Bedevi ile Filozof

Bir bedevi, devesine içi dolu iki çuval yüklemişti. İkisinin ortasına da kendisi oturmuş bir vaziyette gidiyordu. Yolda üstü başı perişan biriyle karşılaştı. Biraz sohbetten sonra, adam çuvallarda ne olduğunu sordu.

Bedevi, “Çuvalın birinde buğday, diğerinde kum var.” diye cevapladı.

Adam, “Neden çuvala kum doldurdun?” dedi,

Bedevi, “Kum çuvalını, buğday çuvalını dengelemesi için koydum” deyince Filozof, “Öyle yapacağına, kafanı çalıştırıp buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öteki çuvala koysaydın daha iyi olmaz mıydı?” diyerek onu uyardı.

Bedevi, “Aferin sana, iyi bir fikir verdin. Akıllı ve bilgili birine benziyorsun. Fakat perişan bir halin var. Üstün başın eskimiş. Bir bineğin bile yok. Neden yaya yürüyorsun?” dedi. Bedevi filozofun bu haline acıdı. Devesine bindirmeyi düşündü. Ve sordu, “Ey güzel sözlü hikmet sahibi kişi! Bana doğruyu söyle. Sen tedbil-i kıyafet yapmış bir devlet büyüğü müsün?”

Filozof, “Ne vezirim ne de padişahım, sıradan bir insanım. Durumum gördüğün gibidir.” dedi.

Bedevi tekrar sordu: “Kaç deven, kaç sığırın var?”

Filozof, “O konuya hiç girme. Onlar bende yok.” diye cevap verdi.

Bedevi, “Kaç dükkanın var? Ne türlü mallar satarsın?” diye sormaya devam etti.

Filozof, “Ne dükkanım var ne de satacak malım.” dedi.

Bedevi, “Öyleyse sende nakit para vardır. Bu kadar bilgili olduğuna göre, bakırı altına çeviren ilmi biliyorsundur. Aklının ve ilminin bir karşılığı olmalı.” dedi.

Filozof, “Para pul şöyle dursun, akşam yemeğini karşılayacak bir bedel üzerimden çıkmaz. Yalınayak başı çıplak bir vaziyette, kim bir lokma verirse onun peşine giderim. Bendeki bu bilgiden, boş hayal ve baş ağrısından başka bir şey elime geçmedi.” dedi. Bunun üzerine bedevi kızdı ve,

“Yanımdan çekil git, uzaklaş benden. Senin uğursuzluğun bana bulaşmasın. Yoksulluk belası başıma yağmasın. Sen o tarafa gidiyorsan, ben bu tarafa gideceğim. Benim kum çuvallarının birine kum doldurarak yaptığım aptallık, senin akıllılığından daha iyidir. Çünkü ben, Allah’tan çekinir, emirlerine uymaya çalışırım. Gönlüm de ilahi lütuflar ve azıklarla doludur.” dedi.

 

Dinimiz ilme, bilgeliğe, hikmete ve fazilete büyük değer veriyor. Mukaddes kitabımızdaki birçok ayetten, Efendimiz’in (s.a.v) sünnetinden, hadislerinden verilen ehemmiyeti görebiliyoruz. Peygamberimize vahyedilen ilk ayetin “İkra (Oku)” emri olduğunu da düşünürsek, bilmenin, öğrenmenin kıymetini bir kez daha anlayabilmemiz mümkün. Bununla birlikte İslâm büyükleri, bizlere ilmin bu dünyadaki en kıymetli hazine olduğunu gerek sözleriyle, gerek yaşadıklarıyla gösteriyorlar. Fakat sadece bilmek yetmiyor, “doğru”yu eyleme dönüştürmek ayrı mesele. İslâm büyükleri bilmenin, idrak etmenin ve sürekli hatırlamanın gerekliliğini de işaretliyor. Tabiî ki bilinen her şeyin ifade edilmesi herkes tarafından mümkün olmayabilir. İfade edebilmek bilinenin fiile dönüşmesi ihtimalini yükseltebiliyor. Ve hızlandırabiliyor. Bilinen bir şeyin ifade edilemiyor olsa bile fiile dönüşmesi gerektiğini, Mevlâna Hazretleri’nin yukarıda iktibas ettiğimiz hikayesinden de anlayabilmek mümkün. Hikayede Bedevi buğdayı ikiye bölüp yarısını bir çuvala diğer yarısını öbür çuvala koyarak gideceği yere daha kolay ve daha hızlı varacağını düşünememiş. Fakat bir şey yapmış. Buğdayı dengelemesi için diğer tarafa kum dolu çuval yerleştirmiş. Meşakkatli olsa da bir yolunu bulmuş, işini yürütmüş. Filozof ise; karnını nasıl doyuracağını, ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını bulabilecek kadar bilgi sahibi. Ama bu bilgisini kullanmıyor, uygulamıyor. Fiile dökmüyor.

Oysa Yaradan, Bakara Sûresi’nin 269. ayetinde şöyle buyuruyor:

-O (Allah) dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.

Bir kimse bir hakikati biliyor ve bunu fiile intikal edebiliyorsa en başta kendisine daha sonra çevresine ve nihayetinde de tüm insanlığa faydalı olur. Fakat bildiğini uygulamıyorsa, eyleme geçirmiyorsa boşu boşuna harcandığı gibi etrafındakilere de zarar verir.

Mesnevi hikayelerin beyinde uyandırdığı duyguların tek taraflı olmadığını düşünürsek; çıkarılan mânalar da farklılık arz edebilir. Bir de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri sayesinde öğrendiğimiz bir hakikat var: “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir.” O yüzden kişi şuur seviyesi nispetinde kazanımlar elde edebiliyor bu hikayelerden. Bunun yanında bir kişi, bir hikayeyi her okuduğunda farklı ruh haline göre de değişik kazançlar alabiliyor. Mesela: Hikayeye filozof açısından değil de bedevi açısından bakılırsa; filozofun sefil haline bakarak ve dünya malı olmamasına dayanarak onu toptan reddediyor. Neden fazilet ve hikmet sahibi olup bu halde olduğunu sormuyor. Araştırmıyor. Bu da bize hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ihtimalini hatırlatır. Ve insanlara daha temkinli, önyargısız yaklaşmamızı sağlıklı ilişkiler kurabilmemizi sağlayabilir.

Aylık Dergisi 196. Sayı Ocak 2021