“Matematiğin apaçık ve tümüyle güvenilir kesinlikleri Descartes’i heyecanlandırmaktaydı. Böylece, matematiğe kesinliğini veren şeyin, bilginin öteki alanlarına uygulanıp uygulanamayacağını düşünmeye başladı. Eğer bu mümkün olabilirse, hiçbir şeyin kesin olarak bilinemeyeceğini savunan ‘Septikleri’ kolayca yanlışlayabilecek bir şey olacaktı elimizde. Fakat bundan da önemlisi, modern anlamıyla bilimin üzerinde inşa edilebileceği dünya hakkında kesin bilgi elde etmenin bir yöntemine kavuşabilecektik. Descartes, matematiğin, kesinliğini şu bir dizi nedene borçlu olduğu sonucuna vardı. Matematik isbatlar, son derece basit az sayıda öncülden başlamaktaydı; bu basitlik, (iki nokta arasındaki en kısa mesafe düz bir çizgidir önermesinde olduğu gibi) o denli temel ve apaçıktı ki, onlardan şüphe etmek olanaksızdı. Daha sonra, her seferinde mantıkî bir adım atılarak bu isbatlardan tümdengelim metoduyla ilerlenebilirdi. Her adım, nefyedilemez, çok basit ve yine kesin olurdu. Daha sonra, ki bu matematiğin büyüsüne kapılmış herkesi kendinden geçiren bir şeydir, her biri basit ve apaçık olan öncüllerden yine her biri basit ve apaçık olan mantıkî adımlarla ilerlerken, ne basit ne de apaçık olan sonuçlara vardığınızı fark edersiniz: Önünüzde öngörülmemiş buluşlarla dolu bir dünya açılmaya başlar. Bu buluşların çoğu şaşırtıcıdır ve uygulamada büyük yararları vardır; ayrıca hepsinin doğruluğuna güvenilebilir. İnsana, keşfedilmeyi bekleyen bu dünyanın bir sonu yokmuş gibi gelir. Şimdi, bu metodu matematikî olmayan bilgilere tastamam uygulamak mümkün müdür, diye sorar Descartes. Matematiğin dışında doğruluğundan şüphe edilemez önermeler bulabilirsek, onları, tümdengelim metodu kullanılarak yapılan isbatlarda öncül olarak kullanabiliriz; bu durumda, onlardan mantıkî olarak çıkardığımız her şey doğru olmak zorundadır. Bu bize, bilgi yolunda buluşlarına yüzde yüz güvenebileceğimiz metodik bir temel sağlayacaktır.”
(Bryan Magee’nin “Felsefe’nin Öyküsü”nden)

Bu iktibası, Ricardo ve çağdaşı iktisadçıların (buna Marks da dâhildir) dünya tasavvurlarının, ferd ve cemiyete bakış açılarının özünü yansıttığından yaptık. Bu bakış açısı, Aydınlanma Çağı felsefecilerinin çoğuna ve bilim adamlarının neredeyse tamamına hâkimdi. Descartes’deki şüpheci ancak mahiyet olarak idealist/gâî rasyonalizm, yanına Galile ve Kopernik’i alan Bacon’da pragmatik ve empirik rasyonalizme dönüşür; Newton’un mekanik dünyası ile de ilk büyük zaferini elde eder. “Her maddî tesirin kendine ‘mutlak muadil’ bir maddî tepkisi vardır” şeklinde özetleyebileceğimiz anlayışın Newton mekaniğinde aradığı kalıbı bulması, Batı düşüncesindeki kırılma anlarından biridir. Akla güveni zirveye taşıyan Newton’un aslında Tanrı’nın kâinatı nasıl yarattığını anlamaya çalışan bir simyacı olması ironiktir. Her şeyin maddî olduğu ve dolayısıyla bir izahının bulunduğu “inancı” diyebileceğimiz maddeci rasyonalizmin altın çağında, varlığın “niye” var olduğu gibi gereksiz (!) tartışmalarla uğraşılmamış, varlık artık bir “veri” kabul edilmiştir.

Dünyanın bizim için olduğu gibi bu insanlar için de bir anlamı vardı; aksini düşünmek zor... Mesela bu zihniyetin ana damarlarından birini oluşturan Bacon, eserlerinde, farklı bilim dallarının tümevarım metoduyla geliştirilmesi gerektiği, bilimin zaman içinde her şeyi yerli yerine oturtacağını iddia ederken, bu iddialarının anlamsız kalmaması için merkeze insanı yerleştirmektedir. Zira o da bilmektedir ki, ilmî çalışma bir kılavuz olmadan istikametini kaybeder; ona istikametini verecek olan ise insan aklıdır. İnsanî hakikati kendi aklına göre “aşkın” hale getirip “mistikleştiren/sırlaştıran” Bacon, insanın onu kuşatan tabiattan üstün olduğunu, dolayısıyla onun üzerinde sınırlarını ancak aklın çizebileceği sonsuz tasarruf hakkına sahib bulunduğunu söylemektedir. Bu durumda çevrelerindeki her “şey” –buna az gelişmiş ve insan olduğu şüpheli, kendilerinden olmayan insanlar da girmektedir- istedikleri her şeyi yapabilecekleri “malları” haline gelmektedir. İslâm’daki “emanet” mefhumuyla Batılıların “sahiblik” saplantısı arasındaki fark, her iki medeniyetin istikametindeki ayrımın ana amilidir.
Elbette bilimin kılavuzu felsefenin gerektiği konuma gelebilmesi ve insanın bilim ışığı altında yükselebilmesi için, Bacon’a göre zihnin “putları” yıkılmalıdır. “Put” ile Bacon’ın kastı, gerçeklerin yerine konulmuş, yanlış ve hatalı, “akıl-dışı” metod ve düşüncelerdir. Bu yanlış metod ve düşünceler, sadece yeni yanlışlıkların doğmasına yol açar, böylece bilimin gerçek yolunun ve gerçeklerin üstünü örter. Görünebilen/tecrübe edilebilenin ötesinde kalan ve aklın ancak sınırlarında dolanabildiği metafizik de bu yanlış düşüncelerden biridir. Böylece cemiyeti yönetecek kuralları “bazı insanların” koyma hakkına sahib olduğu gün gibi aşikâr hale gelmektedir. Şu veya bu şekliyle kamu otoritesini kurup kullanmaya da bu durumda o “bazı insanların” hakkı olduğu anlaşılmıştır herhalde.

Sadece iktisad değil, onunla bağlantılı sosyoloji ve psikoloji de sonraki asırlarda fizikî kuralların insanda aranmasına sahne oldu. Tanrı’nın olmadığı ya da varsa bile insanları yaratıp kendi haline bıraktığı bir âlemde, her fizikî hadiseyi açıklayan kanunlar olduğu gibi, insanların teker teker ya da toplu davranışlarını izah eden kurallar da olmalıydı. Başka türlüsü düşünülemezdi. Burada bir parantez açıp tabiatı ve cemiyeti yöneten benzer kuralları aramakta haksızlar mıydı sorusunu soralım. Bir Müslüman olarak cevabımız esasta, yani aramakta haksız olmadıkları, hatalarının usûlde meydana geldiğidir. Bu arayışı tamamen şahsî, pragmatik ve nefsanî sâiklerle yapmakta, yani üstün bir mihraka bağlı yapmamakta haksızlardı. Son iki asırdır bir dünya dolusu insan, onların haksızlıklarının sonuçlarını yakinen yaşıyor ve tesirlerinden ölümüne mustarib bir halde. Zira cemiyeti yöneten bu kuralları arayıp dururlarken, tabiatıyla ya devlet gücüne talib oldular ya da ellerindeki devlet gücünü kullandılar.

Sermayeye dair görüşleri bağlamında diğer iktisadî telakkilerine de göz attığımız iktisadçıların, devirlerinin meselelerine getirdikleri çözüm metodları, günümüzde makroekonomi diye tabir edilen ilmî branşın uhdesindeki toptancı yaklaşımlardı. Zaten “ekonomi politik” terimiyle kast edilen de buydu: Her ne kadar liberal ya da devlet karşıtı çözümlemeler getirseler veyahut da devlet bu çözümlemelerde kendine öyle iri kıyım bir yer bulamasa da, aslında bütün söylemlerin nihaî muhatabı oydu. Cemiyet düzeninin, ahlâkî bir ideal ve onun etrafında şekillendirilecek bir iktisad anlayışına göre değil de, yukarıda Bacon vesilesiyle işaret ettiğimiz “rasyonel” aklın ürünü mekanik buluşların getirdiği hızlı üretimden kaynaklanmış gelir artışının paylaşımına göre tanzimini hedefleyen görüşlerdi bunlar. Sürekli büyümeyi önceleyen, onu iktisad anlayışının “sabiti” kılan bu kişilerin ateşli sermaye taraftarı olduklarını görüyoruz; 17. Asrın ortalarından itibaren, ziraatta olsun imalatta olsun sermaye yoğunlaşmasının gerekliliği, tartışılmaz bir hakikat kabul edilmekteydi. Onlara göre piyasa, kesimler arası gelir tahsisini teminde en adil hakemdi. Bu yaklaşım iki noktayı ıskalamakta idi: Birincisi, mekanizasyonun hem ziraat hem de imalatta sermaye ve arazi sahipleri lehine hızlı bir gelir artışı sağlayacağını, ikincisi ise bu artışla güçlenen sermayedarların piyasayı denetlemek adına devleti “başıboş” bırakmayacağını…

Sermayenin aslında tabii bir tedbir alma ve/veya biriktirme sürecinin neticesinde ortaya çıkan, cemiyetin geneline şamil, gayet insanî bir husus olduğunu belirtmiştik. Lakin biriktirme sürecinin belli bir safhasından sonra paralı ya da parasız mübadele yoluyla cemiyete yaygın vaziyette bulunan sermaye stokunun belli kesimlerde odaklanmaya başlaması kaçınılmaz gibidir. BD-İbda’nın sermayeye bakışı ile sermaye konusunda ifrat ve tefrit arasında gezinen diğer görüşler arasındaki fark, bu kaçınılmazlık noktasında kendini göstermektedir. Bizde özel mülkiyet ve bunun üretime dönük ciheti olarak görülen sermaye fıtrî bir haktır; ancak bunun hududunu, kamu yararı tesbit eder. Sermaye kamu menfaatine değil de aleyhine çalışmaya başladığı zaman veya başka bir deyişle kontrolsüz bir büyüme istidadı gösterdiği anda, derhal müdahaleye tâbidir. Devlet gücü, sermayedarlara teslim edilemez. Bizdeki murakabe sistemi bir sermaye odağının aşırı büyümesine izin vermeyecektir; ancak başka bir yerde oluşmuş çok büyük bir birikimin İslâm topraklarına elini uzattığı anda ilk mukabeleyi verecek olan da piyasa değil, devlettir. Kısacası sermayenin hem kaynağı sorgulamaya açıktır hem de, makbul yoldan elde edilmişse bile, büyümesine bir sınır konmaktadır. Kişilerde birikmiş sermayenin, büyüme maksadıyla yatırım yapması ve istihdam temini arzulanırken, bunun diğer kesimlerin aleyhine olmasına izin verilmez. Marksizm’de olduğu gibi, içtimaî sermayeyi halk adına bir oldubittiyle yine bir kesimin eline vermek de çözüm değildir. Bu tarz bir çözüm hem ferdler açsısından bakıldığında adil değildir hem de iktisadî gelişmeyi yakıtsız bırakır. Mesele şahsî mülkiyetin müsbet bir istikamette şahsî sermayeye dönüştürülmesini ve içtimaî refah için çalışmasını temindir; azmanlaşmış hali zararlı diye itidalde faydalı bir hususiyeti kökten iptal teşebbüsüne girmek aşırı kolaycılığa gider. Hiçbir kolaycı çözümün de içtimaî meselelere deva olduğu görülmemiştir.

Bahsimize vesile olan Ricardo ile devam edelim… Ricardo, rasyonalizmin kendi devrinde aldığı hal olan “tabii düzen” anlayışına sahibti. (Aslında bu anlayış bile tek başına rasyonalizmi gömmeye yetse de, insanlar istediklerini görme temayülündeler.) Ona göre piyasa, kendi haline bırakılırsa, cemiyetin yararına sonuçlar doğuracak, içtimaî kalkınmayı sağlayacak, aklın icabı bir sistemdir. Ancak gözlemleri yoğunlaştıkça, bu sistemin işleyişinin bütün içtimaî sınıflar lehine sonuçlar doğurmadığını da fark etmiştir. “Ekonomi Politiğin İlkeleri”nin 1817 yılında yayınlanan ilk baskısında, 18. yüzyıl politik ekonomistlerinin iyimserliğini sürdürerek, makinalaşmanın fiyatları düşürerek emekçiler yararına sonuçlar doğuracağını savunan Ricardo, eserin 1821 yılında yayınlanan üçüncü baskısına eklediği bir bölümde, bu konuda yanıldığını itiraf etmiştir:

Makinalaşma ile emeğe olan talepte değişme olmayacağını, ücretlerin de eskisinden daha düşük olamayacağını düşündüğüm için, makine kullanımı sayesinde metaların fiyatında genel bir ucuzlama olduğunda, bunun getireceği avantajlardan, emekçi sınıfın da, diğer sınıflar kadar yararlanacağını düşünmüştüm. Bu görüşlerim, toprak sahipleri ile kapitalistler açısında değişmiş değil, ancak insan emeğinin makine ile ikame edilmesinin emekçi sınıfının çıkarına çok zararlı olduğuna ikna oldum.”

Ricardo, aslında bu sözleriyle, makinalaşmanın cemiyette yol açmaya başladığı buhranı ve cemiyetin kahir ekseriyetini oluşturan ücrete bağımlı çalışan kesimde bu sürecin yol açtığı sefaleti haber vermekteydi. Ve elbette yaklaşan Marksizm’i…

Ricardo, kendi tasavvur sisteminde iktisadî büyümenin temel kaynağı olan “artık değer”in mahiyetini ve nasıl büyütüleceği meselesini halletmek için, ücret, kâr ve rant arasındaki ilişkilerin analizini temel eksen olarak belirlemişti. Klasik siyasî iktisada “artık değer” yaklaşımını ilmî olarak ilk kez Fizyokratlar getirmişti. 18. yüzyıl Fransa’sının reformcu düşünürleri olan Fizyokratlar, iktisadî artığın kaynağını tarım sektörü ile sınırlamalarına mukabil, getirdikleri açıklama ile klasik siyasî iktisadın en önemli meselelerinden birisine çözüm bulmuşlardı. Fizyokratların ardından Adam Smith, bu okulun tarım sektörünü tek üretken sektör olarak görmesini eleştirmiş ve sanayi sektörünün de bir artık değer yaratacağını ortaya koymuştu.
Ricardo, Smith’in bütün sektörler için genelleştirdiği artık değer yaklaşımını temel alarak, sanayideki sermaye birikiminin, emeğin katkısının üzerinde ve ötesinde kalan fazlaya bağlı olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, Ricardo, Fizyokratların tarım sektörü için geliştirdiği net ürün kavramını, sanayiye tatbik etmiştir.

Bu çerçevede, sermaye birikimi, kapitalistin kârına bağımlı olduğundan, üretimde emeğin bedeli ödendikten sonra kalan fazlanın kâr ve rant arasında paylaşılmasını ya da daha genel olarak toplam ürünün kâr, rant ve ücret arasında bölünmesini tayin eden kuralların tesbiti, onun siyasî iktisad görüşünün ana gayesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Önceki sayımızda da zikrettiğimiz üzere, Ricardo’nun paylaşım meselesine yaklaşımının anahtarını rantiye tahlili oluşturmaktadır. Buna göre, iktisadî büyüme sürecinde, bir yandan sermaye birikimi sağlanırken, diğer yandan yeni fabrikalar açılması ya da mevcut fabrikaların kapasitesinin artması, işgücüne olan talebi yükseltmektedir. İşgücü talebinin artmasının tabii neticesi, ücretlerdeki artıştır. Lakin ona göre bu artış geçicidir. Zira artan ücretler, çalışanları, aile başına toplam geliri yükseltmek için, nüfuslarını artırmaya sevk etmekte, bu da işgücü arzını artırarak, ücretlerin tekrar eski seviyesine inmesine yol açmaktadır. Sonuçta, ülkede beslenecek daha fazla nüfus ortaya çıktığı için, tahıla olan taleb de artmaktadır. Ricardo’ya göre nüfus, işlenebilir topraklardan daha hızlı arttığı için, artan tahıl talebini karşılamak için, ziraî üretim giderek daha az verimli topraklara uzanmaktadır. Tahılın değeri ise, en az verime sahip olan marjinal toprağın ekiminde harcanan emek miktarı tarafından belirlenmektedir. Tahılın piyasa fiyatı, en düşük verime sahip toprakta üretilen buğdayın maliyetine eşit olduğundan, daha verimli topraklardan elde edilen tahıl daha ucuza mal edilmekte, böylece daha verimli topraklardan elde edilen buğday lehine bir fazlalık ortaya çıkmaktadır. Bu da rantiyeyi büyütmekte, imalatçı sermaye stokunu zorlamaktadır. Bu noktada imalatçı sermayedarların, çözüm olarak, işçi yerine makineleri ikame etmesi, emeğe taleb düşürmekte ve dolayısıyla da ücretli kesimin gerçek geliri sürekli negatif yönlü bir eğri çizmektedir. Buna bir çözüm sadedinde devletin rantiyeyi vergilendirerek imalatçıları rahatlatması gerektiğine dair fikirlerinden önceden bahsetmiştik; böylece işçi sınıfının durumunu düzeltecek mevzuat değişiklikleri, onları diğer ülkelerin imalatçılarıyla rekabet edebilir pozisyondan çıkarmayacaktı.
Ricardo, sermayenin hudutsuz büyüme şehvetinin ve makinalaşmanın getireceği sıkıntıları ilk gören siyasî iktisatçılardandır.

Baran Dergisi 531.  Sayı