Turlarla gittiğimizde Kudüs-ü Şerif’e Cuma vakti vâsıl oluyoruz. Cuma namazı için hanımlara tahsis edilen Kubbetü’s-sahra’ya vaktinde yetişebilmek için pür telaş haldeyken, Mescid-i Aksa sınırlarına dahil olduktan sonra mekânın maneviyatına teslim oluyor, Cuma namazını eda ediyoruz ve rüya gibi bir Kudüs ziyaretimiz başlamış oluyor.

Hiç unutmuyorum bir cumartesi sabah namazından çıkmış, dalgın dalgın otele doğru yürüyordum. Gözümü, bastığım parke taşlarına dikmiş halde, kaç zamandır orada olduğunu, üstünden kimlerin gelip geçtiğini, kim bilir nelere şahitlik ettiğini düşünerek üstüne basmaya kıyamazken bir sesle irkildim.

Taş duvarlar, demir parmaklıklar ardında pencerenin birinde yaşlı bir adam, seslenerek beni ikaz ediyordu. Otele gidebilmem için sağa dönmem gerektiğini anlatıyordu, halbuki ben o dalgınlıkla dönmemiş düz devam etmişim. Etrafıma bakındım, bizim gruptan hiç kimse yoktu. Esasen dağılan cami cemaatinden de kimseler yok gibiydi. Sabahın o saatinde sokakta kendi halinde bir iki kişi ya vardı ya yoktu. Bir an tereddüt ettim. Demir parmaklıkların ardındaki penceredeki yaşlı adam el kol hareketleri ile tekrar az önce geçtiğim sokağa dönmem gerektiğini ikaz ediyordu. Kısa bir an bakıştık, şükran dedim kısık bir sesle ve ikaz ettiği tarafa yöneldim. Etraftaki binalara bakarak, yolu hatırlamaya çalışıp adımlarımı sıklaştırarak neticede oteli bulabildim.

Otele giriş yaptığımda kahvaltı çoktan başlamış, hatta bitmek üzereydi, gruptaki arkadaşlar gideceğimiz ziyaretlere bizi götürecek otobüste yerini almaya hazırlanıyordu. Aceleyle bir şeyler yemeğe çalışırken aklım, penceredeki adamda kalmıştı. Beni ikaz etmese, nereye doğru daha ne kadar gidecektim acaba? Halimi nasıl anlamıştı ve gayet içtenlikle nasıl müdahale etmişti. Neticede ben Arapça, o da Türkçe bilmiyordu ama anlaşmıştık bir şekilde.

“Ve hazel beledil emin”  

Emin belde ayeti geldi dilime. “Aynı dağın yeliyiz biz” dediği gibi şairin, gönüllerin duaların bir olduğu, aynı dili konuşmasak da bizim topraklarımız, bizim insanlarımızla birlikte olduğumuz hissi içime dolup huzur ve güven verdi: yabancı olmadığımız bir yerdeydik neticede. Hani bazı yerler, bazı mekanlar, bazı coğrafyalar vardır, size kim olduğunuzu öğretir, bizi biz yapar. Orada büyüdüğünüzü çoğaldığınızı hissedersiniz. Kitaplarda okuduklarımızdan, bir fazlasını öğrenirsiniz ya, Mescid-i Aksa’nın huzurunda olmak, böyle bir şeydir. Yüzyıllar üzerinden peygamberler tarihini, neredeyse tüm insanlık serüvenini Beyt-i Atik’ten sonra Mescid-i Aksa üzerinden de algılayabilirsiniz. Zira o, bir Ebu Zer hadisinde belirtildiği üzere Kâbe’den 40 yıl sonra yeryüzüne yapılan ikinci mescittir ve bir anlamda tüm insanlığın şahidi mahzun bir anıt gibi orada bizi bekler.

O bekleyen, biz özleyen olarak kavuşmuştuk ikinci kez. Dikkat ettim gruptaki herkes bence çok haklı olarak kendince farklı duygu seli içindeydi. Yahudi esaretinde olan Kudüs-ü Şerif öylesine çok yönlü öylesine zengin bir cazibe merkeziydi ki, o kadar kısa zamanda hiçbirine yoğunlaşamadan fırtına gibi gelip geçecektik işte yine oralardan. Bir daha geldiğimde, turlara katılmayıp sadece Kubbetü’s-sahra’da Muallak Taşının altında itikâfa çekilmeye içimden kendi kendime söz vermiştim, gönlüm öyle istiyordu lakin, Musa Aleyhisselam’ın inzivaya çekilmiş gibi tenhada olan kabri şerifini, İbrahim Aleyhisselam’ın mescidini ziyaret etmeden nasıl olacaktı.

Ziyaretleri gezerken, otobüse binince herkes en çok nereden etkilendiğini yanındaki arkadaşına anlattığı için çıkan uğultuyu, tur rehberimizin mikrofonu eline alarak, bir diğer ziyaret yerini bilgilendirme konuşması ancak kesiyordu.

O çok az kaldığımız yerleşim yerleri Eriha, El-Halil, Zeytin Dağı her biri ayrı güzel şüphesiz ama hiç ağaç ve yeşillik olmayan boz tepelerin arasında, içinde Musa Aleyhisselam’ın makamının olduğu Osmanlıdan kalma mütevazi kervansarayın bulunduğu ortam çok etkileyici idi.

El Halil’de İbrahim Aleyhisselam’ın makamının olduğu camiyi ziyaret ederken, caminin etrafında oynayan çocuklar bana Abu Dabi’de yaşarken Filistinli göz doktorum Dr. Hasan’ı hatırlatmıştı. Caminin karşı köşesindeki evin dedesine ait olduğunu, bir zaman önce orada oynayan çocuklardan biri olduğunu, orada büyüdüğünü söylemişti. 

Ertesi gün ve sonraki son gün sabah namazı çıkışlarında, artık kendimden emin otelin yoluna revan oluyordum ama taş duvarların ve demir parmaklıkların ardında beni doğru yola sevk eden yaşlı adamın içtenliğini ve samimiyetini unutmamıştım. Keşke zaman müsait olsa, lisan engeli olmasa da bir çay içseydik ve o anlatsaydı uzun uzun Mescid-i Aksa’ya çıkan bir sokakta oturmak, ona komşu olmak nasıl bir duyguydu. Kur’an’ı Kerim’in ifadesiyle kendisine bereket bahşedilen bu mübarek şehirde olmak, yılları yıllara eklemek, neredeyse tüm peygamberlerin gelip geçtiği, evliyaların rağbet ettiği bu havayı solumak neler katıp karıştırıyordu gönüllerine.  Dertleşseydik bir zaman. Gözlerine çöken o hüznünü anlatsaydı. Ben öncelikle işgalci Yahudi zulmünden olduğu kanaatindeyken, belki de o bulunduğu coğrafyanın manasından eriyip aktığını anlatırdı. Kim bilir, belki de söze “İnnehu min suleymâne ve innehu bismillâhir rahmânir rahîm” diye başlar sonra “Beytülmakdis, bu mukaddes ev, ilk projesi Davut Aleyhisselam’a ait ama inşasını Süleyman Aleyhisselam yapmıştı” diye anlatır, yakin sahibi olarak o günden bugüne tarih sayfalarını çevirirdik birer birer.

O sokaklarda Peygamberlerin ayak izlerini, onların aşkı muhabbetiyle gelip geçen evliyanın rivayetlerini, kurulduğu ilk günden beri verdiği medrese hizmetini, nasıl ilim ve zikir meclisleri kurulduğunu anlatırdı. Bugün değilse yakın zamanda yıkılmaya mahkûm İsrail zulmünden çok, oralardaki manayı, bereketlerini konuşurduk. Bu mübarek beldenin şahit olduğu en büyük olay kuşkusuz miraç hadisesiydi, bu yüzden belki de en çok asılı duran taş anlamına gelen Hacer-i Muallak taşını, bu vesile ile namazlarımızın ne derece miraca vesile olabildiğini konuşurduk.

Seçkin ruhlar galerisi gibisin Ey Kudüs-ü Şerif… Sevenlerin seni ne çok özler. Bu mübarek toprakları özlemek deyince, Mescidi Aksa’ya çıkan sokakların birinde tanışıp söyleştiğimiz arkadaşıma, ben de mutlaka İmam Şafi’yi hatırlatırdım. Sevgili Peygamberimizin dedesi, Haşim bin Abdimenaf’ın kabrinin bulunduğu Gazze’nin, her ne kadar Kureyşli bir aileye mensup olsa da İmam Şafi’nin de doğum yeri olduğunu, aynı zamanda şair olan büyük İmamın Gazze’ye olan sevgisini yazdığı şiiri ona okurdum:

“Ne kadar özledim Gazze topraklarını
İstemeden uzaklaştım, artık gizlemem boşuna
Allah rahmetini göndersin o topraklara ki
Uzanıp sürebilsem elimi
Gözlerime sürme çekerdim
Dindirebilmek için özlemi”

İmam Şafi’nin uzanıp elini sürebilse, gözlerine sürme çekeceği topraklara rahmet dilediği duasına, bizde birlikte âmin derdik kim bilir…

Aylık Baran Dergisi 21. Sayı Kasım 2023