Ağaçlardan gelen esintinin hışırtısını, bir derenin hafif çağıltısını, bir kuş şakımasını işittiğimizde duyduğumuz haz... Bütün bunlar hoşumuza gider, bizi eğlendirir, zevk verir. Hattâ “Ne de tatlı müzik!” bile diyebiliriz. Doğal olarak, bunu yalnızca bir karşılaştırma ilişkisi içinde söyleriz. Ne var ki karşılaştırma, idrak demek değildir. Bu doğal sesler; müziği akla getirir, aslında insan üretiminden daha büyük ölçekli bir sanattır, ama henüz müzik değildir. Bunlar müziğin vaadidir. Onları işlemek için kulak, idrak, bellek ve yetenek; yani insan gerekir. Elbette insan doğadan gelen bir çok sese duyarlıdır ama ayrıca bu sesleri bir düzene sokma ihtiyacı duyan ve bu iş için özel bir yetenek bahşedilmiş bir canlıdır. Müzik saymadığımız bütün sesler onun ellerinde müziğe dönüşecektir. Tonla ilgili unsurlar, ancak düzenlenmeleri sayesinde müziğe dönüşür ve böyle bir düzenleme, bir şuura ihtiyaç duyar. Dolayısıyla; bir çok sanat dalında olduğu gibi müzik üretmek de dönüştürme ve düzenleme işidir.

Tabiî sesler müzik değil, onun hammaddesidir. Tabiî sesler dediğimizde, yalnızca kuş cıvıltıları veya nehir akıntıları değildir; örneğin, gitarın ahşap tabanlı akustiği, metal tellerin rezonansları veya piyano tellerinin titreşimlerini de bu sınıflandırmaya dahil etmek durumundayız. Yalnızca müziğin değil, müzik icrâında kullanılan enstrümanların da insan aklı ve eliyle seçilip, dönüştürüldüğünü ve bu bakımdan tabiî sesler olduklarını belirtelim. Bütün bu sesler kendi başlarına da hoşturlar, zevk ve ilham verirler. Ama bu tabiî sesler müziğe dönüştürüldüğünde, zevkin üstünde ve ötesinde, hem müzisyen hem de dinleyici için bir keşif süreci başlar. Zirâ, her türlü sanat üretiminin kaynağında, insanın tabiatı gereği; temel fizyolojik ihtiyacı olmayan bir mecrâya duyduğu bir tür iştah keşfedilebilir.  İşte sanatın genel anlamı ve önemi de aslen burada yatar.

Kendi payıma, benim müzik fenomenine ilgi duymaya başlamam onun 'bütün' bir insanın üretimi olmasından kaynaklanmakta... Yani duyularının kaynaklarıyla, psikolojik kabiliyetleriyle ve entelektüel donanımıyla silahlanmış bir insanı kastediyorum. Müzik, kendisi dışında başka bir form ile anlatılması ve anlaşılması zor bir mefhum olması sebebiyle diğer sanat dallarından ayrılmakta, kaliteli-kalitesiz, iyi-kötü ölçüleri, nispeten daha enfüsî/subjektif bir yaklaşımla sınıflandırılmaktadır. Ancak tüm sanat dallarında olduğu gibi, müzikal üretimin temelinde de; somut bir şeye biçim vermek amacıyla önce soyut bir alanda hareket eden bir irade vardır.

Genel bir tanım ile müzik; büyük sanatkârlar tarafından keşfedilen veya usta-çırak ilişkisi yoluyla öğrenilen belli yöntemlere göre sesler harmanlanarak eserler biçimlendirmektir. Bu yöntemler, işlemin evrensel geçerliliği olan bir ölçü içerisinde kalmasını sağlayan, düzgün ve önceden saptanmış birer kanaldırlar. Müzik için bu yöntemleri örneklendirecek olursak, melodi, armoni, ritim, makam-gam gibi kavramlarla karşılaşırız. Müzik evrensel olmakla birlikte, aslında bir çok sanat dalında olduğu gibi, sosyo-kültürel farklılıklara paralel olarak, farklı müzikal anlayışlar, buna bağlı olarak da farklı nota ve makam düzenlemelerine sahiptir. Buradaki farklılıklar yöntem farklılığıdır. Müziğin temel öğeleri olan, melodi, armoni ve ritim tüm dünyada aynı iken; ritim kalıpları (ölçüleri) Batı ve Türk Müziğinde değişiklik göstermektedir. Örneğin Türk müziğinde yetmiş iki adet usûl vardır. Batı müziğinde ise buna nazaran daha az olmasına karşın daha karmaşıktır. 7/16, 13/8 gibi… Klasik müzik dinlemenin ortalama bir Türk vatandaşı için zor oluşunun, aynı şekilde her Türk insanının bildiği halay ölçüsünün bir İngiliz tarafından zor kavranmasının sebebi budur.  Bu durum gerçek müzik için böyledir. Çünkü müzik seslerin 'anlamlı' bir düzende aktarılmasıdır. Bir içeriğinin olması gerekir.

Bilim, politika, sanat ve daha bir çok alanda olduğu gibi emperyal-materyalist ve tek tipçi anlayış,  hâliyle müziğin içersine de nüfûz etmiş durumda. Popüler ve kolay tüketilen eserlerin ölçü kabul edildiği, devasa bir endüstriye dönüşen müzik, bu çağda özgün üretim kaygısı bir yana, sanatsal kaygılardan da soyutlanmış bir hâlde. Moda ve pop ikonları ile yapımcı ve prodüktörler tarafından belirlenen bir hız ve yönde  yozlaşmaya devam eden, bilgisayar yapımı armonilerin tüm dünyaya  'evrensel müzik' diye sunulduğu bir ticaret alanı... Temeli olmayan bir gökdelen...

Müziği kavramak için popüler olana değil, kalıcı olana bakmak durumundayız. Bunun yolu ise müziğin tarihî sürecine göz gezdirmektir. Bu aynı zamanda kısmen sanat tarihine de bakmak anlamına gelmektedir.

Kökenleri insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen, bugün bizim için anlam taşıyan müzik türünün, sanatların en genci olduğunu unutmayalım. 14. yüzyıldan geriye gitmeye çalıştığımızda müzik alanında bir tasnif yapmak mümkün değildir. Bu yığını deşifre etmek adına varsayımlar üretmekten öteye gidemeyiz. Bunun çok basit ve anlamlı bir nedeni bulunmaktadır: nota düzeninin keşfedilmemiş olması… Bu sebeple bir sonraki nesle aktarılamamış ve günümüze ulaşmamış eserler hakkında yorum yapamayız.  

Bilinen Doğu ve Batı Müziğinin tarihine baktığımızda, tıpkı edebiyatta ve resimde olduğu gibi, bugün 'müzik türü' olarak isimlendirilen bir çok farklı akım görürüz. Sosyal etkileşimler sayesinde Arap, Hint ve Pers makamlarının topraklarımızda mehter ile buluşan sentezi; ilkel kabilelerin yalın ritme dayalı yerel müziğinin, günümüzde çok zengin bir altyapı ihtiva eden blues ve rock türüne;  temeli kilise çevresinde gelişen tek-sesli müziğin Rönesans ile birlikte çok sesli klasik müziğe evrilmesi, tarihsel müzik akımlarına örnektir.

Müzikte orijinalite ve özgünlük kavramı; bu akımlardan etkilenmemek veya dışında kalmak ile değil, içerik ve mevcut birikimi ileriye taşıyabilmek ile ölçülmelidir. Çünkü bu akımlar döneminin  kültürünü yansıtır. Kültür ve sosyal yapı ile şekillenmiş 'insan'ın ürünüdürler. Bu akımların dışında kalmak mümkün değildir.

Müzik tarihine bakmak; düşünce akımları, dönemin sanata bakış açısı gibi konular hakkında bize ipuçları vermektedir. Yalnız bu çalışmalar, arkeolojide olduğu gibi bize bilimsel kesinlikler değil, müphem hipotezler sunar. Görsel perspektif yasalarına uyan nesnelerin görünüşünde olduğu gibi, yalnız en yakın plandaki şeyleri belirgin kılan tarihî bir perspektif vardır. Planlar bizden uzaklaştıkça kavrayışımızdan kaçarlar ve bir çok engel bizi bu zenginliklerden ayırır. Bize yalnızca onların ölü gerçekliğini gösterir. O zaman, onları bilgiyle olmaktan çok sezgiyle kavrarız. Bu sanatın her alanında geçerlidir. Bu alanda tek başına aklı rehber alırsak, içgüdüyle aydınlanmadığı için eksik veya yanlış algılamamıza sebep olacaktır. Akıl insanı yanıltırken, gelişmiş bir estetik algısı yanıltmaz. Sanat tarihine baktığımızda elde ettiğimiz yaşayan bir yansıma, ölü bir gerçeklikten daha geçerli ve değerlidir.

Bu yaklaşımla müziğin doğası ve tarihine baktığımızda müzik eserleri; tıpkı bir roman gibi, evrensel olmakla birlikte, mensubu olduğu toplumu, kültürü, dünya görüşünü de yansıtmalıdır. Aksi takdirde eskiyecek ve yok olacaktır.

Son yüzyılda, istisnaları olmakla birlikte, Türk müziğinin anlamlı bir çizgisinin olmayışının sebebi taklitçilik ve popülarizm anlayışıdır. Müzikten yola çıkarak sanat kavramı genelinde algının giderek zayıfladığı genele ayak uyduran toplumlar, emperyal düzenin sonucu mudur? Yoksa nedeni mi? Bizce her ikisi de aynı oranda doğrudur.

     Baran Dergisi 378. Sayı