Batı’nın başarıları gözümüzün içine sokulurken, başarısızlıkları kelimenin tam anlamıyla gömüldüğü için, sistemin başarısızlıklarını pek görmeyiz. Oysa kapitalist tarihin geçmişinde genişleme ve refah dönemlerinden çok, uzun kriz dönemleri belirleyici olmuştur.

Kapitalist tarih sermaye birikiminin ve ulus devletler sisteminin inşasının tarihi olduğu kadar, mâlî güçlerle devlet güçleri arasındaki hassas dengenin de tarihidir. Kapitalistler ve devlet kurucuları arasındaki ilişki bozulduğu zaman sistemin krize girmesi, krizin de bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek, büyüyerek ve genişleyerek devam etmesi kaçınılmazdır. Fakat Batı’nın başarıları gözümüzün içine sokulurken, başarısızlıkları kelimenin tam anlamıyla gömüldüğü için, sistemin başarısızlıklarını pek görmeyiz. Oysa kapitalist tarihin geçmişinde genişleme ve refah dönemlerinden çok, uzun kriz dönemleri belirleyici olmuştur. Görünen o ki, kapitalizmin son lider ülkesi Amerika’nın “eskimiş” yapılarının yıkıldığı, “yeni” bir sistemin yeni yapılarının kurulduğu bir mâlî genişleme sürecindeyiz ve bu süreçte mâlî güçlerle siyasî güçler arasındaki denge yine bozulmuş durumda. Her iki güç de dünya üzerinde denetimi kendi lehine çevirme peşinde. Ne var ki, diğer nisbet değişim dönemlerinden farklı olarak, para ilk kez Batı’nın elinden kayıyor... Para gücüyle silah gücü artık farklı bir biçimde birleşiyor. Rızaya dayalı yahut zor kullanarak sermaye fazlası kaynaklara ulaşmak artık geçmiş dönemlerde olduğu kadar kolay değil... Denetiminin nasıl yapılacağı, nasıl elde tutulacağı ise belirsiz! Para düzenindeki kriz askerî krize, askerî alandaki kriz de dünya hâkimiyetinde meşruiyet krizine dönüşerek, sistem toplum nezdinde inanılırlığını yitirip, ciddi biçimde sorgulanır hâle geldi. Dayandığı en büyük gücü; devlet ve toplum arasındaki konsensüsü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Dahası, gün geçtikçe Amerika’nın, Amerika Merkez Bankası (FED) eliyle kalpazanlık yaparak, dünya ticareti üzerinde baskı kurarak doları rezerv para konumunda tutması, kendini finanse ettirmesi ve kapitalizmin lider ülkesi olma konumunu sürdürmesi giderek zorlaşıyor. Oysa kapitalist tarihin devamı için sistemin yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılması, maddi genişlemenin sağlanması ve tüm bu düzenlemelerin yapılabilmesi için de gerekli organizasyonun yapılması gerekiyor. Ancak güçler arasındaki anlaşmazlık bunu imkânsız kılıyor, sermaye fazlası kaynaklar üzerinde zora dayalı bir denetim, mâlî güçleri ciddi biçimde rahatsız ediyor. Mâlî güçlerin desteği olmadan da ekonomik sıkışıklık aşılamıyor. Bu durumda da ne devletler arası düzen kontrol altına alınabiliyor ne de sistem yeniden düzenlenebiliyor. Süreç uzadıkça da verdiği zarar artıyor. Bu da zaten sistematik bir şiddet temeline oturan modern devleti daha saldırgan yapıyor... Sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizlenmiş şiddet tehdidi ve tekeli artık kendini daha çok hissettiriyor...

Amerika, daha doğrusu Pentagon ve müttefikleri, bir taraftan laboratuar üretimi örgütler aracılığıyla İslâm dünyasını sürekli anarşi düzeninde tutarken, diğer taraftan da “ucuz mesaj” vermeye; Erdoğan ve Putin gibi kendine biat etmeyen ülkelerin liderlerine Batı’nın doğru yolundan uzaklaşan yaramaz çocuk muamelesi yaparak hizaya getirmeye, düşüncelerini eyleme dönüştürmelerine mâni olmaya; sorunların çözümünde askerî, siyasî ve iktisadî rol üstlenebilecek ülkelerin ittifakını önlemeye çalışıyor. Amerikan dolarına karşı oluşan güven krizinin daha da kötüleşmemesi için, rezerv para doların dışına çıkma eğilimi gösteren, teknolojik rekabete soyunan ülkelere aba altından sopa gösteriyor; Avrupalı ortaklarını şiddet tehdidi ile terbiye etmeye, yeni sistemin yeni yapılarını kabule zorluyor. Bu ülkeleri bu yapılarla bütünleştirme, dünya ekonomisini restore etme, bu yapılara uygun kurumlar, kurallar ve davranış alışkanlıkları geliştirme peşinde. Neokolonyalizmi Yeni Çağ’a uydurarak hâkimiyet kurma arayışı içinde.

Fransa’da başlayıp diğer Avrupa Birliği ülkelerine de yayılan, büyüyerek ve genişleyerek devam edeceğe benzeyen sokak eylemleri bunun göstergesi. Fransa’daki hadiselerin yatışması bu olayların bittiğini, farklı yerlerde farklı gerekçelerle tekrarlanmayacağını göstermez. Günümüz dünyasında bu tür hareketlerin organizasyonu kelimenin tam anlamıyla kurumlaştırılmıştır. Siparişlerinizi alıp, itinayla yerine getiren, adrese teslim iş gören, legal görünümlü illegal yapılar kurulmuştur. Bu yapıların devşireceği, kendi ürettikleriyle harekete geçirilebilen ve alıcısını bekleyen insan modeli de yetişmiştir. Hatırasız, hafızasız, köksüz bu insan modelini harekete geçiren yegâne şey maddedir. Bağlandığı şeyin hakikatle bir bağının olup olmamasının hiç bir değeri yoktur. Önemli olan ona sağladığı faydadır. Tek kaygısı; “iyi yaşamak”tır. İyi yaşamaktan anladığı da, sadece nefsin isteklerini, bedenin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir duygudur. Böyle bir durumda, hayvanların hatta bitkilerin bile iyi yaşadıklarını kabul etmemiz gerekir ki, salt kaba hazcılığa dayalı bir hiyerarşiye katılıyor olmak kimseyi farklı kılmaz. Dolayısıyla bu tür şeylerde tatmin bulmak ruhun mükemmelliğini arayan insan için züldür, hiç ilgisini çekmez. İçine bakmayı bilen birisi için, benliği bedenin esiri olmuş insan bir lağım faresi kadar değersizdir. Öyle ya; bilmem kaç porsiyon domuz yemekle övünen “lağım künkü”ne dönüşmüş bir bünyeyi o domuzdan yahut sırf bir öküzü kaldırmakla övünen birini öküzden farklı kılan şey ne ola ki! Dolayısıyla, “Sarı Yelekliler” hareketini 1968’in Paris’inde yaşananlarla özdeşleştirmek, “doğrulama hatası” olur. Geçmişi değerlendirirken bu tür naif benzetmeler yapmaktan, gelişigüzel sonuçlara varmaktan kaçınmak gerekir. 1968, modernite başta olmak üzere müesses nizamı ciddi bir eleştiriye tâbi tutan bir hareketti. Kendilerini nihaî bir ürün gibi gören “Sarı Yelekliler”in ise tek endişesi var; “iyi yaşamak”, sonsuza kadar yaşamak!

Bir medeniyet uzun süre din dışı değerler temelinde yükselemez. Zira hayatı düzenleyen değerler, normlar bilime değil, kutsal olana aittir. Pierre Clastres’in da belirttiği gibi, “sosyal olan her şey siyasîyse, siyasî olan her şey de dinîdir; en basit ve somut inanış biçimlerinden, en karmaşık ve en soyut inanış biçimlerine kadar...” Dolayısıyla, “yeni”ye sırf yeni olduğu için tapıldığı modern zamanlara geçişte, dünyevî alanın düzenlenebilmesi için, dünya dışı bir yasayla, bu yasanın dünyevî düzende uygulaması arasında bir bağın kurulması, yasayla kutsallığın örtüştürülmesi gerekiyordu. Batı düşüncesi de bunu yaptı; Antik Yunan, Yahudi ve Hıristiyan kültürünü, laik paradigmanın rehberliğinde kademe kademe yorumlamak suretiyle inançları özelleştirdi, mâneviyatın çekim gücünden kurtulan insanını metafizik açıdan da demokrat hâle getirdi. Dolayısıyla, André Malraux’nun, “dinî olmayan, din dışı yegâne yüzyıl” olarak nitelendirdiği 20. yüzyıl modernizmi, Hüdai nabit misâli aniden oluşmuş, bir anda ortaya çıkmış bir dünyevileşme değildir. Arkasında Rönesans kültüründen ve Protestan ahlâkından tevarüs edilmiş bir birikim vardır. Bu anlayış yüzyılın sonlarında “dünyevî mutlak” arayışlarına evrilirken, içiçe geçmiş liberalizm, laisizm ve demokrasi gibi Batılı değerler de kapitalist sistemin krizleri paralelinde hem gayesini hem hedefini yitirecektir. Onun içindir ki güçlüyü koruyup, zayıfı ezmek anlayışı üzerine kurulu modern devlet ve onun sosyal politikaları artık kendisini daha çok hissettiriyor. Ne kadar çok tüketirsen o kadar medenisin mantığı, nihayetinde tüketilecek şeyleri de tüketiciyi de “tüketti”; üretimin kendisi tüketim nesnesine dönüştü. Lâkin bizdeki yapay Batılılar nezdinde, Batı’nın ağzından çıkan her şey hâlâ Tanrı’nın sözü hükmünde. Hâlâ demokrasi güzellemeleri yakıyor, hâlâ Çin’de, Hindistan’da demokrasinin uygulanabileceğine inanıyorlar! “Ahmak insan ruha yorgunluk verir”, sözü tasavvufta ölçüdür. Dokundukları her şeyi yoran, meseleleri kendi idrak seviyelerine indirgeyerek algılayan, kendi komedyalarını yüksek ve değerli bulan bu “garbzede”lerle aynı hayatı paylaşıyor olmak da insanın gücünü tüketiyor.

Şayet, ferdin iktisadî menfaatlerinin emperyalizmin çıkarlarına bağlandığı bir dünya yaşıyor, can ve mal kaygısı içinde, rutine bağlı bir hayat sürüyorsanız, böyle bir dünya yitirilmiş bir dünyadır, böyle bir hayat da anlamsız bir hayattır. Modern birey bu rutine alıştırıldı. Maddî bir refah seviyesine ulaşmış olsa da, iç dünyası huzur ve sükûnu aynı nisbette gelişmedi... Tabiatının hicabı altında kalan ruhu, nefsin isteklerinin esiri oldu. Çevresindeki eşya arttıkça kendisi eksildi. Modern mutluluk araştırmacıları aksini söylese de mutluluğu, taşıyabileceği yükten daha azını taşıyan bir eşeğin mutluluğundan farksız. Tıpkı tabiatta biriken gerilimin, tek tek nesnelerin içinden geçerek temas ettiği her şeyi huzursuz kılmasında olduğu gibi, modern bireyin başkalarından çalınmış, başkalarının yaşayamamış oldukları hayatlar üzerine kurduğu bir hayat da biriktirdiği riskleri, zehirli atıkları kusarak dünyayı yaşanmaz bir yer hâline getirdi. Korku, kaygı, sığınma ihtiyacı postmodern dönemin hayatına da sanatına da sinmiş durumda. Uzun süre rahata, refaha alışmış, ne ruhen ne bedenen ciddi hiç bir yara almamış bünyesi kırılgan bir hâle geldi; güç bünyeden mikroba geçti. Kendini yenileyemeyen bünye, kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi içinde üretmeye, kendini yemeye başladı. Oysa, daha az yese, daha az hastalanacak, daha uzun yaşayacaktı. Doymak nedir bilmeyen bünye artık içe patlamaya meyyâl, devlet ve toplum arasındaki konsensüs zayıfladıkça, modern illüzyonun bedeli de ağır olacağı benziyor. “Lâğım künkü”ne dönüşmüş bünyelerin refah düzeylerindeki bir düşüşe tahammülleri yok. Bu da şiddeti tırmandırıyor. Dolayısıyla, piyasa ekonomisinin üzerine oturduğu ana zeminin kaotik bir ortama sürüklenmesi, devletler bazında iflasların yaşanması hiç de sürpriz olmayacaktır.

Malî güçlerle siyasî güçler, yani küreselciler ile Pentagon ve müttefikleri arasında ciddi bir parçalanma var, bundan geri dönüş de imkânsız gibi görünüyor. Amerika, rezerv para doların dışına çıkan, teknolojik rekabete soyunan ülkeleri tehdit ediyor, bu da dünyayı yeni büyük savaşa her geçen gün biraz daha yaklaştırıyor. Biz de ülke olarak bunun sarsıntılarını ciddi biçimde hissediyoruz. Amerika güneydoğu sınırımızda bir Kürt Devleti kurma peşinde. Bunu, önce Kuzey Irak’ta Barzani üzerinden denedi. Bağımsızlık oyunu tutmayınca da PKK / PYD / YPG’ye yöneldi, bunları silahlandırıyor, eğitiyor ve örgütlüyor. Türkiye ise bu devleti kurdurmam diyor. Böylelikle de yüzyıl sonra ilk defa kararlı, şahsiyetli bir duruş sergiliyor. Amerika’ya rağmen Irak’ta, Suriye’de kendi iradesi istikametinde bir politika izliyor. Bu da dininin, dilinin ve devletinin tiryakisi olan insanımızı sevindiriyor; kendine yakın gördüğü, İslâm’la barışık iktidara sahip çıkıyor. Modern haramiler ve onların irili ufaklı zorba uşakları ise, bu gelişmelerden ciddi biçimde rahatsız... “Sarı Yelekliler” hareketine benzer bir hareket bekliyor, yandaşlarını sokağa çağırıyorlar. Müslüman Anadolu insanı ise 15 Temmuz’da kanı pahasına, canı pahasına sokakta kurduğu iktidarı basiret ve cesaretle korumak kararlılığında. Bunu kaybetmenin bedelinin çok ağır olacağını biliyor...

Görünen o ki, dünya koyu bir bunalım dönemine; yeni büyük savaşa her geçen gün bir adım daha yaklaşıyor. İslâm dünyasının tek ümidi olan ülkemizin ise üç tarafı deniz, her tarafı düşmanla çevrili, kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. Orta Doğu’da ise devlet diyebileceğimiz sadece iki devlet kaldı; İran ve Türkiye. Amerika’nın bile dünya üzerinde güç kullanma tekelini elinde bulunduran, dolayısıyla Amerika’nın da sahibi olan “el”, İsrail’in emelleri istikametinde her iki ülkeyi de bölüp parçalamak derdinde. Rusya ile ilişkilerimiz şimdilik iyi görünüyor, ama bu denge her an değişebilir; “Ayı”yla yatağa girmenin bedelini ödemek zorunda kalabiliriz. Dolayısıyla, Amerika da Rusya da Türkiye için güvenilmezdir. Ne Birinci Dünya Savaşı’nda ne de İkinci Dünya Savaşı’nda birbirleriyle hiç savaşmadıkları gibi, müttefiklerini en zor zamanlarda kendi kaderleriyle başbaşa bırakmış, “satmış” ülkelerdir. Menfaatleri örtüştüğü zaman, yine aynı şeyleri yapmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir. Bu süreçte bir tek İngiltere farklı davranıyor, gelişmeleri farklı okuyor. Sanki, eski müttefiklerinin bilmediği, görmediği bir şeyleri biliyor, görüyor gibi bir hâli var. Sıradışı hadiseleri kestirmekteki becerisini dikkate alırsak, ciddi biçimde takip edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Kim bilir, belki de, Amerika’nın hegemonik gücünün zayıfladığını gördüğü için, imparatorluk ve sömürgecilik geçmişine, tecrübesine güvenerek, Çin, Hindistan gibi eski sömürgeleri üzerinden farklı hesaplar yapıyordur.

Sırf olmasına ihtimal vermediğimiz için gerçekleşen ve hayatlarımız üzerinde büyük bir etkisi olan sıradışı hadiseleri kestiremediğiniz zaman, tarihin seyrini de kestiremezsiniz. “Gayb’ı bir tek Allah bilir, bir de Allah’ın bildirdikleri.” Gerçek ilim sahibi ise, bildiren olmadan gaybın bilinemeyeceğini bilendir. Bu hakikati gözardı ettiğiniz zaman İlâhî olan pek çok şey gözünüzden kaçar, davranışlarınızı ve kararlarınızı büyük oranda şekillendirecek olan kuvvetleri ya ihmâl eder ya da hafife alırsınız. Sonunda, biriken muhakeme hataları hayatlarınız üzerinde etkili olur, büyük başarısızlıklarla ve sonu hüsranla biten trajik olaylarla karşılaşırsınız. Türkiye eğer bu tür sürprizlerle karşılaşmak istemiyorsa, Amerika’nın ani bir kararla Suriye’den askerlerini çekme hadisesine ihtiyatla yaklaşmalı, bunun taktik bir hamle olabileceğini, Amerika ve Rusya arasındaki bir anlaşmadan kaynaklanabileceğini gözardı etmemelidir. Eğer Amerika bu güne kadar silahlandırdığı, eğittiği, örgütlediği PKK ve türevlerini satıyorsa, hiç şüpheniz olmasın, Rusya da müttefiklerinden birini satacaktır. Dolayısıyla, dünyanın büyük savaşa her gün bir adım daha yaklaştığı bir ortamda, Türkiye resmin bütününü iyi okumalı, hazırlıklarını buna göre yapmalı, buna uygun bir siyaset tarzı izlemelidir.

Aylık Dergisi 172. Sayı, Ocak 2019