeyin kendinden ziyade yolcu­luğu güzel.
Varacağın yerden ziyade yolda buldukların-gördüklerin güzel.
Bazen sonuçtan daha ziyade süreç mühim ve kazandırıcıdır ya, o hesap. Meselâ:
Çizilen bir resmin sanat eseri olup olmamasından ziyade, resim çevresin­de konuşulan mevzular önemlidir as­lında; önemli olan bu zihnî meşgaledir. Karınca misali, o yolda olmaktır mü­him olan.
Arkadaşlarınızla veya iş ortağınız­la bir görüşmeye gidiyorsunuz ve iste­diğiniz sonuç çıkmadı. Bu görüşme boşuna değildir. En azından bunu öğ­renmiş ve karşı tarafı tanımış oldunuz. Yoldaşınızı, onun tavrını ve siyasetini görmüş oldunuz. Benzeri birçok fay­daları var. Bu vesileyle kendinizi de tanımış oldunuz. Oluş, zahirdedir çün­kü...
Büyük icatlarda da aynı durum söz konusu.
Çoğu büyük icat, bir şey araştırılırken yolda bulunan başka şeylerden çıkmıştır.
Demek ki mühim olan o yol üze­rinde olmak...
Hedefe varmak mümkün olmasa da, o yol üzerinde yürümektir. Hedefe varamasak bile o yolda olmak. Bizden istenen de zaten budur. Gitmek mi, bulmak mı? “Gitmedikçe bulamaz ve bulmadıkça gidemezsin” demiş bü­yükler... İkisi bir arada ve buldukça da gideceksin. Yani bulsan dahi gitmeye, aramaya devam! Hoş, bulsan ne yapa­caksın?
Aramaya devam!
Seyahat ve İngilizce pratik yapmak amacıyla, avukat Güven Yılmaz arka­daşımla, indirimli sezondan istifade bir haftalığına (12-19 Ekim 2009) Malta adalarına gidiyoruz. Oradan gü­nübirlik Sicilya’ya geçiyoruz.
Malta, taşlık bir ada; yerleşim yer­leri çok, halk otobüsleri ile her yeri gezmek mümkün. Çok sevdiğimiz yüzmeyi bolca yapıyoruz. Kumsallık alan, ziyaretçi kalabalığına göre az. Resmi dili Maltaca ve İngilizce. İngi­lizce dil okullarının rağbet ettiği bir yer. Her şehrin merkezinde tarihi surlar-kaleler var, korunmuş. Ayrıca ev­ler, iki katlı çatısız, klasik Akdeniz ev­leri, onlar da korunmuş. Arap Müslü­manların 250 yıllık idaresi altında kal­maktan dolayı lisanları kök olarak Arapçadan geliyor. Fakat Kanunî 4 ay kuşatıp Malta adasını alamayınca Ro­dos’tan kaçan kılıç artıkları, Malta Şö­valyeleri olarak ün yapmış ve Osman­lıya karşı hiç zafer elde edemeyen Ba­tıya büyük moral olmuş. Hâlâ onun gururundalar ama şimdi tamamen tu­rizm adası olmuş.
Benim tatile Malta’ya gideceğim­den habersiz muhasebeci bir gönüldaş, büroda elemanların yan yana gelince iş yapmamalarından şikayetle, “ken­dinden zuhur”a misal şu çarpıcı tarihî hikayeyi anlattı: Turgut Reis Malta adasını kuşatır. Fakat görür ki, lağımcılar-istihkâmcılar önden gönderilenler olarak vazifelerini yapmamışlar, toprak arazi hakkındaki durum raporu çıkarılmamış. Koskoca amiral bu işle­ri bizzat yapmaya kalkınca da, zaman kaybı yaşanmış ve ada fethedilememiş.
Kuşatmanın 1. ayında Saint Elmo burçlarından fırlatılan bir güllenin par­çaladığı kaya parçasının başına isabet etmesiyle Turgut Reis şehid düşmüş. Buna rağmen kuşatma 3 ay daha de­vam etmiş. Osmanlı ordusu 20.000 şe­hid vermiş. Adanın alınamayacağını anlayan Serdar Mustafa Paşa 11 Eylül 1565’de kuşatmayı kaldırmış.
Malta adası Batılı korsanların (Sa­int John şövalyeleri) üssü idi ve Akde­niz’de yol üzerinde idi. O zamanların süper gücü ve Akdeniz’i ‘Türk gölü’ne çeviren Osmanlı bunun için fethetmek istedi ama kısmet olmadı. Ada fethet­mek kolay bir iş değildi ve Rodos da zor fetholunmuştu. Çünkü erzakını de­po edip yüksek kalelerin içine sığınan­lara denizden saldırmak, açık arazide­ki meydan muharebelerinden çok çok zor olsa gerek.
Dünkü korsan Batılılara karşın bu­gün Turgut Reis’in ve Barbaros’un to­runları Somali açıklarında korsanlık yapmaktalar. İçlerinde farklı niyetler taşıyanlar olsa bile emperyalist güçle­re karşı yapılan korsanlık müsbet de­ğerlendirilmeli. Emperyalistlerin haki­miyetlerini ve zulüm düzenlerini sar­san her hamle müsbet değerlendiril­meli. Asıl gayrı meşruluk ve korsanlık AB-D emperyalizmi değil mi? Zalim­lere karşı savaşmak her zaman meşrudur, bu bazen korsanlık şeklinde, ba­zen fedaî eylemi şeklinde olabilir, şartlar ve imkanlar bunu belirler.
Bir de, İstanbul işgalinde her ke­simden direnişçilerin İngilizler tara­fından toplanıp Malta’ya sürülmesi hadisesi var, o zamanki işgal medyası­nın ispiyonlarıyla. Bunu da notlarımı­za ilave edelim. İşgal olayı günümüz­de de aynen sürerken...
Tatilden bahsederken hangi mev­zulara girdik. Başta bahsettiğimiz hu­sus bu mu acaba? Neyse, biz asıl mevzuumuza dönelim.
Pek yeşillik olmayan Malta’da ko­caman kaktüs ağaçlarının büyük yeşil yaprak uçlarındaki sarı-kırmızı mey­veler dikkatimi çekti. Hatta öyle ki, herkes Gozo adasında Rabat kalesini gezmekle meşgulken ben bir kaktüs ağacının altına oturup, çakımı çıkarıp “kaktüs frutti” adını verdiğim ve İstanbul’da “Frenk İnciri” dendiğini öğ­rendiğim yemişleri afiyetle yemekle meşguldüm. Ben böyle bir faaliyet içinde iken, daha önce şehir gezintisi vesilesiyle otobüste tanıştığım, Ber­lin’de opera bariton sanatçısı olup bu­raya İngilizce dil okulu için gelen Al­man Alex beni surlardan görüp zumlayıp fotoğrafımı çekiyordu. Surlarda olan arkadaşımın seslenmesi ile ancak durumu fark ettim. Ve Alex’e el salla­yıp işime devam ettim. Bu meyveden Türkiye’ye bile birkaç tane getirip dostlanma tattırdım. Kıbrıs’ta yetişiyormuş.
Dilini kaybedip de dinini kaybet­memeye bir misâl: Sicilya yolculuğu esnasında feribotta İngilizce pratik maksatlı tanıştığım, büfede çalışan bir yabancı. Memleketi Romanya, babası Amerika’da ve kendi burada işçi ola­rak çalışıyor. Soyadı Sibel, ismini de söyledi ama kulağıma aşina gelmedi. 1500 Euro maaş alıyor, evli ve lojmanda kalıyor, büfede yemek yiyor. Bir ara “Ankara, Ankara” dedi. Zayıf İngilizcemle Ankara’yı biliyor herhalde diye yorumladım. Fakat İngilizcesi benden iyi arkadaşım gelince, Romanyalı Sibel’in babasının Ankaralı olduğunu öğrendim. Ve Müslüman olup olmadığını sordum. Hemen icabet etti: “I’m Muslim=Ben Müslümanım”. Dilini kaybetmiş ama dinini kaybetmemiş. Ayrılırken “Selamun aleyküm" diyerek tokalaşıyorum, aynen ve coşkuyla karşılık veriyor: “Selamun aleyküm”.
Sicilya Yolculuğu
Feribotun ve Etna teleferiğinin pa­halı oluşundan bir günlük Sicilya gezisi, Malta’da bir hafta harcadıklarımıza (uçak ve otel hariç) yakın oldu ama değdi. Otobüsle keskin virajlardan Tormina’nın dağlık tarihî şehrine çık­mamız, bastıran sağanak yağmurda sığındığımız restorantta İtalya’nın pizza ve balığının tadına bakmamız, Morusco (Faslı) garson Kerim’le ne Arapça, ne İngilizce anlaşamamamız, tepeden Tormina (Naxas) limanının görünüşü ve meşhur botanik bahçesini kısa ziyaretimiz...
Bir el tarafından emir almış gibi fo­kur fokur kaynayan Etna’nın 2001 ve 2003 patlamaları görüntüleri eşliğinde otobüs yolculuğumuzda, güzel Sicilya müziği çalarken Etna yanardağına tırmanışımız. İkibin metreden yukarıya 500 metre daha teleferikle çıkışımız. Etna’nın eteklerinde dağ havası ve orada kartopu ile oyun... Yine oradan bir 500 metre daha otobüsle çıkılıyordu ama biz yetişemedik. İnşallah enerji topla­mış ve bunun karşılığını-şükrünü de eda etmiş oluruz. Şükrümüzü eda etmek şartıyla gezmek-tozmak helal. Şükrünü eda ede­medikten sonra yediğimiz-içtiklerimiz de helâl değil.
Malta’yı Türk markalı sular işgal etmiş, adım başı tanıdık firmalara rast­lıyoruz. Ayrıca, Türkler her yerde ol­duğu gibi burada da var, daha çok kebabçılık yapıyorlar. “Kebab” ismiyle restaurant açmışlar. Yabancı diyarlar­da domuz istilâsına karşı “vejetaryen” mönüyü tercih ediyoruz, tavuk ve balık da tercih edilebilir. Ayrıca Türk lo­kantaları da tercih sebebimiz, bize uy­gun mönü veriyorlar. Sulu yemeği Türk lokantalarında da bulmak zor, Batılı’nın damak tadında ise bu yok. Bol içki içmekten olsa gerek. Bir ara, içkisiz yer diye bir laf ettim, arkada­şım güldü, nerede olduğunun farkında değilsin, dedi. Yine de bazı şeylere dikkat ettik, uzağında durmaya çalış­tık.
Ekonomik hayat... Malta, İngiliz işgalinde eski bir ada olarak turizmle ayakta duruyor ve hâlâ popüler. Fakat halk gelirlerinin azaldığından şikayetçi. Ekonomik kriz her yeri vurmuş. Mdina (Medine)’da cam işçiliği yapılıyor, güzel ürünlerden birkaç hediyelik aldık. Ada içi ulaşımı sağlayan eski model otobüsleri hem ucuz, hem otantik olsun diye tutuyorlar herhalde. Ba­zılarında ip çekerek ineceğin yeri haber veriyorsun. Malta’da fiyatlar bize göre iki katı fakat Avrupa’dan, mesela Almanya ve Fransa’dan daha ucuz. Öğle saatlerinde birçok mağaza 3 saat kapalı... Fiesta (kaylûle) için herhalde.
Mısırlı Abdulkerim
Başkentleri Valetta’dan kaldığımız yere giderken otobüste sohbet ettiğim bir Mısır’lıdan biraz bahsetmek istiyo­rum.
İslâm’ın bayrağının tekrar Türki­ye’de yükseleceğinden ve İBDA hare­keti ve onun lideri Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsedince “mehdi-i muntazır” (beklenen mehdi) özleminden bahseden, Müslümanların lakaydiliğinden şikayet eden, Sünnîliğine vurgu yapan, Filistin’in acısını duyan, Şehid Saddam Hüseyin lafını gönülden onaylayan ve onu rahmetle anan, ev­lendiği Malta’lı hanımı Müslüman olan ve Malta’da inşaat ustalığı yapan Mısırlı Abdulkerim, Malta’da bir mescit dahi olmadığını Malta’daki Osmanlı şehitliğinde Cuma kılmalarına zorluk çıkarıldığını ve İslâm’ın izlerinin -her yerde olduğu gibi- silindiğinden ve Batı’nın İslâm’a tahammül edemediğinden bahsetti. İngilizce ve Arapça karışımı yaptığımız sohbette eski ekonomik refah olmadığını da belirtti. Aylık 1500 Euro alıyor; 250-300 kira, 300-400 Euro yemek ve saire, ayda 700-800 Euro arttırıyor. Tür­kiye’de bir ustanın bu kadar aylığı ala­mayacağını söylüyorum. Tabi gurbette çalıştığını vurgulamalı. Ve gurbette bi­ri olarak dua etmesini isteyerek sa­mimî bir şekilde kendisinden ayrıldık.
Tarihiyle-kültürüyle, deniziyle da­ğıyla, suyuyla iklimiyle Türkiye tabi ki çok daha güzel. Fakat ecnebiler pa­zarlama ve reklam işini çok daha iyi yapıyorlar. Yeme içmelerinden sosyal ilişki tarzlarına, hamburgerlerinden coca-colalarına kadar reklamlarını ya­pıyorlar; “Batı hayat tarzı iyidir” pro­pagandası veya yalanı. Bizim ise bir ideolojimiz ve buna paralel takdim edeceğimiz bir hayat tarzımız olmadı­ğı için, propaganda derdimiz de yok. Bilakis Batı propagandasına açık bir kimliğimiz yerlerde geziniyor. Bir milleti düştüğü yerden kaldırmak da­vası. BD-İBDA ideolocyası bunun için var zaten.
Ahbap çavuşluk ilişkisini ve yağcı­lık sistemini ortadan kaldırmak, Ba­tı’ya karşı direniş ve diriliş ruhunu ya­kalamak, yeni ve benzersiz bir oluş hamlesine girmek. Sistemin beslediği mamacı ve yalaka “kuşum aydınlarını” ortadan kaldırmak.
Devrimden başka yol yok vesse­lam.
"Turizm Ekonomisi"
Burada şunu da belirtelim: Turiz­me dayalı ekonominin çok yanlış ol­duğunu, turizmin getirdikleri yanında götürdüklerinin çok olduğunu, turizm endüstrisinin uluslar arası şirketler tarafından denetim altında tutulduğunu, turizm gelirlerinin brüt rakamlarda yüksek gösterildiğini net rakamlarda ise düşük olduğunu, birçok menfi yan etkileri olduğunu belirtelim. Turizmin yol açtığı kültürel erozyonun üzerinde de ciddi ciddi durulmalıdır. Çünkü kültür en değerli şeydir. Batı hayat tar­zı, maddî olarak da Batı’ya bağımlılı­ğı ve sömürülmeyi gerektirmektedir. Geri dönüşümleri hesaplarsak “turizm palavrasını” görürüz.
Ülke kalkınması turizme dayalı de­ğil, üretime-katma değerli üretime da­yalı olmalıdır.
Doç. Dr. Alkan SOYAK’ın “Türki­ye’ye Yönelik Yabancı Turizmin İkti­sadî Etkileri” kitabında “turizm palav­rasını somut verilerle incelemiş olup, o eserden bir pasaj verelim:
“Özü itibariyle turizm olgusu zen­gin Batılı ülkelerin bir faaliyetidir ve bu paradigmaya göre gelişmekte olan ülkelerde turizm büyük ölçüde Batı’ya Yönelik Kitle Turizmi tarafından bi­çimlenir. Dolayısıyla gelişmiş ülkele­rin talep yapısı, turizm sektörünün en önemli belirleyicisidir. Turizmde ba­ğımlılık, ulusal önceliklerin ve bağım­sızlığın yabancı etki grupları ve bun­larla işbirliği içindeki yerli sınıfların lehine terk edilmesi anlamına gelir. Bu düzenleme en uç noktada, daha önce Anklav Turizm (Paket Tur) olarak be­timlemeye çalıştığımız bir turizm çeşi­dine yol açar. Bağımlılık paradigması içinde turizm olgusunu ele alan bazı yazarlar turizmi şu şekilde açıklamak­tadırlar; Turizm=Emperyalizm+sömürgecilik. Buna göre turizm, geliş­miş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki açığı kapamaktan ziyade daha da genişletir.”
Aramızdan da çıkabilecek sığ idraklilere ve hased tiplere binaen bildi­relim ki, Batı’da yaşamakla Batı poli­tikalarını savunmak farklı şeylerdir. Her şeyde sistem ve sisteme bağlı si­yaset; bu şuur ve aksiyon içinde ol­maktır mühim olan.
Faydalı olması amacıyla tatilde de olunsa bir program yapılmalı, gezi- kültür-dinlence vs. program dahilinde olmalı. Yoksa, tatilde de sıkıntı başlar. Biz, sabah namazından sonra biraz İn­gilizce teori (“The State of Başyücelik” kitabından) çalışıp doğru deni­ze... Yanımızda getirdiğimiz ısıtıcı ile kahvaltıyı odamızda yapıyoruz, hem ucuz, hem de bu vesileyle market alış­verişi... Sonra adanın değişik bölgele­rine otobüslerle seyahat... Akşama yorgun argın döndüğümüz otelde ça­lan kantri müziği bile dinlemeye fırsat bulamayıp erkenden yatıyoruz...
 
 
Baran Dergisi 146. Sayı
29 Ekim 2009